23 Aralık 2021

ASLI SOLAKOĞLU. İLK HÜCRE

Ölü beden. Yerde. 

Yüzü beyaz bir kadın, yanında. İplikleri uzun, polyester, iplikleri üç yanından sarkan, eteğinden yırtılmış parçayı, üzerinde iç içe geçmiş renkli daireler, bir yanı dikişli parçayı yüzüne örtmüş, parmak araları açık, parmakları uzun, ölünün yüzünde. Anne, diyor. Anne, aç gözlerini.

Anne yerde yatıyor. Yüzünden sıyrılıp asfaltta sürüklenen kumaş parçası rüzgarla havalanıyor, uçup arabaların arasında, trafiğin ortasında süzülmeye başlıyor. Yere paralel, çevresinden hızla geçen arabaların egzoz dumanıyla yalpalayarak, direksiyona kitlenmiş ellerin tombulluğundan ürkerek, yere paralel. Durmak istemiyor. Can bulan haline şaşkın, dünyayı bulmuşken durmak istemiyor. Dünyayı görmüşken dairelerini büyütmekten çekinmiyor. 

Anne yerde, hâlâ. Üzerine bir çarşaf örtülmüş, sentetiği yüzde çok, pamuğu yüzde az bir, bir, sarı, dokusundan sızan solgunluğu emiyor, belki o sarı anneye akıyor. Eteğin ucundan annenin kasıklarına doğru, dünyaya uçan, yükselmeye çekinerek salınan polyester parçasının varlığını hissediyor. Kendini ona doğru kaydırıyor, olmuyor, küçülüyor ve yaklaşıyor, olmuyor, kısalıyor ve yaklaşıyor, olmuyor. Sarmaladığı ağırlığın içine çekiliyor. Çağırıyor, haykırıyor. Kendi neşesiyle meşgul diğerinin gözünü güneş alıyor, gözü yok, yere paralel, süzülerek kadınlara yaklaşıyor, iki yanından sarkan ipliklerini değdiriyor ilkin, daireleri renklerini parlatıyor, hemen yükseliyor, hızla, tatlı bir duyguyla, iplikçiklerini tel tel ayıran, ayıran ve ören bu kamaşma ile yükselebiliyor, yıkanıp güneşte kuruyan pamuklu bir yastık kılıfının duygusuna benziyor ya da tenine ilk kez yaprak değen bir,  yünlü bir çorabın, yükseliyor işte, bu tatlı esrik haliyle ölü bir bedenin üzerinde dolaştığının farkında, bir kadının kasıklarından havalandığının farkında, neşesinin farkında, çağrıldığının farkında, yeniden yaklaşıyor, iki yanından sarkan ipliklerini değdiriyor, aynı kamaşma, sonra diğer tarafın iyice kısalmış iplikçiklerini dokunduruyor, daireleri genişleyip renkler ipliklerden akmaya başlıyor, kırmızı ve yeşil, turuncu ve mavi, en çok sarı. Beden üzerinde dönmeye başlıyor, iki, dört. Dört ve son, buluşuyorlar. Annenin yüzünde şimdi. Rüzgâr yok. Aynı kamaşma.

Yer kabarıyor, yer asfalt. Yer uzun, sıcak. Annenin yüzünde parmakları gezinen kadın ağlamayı bırakıyor. Ağlaması bir kağıdın kenarıyla kesiliyor. Kalabalıktan onlara uzatılan gazete kağıdının yırtılıp inceltilmiş, en keskin, en taze, bir haber sayfasıyla kesiliyor. Yerinden doğruluyor, uzun ince parmakları ile ölü bedenin üzerinde durup duran, bakıp dinleyen çarşafa uzanıyor, nazikçe katlıyor, beş ve yedi, incecik kalan sentetiğin dokusundaki sarılık kadının gözünden süzülen yaşları emmiyor. Istemiyor. Yüzü rengarenk, yüzü çemberler altında. Ama, ama bu çarşaf! 

Kalabalık. Ürkütücü. Yanlarına gidemem. Kalabalığın hareketliliğinden doğan, giderek büyüyen boşluğun içindeler, az ilerde ya da tam şuramda, kalbimde, bilmiyorum, izliyorum. Gölgeler ışığa doğru kayıp bedenler belirginleşmeye başladıkça, şuramda dediğimin hafızası diriliyor. Aynı kamaşma.

Anımsayabildiğim her an içinde ışık var. O günde de. Okuldan dönüş, gençlik. Güneşe bakamıyorum. Bir duvarın, Meclis duvarının yanından eve doğru yürüyorum. Kalbim yanıyor, büyüyor. Omzumda asılı çantanın ağırlığından kurtulmak için duruyorum, yere bırakıyorum. Yanımdan geçen insanlar, tanımadığım bedenlerin varlığı, ışığa ve hayata ilgisiz, çuval çuval beden, çuvaldan duyduklarına, gözeneklerden görebildiklerine yürüyen et parçaları, kalbimden uzak ama omzuma ya da koluma, elime ya da topuğuma değmeden hareket edemeyen birkaç ya da çok insan. Aldırmıyorum bu sefer. Kalbim yanıyor, tatlı. Duvarın üstünde yükselen kalın demir çubukların, ucu sivri, savaş oku, yayından kurtulup göğe yükselen, her mevsim siyaha boyanan, bir ve bir daha, kimse içeri atlayamasın, ama kuşlar, ama yürüdüğüm taraftaki ağaçların dalları, dallarda filizlenen yapraklar, evet bahar ve bu kalın demir okların arasında bir kaybolup görünen güneş ışığını yakalamak istiyorum sadece, biraz sağa biraz sola. Denge. Ayakları köklenmiş bir bedenin salınışı, sarı avlulardan göğe yükselip.  啊!

