24 Temmuz 2011

CİN AYŞE SAYI 6
DOSYA KONUSU: YASTAYIZ YASTASINIZ YASTALAR
EKİM 2011'DE BULUŞMAK ÜZERE...

23 Temmuz 2011

CİN AYŞE 5 / DELİLİK, SANAT VE ART BRUT KADINLARI dosyasına kısa bir girizgâh

Psikiyatri mesleğinin gelişmesiyle birlikte, Foucault’nun klasik çağının zirvesi, dinsel taşkınlığın yerini cadıların deli insanlar oldukları inancının yaygınlaşmasına bıraktığına tanık oldu. Bu kayma kendiliğinden olmadı, cadılığa inanma tam bırakılmasa da yeni bir rasyonellik içinde biçim değiştirdi. Bu dönüşümde, cadı ya da dinsiz olan deli ilan ediliyor ve rasyonellikten yoksun olduğu için tedaviyle tekrar akıl sağlığına kavuşturulacağına inanılıyordu.
17. yy’dan evvel kadınlar toplumsal olarak kabul görmeyen ya da garip görünen her davranışı için ya fişleniyor ya da cadı olarak cezalandırılıyordu, 17.yyın ilk yarısında, Avrupa’da kadınlar en alt sosyal statüde bulunuyor ve kiliseye karşı işlenen tüm suçlar için zan altında kalıyorlardı. Women’s Madness: Misogyny or Mental Illness? adlı kitabında Jane Ussher, ortaçağ cadısının, kadın düşmanlığının yaygınlaşmasında ve kadının şeytanileştirilmesi düşüncesinde nasıl da bir manifesto niteliği taşıdığını söyler ve kadınların gördükleri işkencelerden bahseder. Ussher, Kiliseden Aydınlanma çağına geçişin de kadınların durumunu tam olarak değiştirmediğini, sadece kadın düşmanlığının (misogyny) biçim değiştirdiğini de ekler. Ta ki Freud’un 19 yy.da cadının şeytani olmadığı ancak onun sadece farklı bir inançta ya da toplumsal normların dışında kalan kadınlar olduklarını söyleyene kadar devam eder bu görüş.
18.yy’ın sonuna doğru deliliğin yeni algısı akıl hastalarına “deli” statüsü getirdi. Geçici bir süreliğine akıllarını yitirdikleri söylenen ama normal kabul edilen bu insanlar, suçlular ve kimsesizlerle beraber hapsedilmiyor; özel olarak onlar için yapılan akıl hastanelerine(bakımevi)kapatılıyorlardı artık. Delilik tedavisinde uzmanlaşan hekimlere ise “akıl hastalıkları uzmanı” deniliyordu.
Fransa’da 18 yy’ın sonundan 1920’lerin ortasına kadar, akıl hastalarının sanat yapıtları üzerine yazılanlar, bu uzmanların yazdıkları ve yayınladıklarıyla sınırlıydı. Bu ilk yazılarda, üretilene semptomatolojik bir bakış açısından bakılıyor, hastaların sanat yapıtları incelenip deliliğin parametreleri oluşturuluyordu.
Pinel, delilerin sanatı üzerine yazan ilk akıl hastalıkları uzmanı. 1801’de yayımladığı Medical Treatise on Mental Disorder or Mania kitabında çizen ve resim yapan iki hastadan bahsediyor.
19. yy’ın sonlarına kadar akıl hastalarının üretimleri resmi sanat alanından dışlandı.
Ama 20.yy’ın başına gelindiğinde rüzgârlar değişti, özellikle alienist Marcel Réja’nın yazdıklarıyla birlikte. 1901 yılında Revue Universelle dergisinde yayımlanan “L’art malade: dessins de fous”başlıklı makalesi ve bir ara sembolistlerin dergisi olan Mercure de France dergisindeki “L’Art chez le fous” başlıklı makaleleriyle akıl hastalarının sanatını tanıtmış olsa da, asıl bu statü pskiyatrist Morganthaler ve Hans Prinzhorn’un yapıtları sayesinde tamamıyla değişti, onlar şizofrenik sanatçının görünmesini sağladılar. 1921’de Bern’de yer alan Waldau psikiyatri hastanesinde doktor iken (sonra müdür olacak) orada bir hasta olan Adolf Wölfli ile ilgili bir monografi yazdı ve onun daha çok sanatsal tarzına odaklanarak onu bir hasta olarak değil bir sanatçı olarak inceledi. 1922’de ise Henry Prinzhorn Heidelberg Üniversitesi Psikiyatri hastanesinin koleksiyonundan derlediği bir kitap yayımladı. Bu gerçek bir sanat kitabı olarak sunuldu ve bu konudaki tüm algıyı değiştirdi. Çalışmaların çok renkli olması da ilgi çekmesi ve yaygınlaşmasında büyük rol oynadı.
19.yy’ın başında delilerin sanatına olan ilgiyi uyandıran iki önemli faktör var, bunlardan biri Romantizm akımı ki, deliliği gizli alemlere girmeyi sağlayan ulu bir durum olarak niteliyorlardı, ikinci olarak da akıl hastanelerinin ortaya çıkması (bu sayede hastaların üretmesi için mekân olmuş oluyordu) Romantikler nesnelliğe ve bireyselliğe özellikle vurgu yaptıklarından dolayı deliyi gerçekliğin yeni düzlemlerine seyahata çıkan bir kahraman olarak selamlıyorlardı. Delilikle dahiliğin eşitliğini ilk Platon ortaya atmış olsa da, ancak 19.yy’a gelindiğinde kültürel söylemin önemli bir öğesi haline geldi. Akıl hastanelerinin gelişimi ve psikiyatri mesleğinin yükselişi, Michel Foucault'nun Deliliğin Tarihi’yle (Madness and Civilization) birlikte başlayan çok yoğun bir tartışmanın konusu oldu.
Sembolistler, ekspresyonistler ve sürrealistler akıl hastalığını yüceltiyor ve onu kendi görsel araştırmalarında sıçrama tahtası olarak kabul ediyorlardı. Alman dışavurumcular akıl hastalığından ‘gerçek güç’, ‘sahicilik’ şeklinde bahsediyorlar ve çocuk resimlerine hayranlıkları gibi buna da hayranlıklarını belirtiyorlardı. Sürrealistler için de durum böyleydi. Max Ernst Köln’de düzenlediği Dada sergisinde kendi işlerinin yanı sıra diğer avangart işlere, çocuk resimlerine, Afrika heykellerine ve delilerin çalışmalarına yer vermişti. Andre Breton, Jean Dubuffet İsviçre ve Fransa’daki psikiyatri kliniklerinde araştırma yapmaya başlamadan 15 yıl önce yani 1930’da bu konuda araştırmaya başlamıştı bile.
ART BRUT tanımı
Jean Dubuffet’nin 1945 tarihli özgün kavramı Art Brut, önem verdiği için topladığı işler için kullandığı bir kavram, daha sonra bu kavram Lozan’daki Collection de l’Art Brut tarafından benimseniyor. Art Brut ‘ham sanat’ anlamına geliyor. Ham çünkü ‘pişmemiş, çiğ’ ya da kültür tarafından ‘bozulmamış’; ham çünkü direk ve çekingen olmayan bir yaratı formunda.
İşlerin biricik ve özgün olmasının yanı sıra, yaratıcılarının kabul görmüş toplum ve kültürün dışında var olduğu göze çarpar. Art Brut yaratıcılarının en hasları kendilerini sanatçı olarak görmez, sanat yaptıklarının farkında bile olmazlar.
21. yy’ın ikinci yarısına girerken, Art Brut alanını ve alaylı sanatı üç konu meşgul etmeye devam ediyor. Bunlardan ilki, Art Brut ile Jean Dubuffet’nin Kültürel sanat diye nitelendirdiği akademik sanat dünyası arasındaki kurumsal zıtlaşma. İkincisi ise farklı olsa da yapışık ikizler gibi denebilecek iki akademik olmayan sanat formunu –Avrupalı Art Brut konseptiyle kendi kendini eğitmiş, vernaküler sanatın Amerikan formülasyonu.
Bizi meşgul etmeye devam eden başka bir konu da: Varolan ve varolagelmiş sanat ortamında olsun, kültürün köşesinde bucağında kalmış unutulmuş üretim alanlarında olsun yeniden kadının durumuna ışık tutmak.
Derleyerek çeviren: Anita Sezgener

CLAIRE JONES Kadınlar ve Delilik







19.yy’da deliliğin dişilikle ilişkisi kadınların tarihini araştıran tarihçilerin çok ilgisini çekmiştir. Bu ilişkilendirme ta ortaçağa uzanıyor olsa da, mesela Norwich’li Julian gibi kadın mistiklere göre asıl Viktoryen çağda delilik bir “kadın hastalığı” olarak anılmaya başlamıştır.
O dönemde özentili orta sınıfın yükselişiyle birlikte kadınlar üzerinde baskı kuran ve onların özgürlüğünü kısıtlayan bazı yeni görgü kuralları getirildi. Bu orta-sınıf ailelerin status, ev dışında çalışmayan asil bir eş düşüncesine dayanıyordu (Coventry Patmore’un zamanın ünlü şiirinde, kadından “evdeki melek” diye bahsediliyordu). Bu yaklaşımların kaynağı olan Viktoryen tıp bilimi kadınları gitgide biyolojik terimlerin içine sığdırmaya başlamıştı: kadınlar doğası gereği pasif, bağımlı, cinselliğe isteksiz, anne olmak için doğmuş olan kocalarının hizmetlileriydiler. Bu inanışlar kadınların ve kızlarının ifade özgürlüğünü, eğitim ve mal mülk edinme haklarını çok katı bir biçimde kısıtlıyordu. Bu kodların dışında davranan kadınlar ‘sapkın’, ‘yapay’ ve ‘kadınsı olmayan’ davranışlar sergiledikleri gerekçesiyle kendilerini deli olarak yaftalanmış buluyorlardı. Tarihçiler, Viktoryen çağı doktorlarının ve akıl hastalıkları uzmanlarının ve ilk psikiyatristlerin tıbbi dergilere yazdıkları yazılardan, hasta raporlarından, kitaplar ve diğer yayımlardan kadın deliliğine ait birçok kayıt bulmuşlardır. Kadın hastaların deneyimlerini bulmak çok daha zor ancak kadınların yazdığı ve kadın deliliğini işledikleri sayısız romanın sayfalarına bakmak doğru olabilir.
Charlotte Bronte (Jane Eyre, 1847), Mary Braddon (Lady Audley’s Secret, 1862) ve başka yazarlar da yarı-otobiyografik romanlarında kendi kişisel deneyimlerini yazdılar. Florence Nightingale’in Cassandra’sı (1860) and Charlotte Perkins Gilman’ın The Yellow Wallpaper’ı (1892) kadınların deliliğinin tanımlarını yaparken bir yandan da orta sınıftan kadınların yaşamaya zorlandığı kıstırılmış entelektüel ve sosyal yaşamlardan deliliği sorumlu tutarlar.
Benzeri şekilde, Victoria Glendinning’in, Cambridge, Newnham Koleji’nde öğrenciyken muhtemelen astımdan nefesi tıkanarak 22 yaşında ölen teyzesini anlattığı A Suppressed Cry’ı (1969, 2. Baskı 1975) da sayabiliriz.
Deliliğin Dişileştirilmesi
Viktoryen çağda deliliğin dişilikle ilişkilendirilmesi edebiyatın yanı sıra sanat ve resimde de göze çarpar. 1850’lerden itibaren karşılaştırmalı istatistikler aracılığıyla, daha çok kadının akıl hastanesine kapatıldığı ve deliliğin temsilcisi olarak kadınların daha çok yaftalandığı doğrulanmıştır.
18. y.y’ın sonlarına gelinesiye kadar delilik maskülen olarak sunulmaktaydı.Bu kaymanın en iyi örneği de Viktoryenlerce çok popüler olan Ofelya imajlarıydı.
Ofelyanın çocuksu ve yaldızlı sunumları- John Everett Millais’s 1852’de Royal Academy’de sergilenen ünlü tablosu gibi- cinselliği de çağrıştıran kararsız imajlardı. Ofelya o dönem belirli bir ‘tip’ deliliği tanımlamak için de kullanılmıştır.
Bu değişimin zamanlamasının böyle olmasını, Viktoryen toplumdaki değişim ve kadınlığın özünde cinsellik taşıması anlayışının artmış olması bağlamında değerlendirmek yerinde olur. Cinsellik kadının doğasının belirleyici özelliğiydi: bu yüzden de iffetli olma kodları, rehber kitaplar, buluğ çağıyla beraber cinsel ayrım, evlilik ve diğer patriyarkal toplumsal düzenlemeler kadının ‘zayıf’ karakteri ve eğilimini korumak ve yönetmek için gerekliydi. ‘Zayıf’ ve ‘bağımlı’ kadının öbür tarafında tabii ki, erkeksi, güçlü, ahlaken doğru, kadınını koruyan, disiplinli, ideal Viktoryen erkeği duruyordu.
Delilik, Kadınlar ve Viktoryen Çağda Roman
1860’ların sansasyonel kadın romanları zamanlarının en çok satış rekoru kıran edebi eserleriydi. Ortak konu ya karanlık bir sırrı olan saygıdeğer bir aile ya da dolapta saklanan tüyler ürpertici iskeletlerdi. Genellikle öykü eviçi alana odaklanıyordu ve özellikle kadınların sırları üzerine oturtuluyordu.
Mary Braddon’un ilk romanları kadınların gizledikleri geçmişleriyle ilgili hikâyelerdi ve çoğu kadın karakteri ya katil, ya iki kocalı ya da suçluydu. En önemli iki romanı, Lady Audley’s Secret and Aurora Floyd’da kadın karakterler iki kişiyle birden evliydi. Bu iki kadın kahraman, patriyarkal aile tarafından kısıtlanmazlarsa, kadınların nasıl tutkularının ve şehvet düşkünlüğünün kurbanı olup ‘vahşi hayvanlar’a dönüşecekleri korkusunu (orta sınıf içinde yaygınlaşmış) sömürerek somutlaştırıyordu.
Lady Audley’s Secret’ın konusu ise, kadınların üremelerindeki istikrarsızlığa bağlı olarak deliliğe eğilimli oldukları ve bunun da anneden kızına genlerle aktarılabileceği yönündeki çağdaş tıp teorisini birebir yansıtıyordu. Lady Audley’nin garip davranışları oğlunun doğumundan sonraya ve ateşinin yükseldiği bir loğusa nöbetine denk düşüyordu (doğum, kadınların akıl hastalığına en eğilimli oldukları zaman olarak kabul görüyordu)
Lady Audley’nin deliliğinin sorusu- O gerçekten deli mi yoksa sadece kötü biri mi- anlatının ana ekseni. Kitabın sonunda kadın ‘düzgün’ kadınsılığın sınırlarını aştığı için özel bir akıl hastanesine kapatılıyor ve sorun çözülüyor. Böylece, ‘evdeki melek’ ‘evdeki dehşet’e dönüşmüş oluyor.
Wilkie Collins’ın The Woman in White’ı (1859/1860 arası dizileştirilmiş) haksız yere özel bir akıl hastanesine kapatılmış iki kadını konu edinir. Bu özel akıl hastaneleri, devlete bağlı hastanelere alternatif olarak kurulmuştu.
Jane Eyre’da, Rochester’ın ilk eşi Bertha ‘Mad Woman in the Attic’’e model oluşturur. Cinselliğine düşkün, iffetsiz, asi olarak çizilir ve kabul görmüş kadınlık davranışlarına uymayı reddeder. Ve sonuç olarak da göz önünden kaldırılır ve deli diye damgalanıp kapatılır.
Viktoryen Çağda Psikiyatri
Zamanın tıbbi yazını, doktorların, kadınların akıl hastalığına karşı savunmasız olduğu ve onu korumak için de cinselliğinin ve adetlerinin düzenlenmesi gerektiğine inandıklarını açıkça ortaya koyuyordu. Annelere kızlarının menstrüasyonunu geciktirmeye çalışmaları öğütleniyordu ve doktorlar kadınların bedenlerini denetim altında tutup zihinlerini düzenlemek istiyorlardı. Dr Isaac Baker Brown, Londra’daki özel kliniğinde kadınların deliliğini tedavi amaçlı ilk klitoridektomi (klitorisin çıkarılıp atılması) pratiğinin cerrahi öncülüğünü yaptı. Hastalarından biri sadece 10 yaşındaydı ve 1857’de yeni Medeni Kanun gelesiye daha birçokları orada tedavi edildi. Bir başka genç hasta, ‘ruh halinde değişiklikler yaşadığı’, ‘okumaya çok zaman ayırdığı’ ve erkeklere karşı çok girişken davrandığı gerekçesiyle ailesi tarafından kliniğe getirilmişti.
Elaine Showalter klitoridektomiyi, kadınların cinselliğini sadece üremeye indirgeyen bir ideolojinin cerrahi yaptırımı olarak görür, çünkü bu ideoloji, o dönem deliliğin semptomu olarak kabul edilen kadınların cinsel arzusunu tasfiye etmiştir.
Kaynaklar:
Lisa Appignanesi, Mad, Bad and Sad: A history of the mind doctors from 1800 to the present (Virago 2008) Sandra Gilbert and Susan Gubar, The Madwoman in the Attic: The woman writer and the nineteenth-century literary imagination (Yale University Press, 1979) Elaine Showalter, The Female Malady: Women, madness and English culture 1830-1980 (Virago, 1985).
Çeviren: Anita Sezgener
cin ayşe sayı 5

Cin Ayşe sayı 5 çıktı: Delilik, Sanat ve Art Brut Kadınları





















"Hafızalara taze, deltalara su" 2008 yılında Anita Sezgener editörlüğünde çıkmaya başlayan Cin Ayşe, kadınların kültür-sanat-edebiyat fanzini, 5. ve son sayısıyla karşınızda…


Cin Ayşe’nin belirgin amaçları var. Bunlardan ilki, kadınların yazdıklarına sansürsüz, genel ahlâkı dışarıda bırakarak görünürlük kazandırmak; kadının tarihin dışına bırakılmışlığına, itilmişliğine sekte vurmak. Amaçlardan bir diğeri de, kaz(ı)ma işlemi yapmak. Bu kazı çalışmasının en temel amacı kadının, eril anlayışla kurulu sanat tarihindeki yerini yeniden teslim etmek. Tarihin içinde bir kazıma işlemi gerçekleştirmek için belirli dosyalar hazırladı Cin Ayşe. ‘Kadınların Dada’sı’ ve ‘Beat kuşağı kadınları’ dosyaları bunlara örnek.
Cin Ayşe’nin 5. sayısının dosya konusu, ‘Delilik, Sanat ve Art Brut Kadınları’. Bu dosyayla yine amaçlanan, ister varolan ve varolagelmiş sanat ortamında olsun, ister kültürün köşesinde bucağında kalmış ve unutulmuş üretim alanlarında olsun yeniden kadın yaratıcının durumuna ışık tutmak. Kadınların sıra dışı davranışları yüzünden ‘cadı’ olarak fişlendiği ve zulüm gördüğü Ortaçağdan günümüze, kadınların delilikle nasıl ilişkilendirildiğine bakmak ve Jean Dubuffet’nin 1945’te ilk defa ortaya attığı Art Brut (ham sanat) kavramı üzerinden, hayatlarının çoğunu akıl hastanesinde geçirmiş ve sonlandırmış olan muhteşem kadın yaratıcılarla Cin Ayşe okurunu buluşturmak.

Deltaya su koyanlar: tezer özlü. ayşegül tözeren. ılgın yıldız. janset karavin. halide edip demir. neslihan mengüç. dilek aydın. anita sezgener. zeynep talay. özge çelikaslan. suzan sarı. anita sezgener. miranda argyle. claire jones. elaine showalter. valery oisteanu. slyvia plath. gül yaşartürk. elisabeth mayerhofer. barbara kevles. katarzyna szmigiero. kate millet. jeanette wınterson. charlotte perkins gilman. gaia müzesi. art brut kadınları

Bu sayının çevirileri: anita sezgener, ayşegül taşıtman, şefika g. kamcez, gülgün şerefoğlu, ayşe güngör, ılgın yıldız, beray selen & ezgi başak, zeynep demirsü, yeliz yorulmaz

Cin Ayşe’ye erişmek veya cinliklerini göndermek isteyenler için: e-posta: cinaysefanzin@gmail.com blog: http://cinayse.blogspot.com/