Anne hâlâ yerde. Yer var. İplikleri uzun, upuzun, bir bezi yüzüne örtmüş, annesinin. Bu hangisi? Biri ve yine. Hepsi daire, hepsi renkli. Asfaltın sıcağına doğru eriyorlar. Asfalt neden ıslak? Ayakları çıplak, elleri kasıklarının üzerinde, ağzı açık. Havadan gelebilecek ne varsa ciğerlerine doğru süpürerek, orada ne görüyorsa tırnaklarını geçirip bacaklarının arasına çekerek, ne duyuyorsa hıçkırıklarıyla söverek, kesilip kanayan ve iliklerine akan. Ağlıyor. Gözyaşları annesinin bedenine damlıyor. Bana bakıyor. Bir an. Bir düşüncenin elekten süzülerek belleğe döndüğü bir an içinde, böyle bir anidenlik içinde beni görüyor. 

Elleri iki yanda artık, iki solgun çiçek. Yerde yatıyorlar. Yer ıslak. Kırmızılar, sarılar arasında, egzoz bulutu içinde bir yüz, çizgileri iç içe, burnu basık, ağzı açık, gözleri yok… İnsanlar geçiyor, insanlar yok. 

Beni görüyor.

İki kadın. Biri ölü, diğerinin kalbi nerde? İkisi de yerde. Yer var. Asfalt yolun kıyısında, kaldırımdan uzak. Kıpırtısız. Sadece rüzgâr, rüzgar şimdi var, ılık ve sonra biraz serin, daha sonra soğuk bir fırtına, oysa yaz, belki dünyayı dört dönüp gücünü buraya, bu iki kadına ulaştırmış bir tufan esiyor, hortumunu bırakıyor. Oturan izleyen, kaçan korkan, bekleyen susan her kim varsa yutarak büyüyen, kıvrıldıkça derinleşen, hızlandıkça gürleyen bu hortumun içinde artık her şey. Kasıklar ve tırnaklar, şeyden ve gökyüzünden ibaret. Toz duman ve ilk olan. Beni de alıyor, alıyor, tutuyor, çeviriyor, döndürüyor, daireler içinde çevirerek, renklere boyayıp soldurarak, esip geçip, ordan esip burdan geçip yanlarına bırakıyor. 

Beni görüyor. Onu görüyorum. Yağmur yağmıyor. 

Sahne küçülüyor. Asfaltın rengi beyaza, arabalar beyaza, egzoz dumanı beyazdan daha beyaza, sahne ışığı beyaza, tenlerimiz beyaza, biz üçümüz solmaya, biz üçümüz nereye?

Üç kadın, yerde. Yüzü kuru, eli kalbimin üzerinde, eli su. Kasıklar birer kalptir. Uzanmışım yanına, ağzım bulanık, ağzım çamur. Geçen her saniye, izleyenlere ulaşıp hangi uzama evrilmiş hareketlerimiz, bakışlardan yansıyıp parlayan, çok yavaş, uzayı yırtan bacaklarımız, sahneyi enine kıran, üçgen ya da çokgen bölüp boyuna yapıştıran kollarımız, yavaş, çok yavaş ve beyaz bir kokuyla, tebeşir mi, belki, yeniden görünür oluyor. Önce bedenlerimizden, ardından sahnenin sönen ışıltısından, sonra her yerden gidiyoruz. Gittiğimiz yer yok. Kimse yok. Sahne yok. 

Üç kadın yerde, yan yana hizalanan bedenler, bekliyor. izleyenlerin üzerinde geziniyor görüntümüz. Geziniyoruz üzerinizde, hey! 

Bizi görün!

Sesi yükselip azalan ambulans sireni, ambulans da yok, yitiyor. Ellerimi kulaklarımdan çekip yanaklarımdan aşağı, boynuma, omzuma, kollarıma, birbirine veriyorum. Üzerimdeki gömleğin teni parmaklarımın ucunu, saten, bir kere değil, bilmiyorum kaç kere uyuşturuyor. Tatlı karıncalanma, yayılıyor bedenime. Et parçası anımsıyor, yeryüzündeki. Aynı kamaşma. Oh! 

            Seyirci ayağa kalkıyor, kim, çok yakın, gazete eskisini sahneye uzatıyor. İşte o gazete. Yüzümü yalayıp geçen küpür, altı çizilmiş haber başlığı, annenin kapalı gözlerinin üzerine konuyor:

Anne öldü.

 

 

Baba, 

Sırtına yapışmış hırkanın  sesini yutup tıkanmış nefesinde ya da ayaklarının balçığa batmış yayvan izlerinde aradım kendimi. Gözlerimi, kulaklarımı. Ayaklarımı ve adımlarımı. Büyük numara, sonsuz uzam. Kadar gelse de bedenime varlığın, o kadar değildi gölgen. 

Sen durdukça durmak, oyun sonrasından kalan havasız sınıf ve biraz da çekil kenara. Önce diyafram, sonra ciğer. Sırtın kambur, başım dik. Kalbin yok, bedenim ayakta. 

Çünkü. Bir materia prima olarak tarih: ilk hücre.

Su. 


CİN AYŞE 16, ÇOCUK(LUK) DOSYASI

Hiç yorum yok: