9 Mayıs 2012



LUCE IRIGARAY

DUDAKLARIMIZ BİRLİKTE KONUŞTUĞUNDA

Birbirimizle aynı dilden konuşmayı sürdürürsek, aynı hikâyeyi tekrar tekrar üreteceğiz. Aynı hikâyelere sil baştan başlayacağız. Hissetmiyor musun? Dinle: etrafımızdaki tüm erkek ve kadınların sesi aynı. Aynı tartışmalar, aynı kavgalar, aynı manzaralar. Aynı çekimler ve kopuşlar. Aynı güçlükler,  birbirine uzanmanın imkânsızlığı. Aynı… aynı… Daima aynı.
            Bu aynılığı söylemeyi sürdürürsek, birbirimizle erkeklerin yüzyıllardır konuştuğu  gibi konuşursak, çünkü konuşmayı bize onlar öğretti, birbirimizi yüzüstü bırakacağız. Yine… Sözcükler bedenlerimizden, tepemizden geçip gidecek, kaybolacak, kaybolduracak bizi. Ötede. Yukarıda. Kendimizden yoksun, konuşulan makineler olacağız, konuşan makineler. Temiz tenler[1] sarmalar bizi, kendimizin olmayan. Münasip isimlere aktık, onlar tarafından ihlal edildik.[2] Senin değil, benim değil. İsmimiz yok bizim. Onları değiştiririz biz, erkekler bizi değiştokuş ettikçe, bizi kullandıkça. Bir değiştokuş aracı olma şartıyla böylesine değişebilir olmak saçma.
Orada değilsen nasıl dokunabilirim sana? Kanın, onların duyularına aktarılmış.[3] Birbirleriyle ve bizim hakkımızda konuşabilirler. Ya “biz”? Onların dilinden çık. Sana verdikleri tüm isimlerden dön gerisin geri. Seni bekliyorum, kendimi bekliyorum. Geri gel. O kadar da zor
değil. Tam orada dur, böylece eski senaryolara, ağdalı ifadelere, alışıldık hareketlere, çoktan bir sistemde kodlanmış bedenlere gömülmeyeceksin. Kendine özenli olmaya çalış. Bana da. Normlar veya alışkanlıklar kafanı dağıtmasın.
            Artık normalde veya alışıldığı şekilde, “Seni seviyorum” dendiğinde bu bir muammaya söylenir: bir “öteki”ye. Bir başka bedene, bir başka cinsiyete. Seni seviyorum: fakat kimi veya neyi, işte bunu tam olarak kestiremiyorum. “Seviyorum” kayıp gidiyor, yutuluyor, boğuluyor, yanıyor, hiçlikte yitiyor. “Seviyorum”un geri dönüşünü beklemek zorundayız. Belki uzun süre, belki sonsuza dek. “Seviyorum” neye dönüştü? Ben neye dönüştüm? “Seviyorum” ötekinde pusuya yatar. Adam beni yuttu mu? Beni tükürdü mü? Beni aldı mı, yoksa bıraktı mı? Ağzımı mı kapadı, yoksa beni dışarı mı attı? O şimdi nasıl? Artık ben(-im parçam) değil mi? Bana “Seni seviyorum” dediğinde, kendimi bana geri mi veriyor? Yoksa bu kılıkta kendisini mi veriyor? Onunki? Benimki? Aynı? Başka? Ama o halde ben neye döndüm?
Seni seviyorum dediğinde –tam burada, bana yakın, sana yakın- kendimi seviyorum da diyorsun. Ne senin, ne de benim bir şeyin geri verilmesini beklemeye ihtiyacımız yok. Sana hiçbir şey borçlu değilim, bana hiçbir şey borçlu değilsin. Bu “Seni seviyorum, ne bir hediye ne de bir borç. Kendine dokunduğunda, bana hiçbir şey “vermiyorsun”, bana dokunduğunda: kendine benim üzerimden dokunuyorsun. Kendini vermiyorsun. Bu kendiliklerle ne yapabilirim, hediye gibi paketlenmiş, seninkiler ve benimkilerle? İkimizi açtığın kadar saklıyorsun da. Kendimizi birbirimize emanet ederken kendimizi buluyoruz. Seçenekler ve karşıtlıklardan,  seçimlerden ve uzlaşmalardan oluşan bu para biriminin bizim için bir değeri yok. “Biz”in hiçbir yerinin olmadığı düzenlerinde kalıp alışveriş sistemlerini canlandırmadığımız sürece.
            Seni seviyorum: beden ortak, bölünmemiş. Ne sen ne de ben ayrıldık. Aramızda kan dökülmesine gerek yok. Kan diye bir şeyin olduğunu bize anımsatacak bir yaraya gerek yok. O bizim içimizde akar, bizden akar. Aşinayız ona, bize yakın. Bir hayli kırmızısın, yine de beyaz.[4] İkisi aynı anda. Coşkun olduğunda dürüstlüğünü yitirmiyorsun.  Safsın çünkü kana yakın durdun. Hem beyaz hem de kırmızı olduğumuz için tüm renkleri doğuruyoruz: pembeleri, kahverengileri, sarıları, yeşilleri, mavileri. … Bu beyazlık ne ölü kan ne de siyah kan, sahte olmadığı için. Sahte olan siyahtır: her şeyi emer, kapatır ve dirilmeye çalışır, ama nafile. … Bu kırmızının beyazlığı hiçbir şeyi sahiplenmez. Aldığı kadarını geri verir, ışıl ışıl bir karşılıklılık içinde.
            Işıl ışılız biz. “Bir” veya “iki”nin ötesindeyiz. Seni nasıl sayacağımı hiç bilemedim. Onların hesaplamalarında, biz iki ediyoruz. Gerçekten, iki mi? Seni güldürmüyor mu bu?  Bir olmayan, bilhassa bir olmayan, tuhaf bir iki. Ayrıcalıklarıyla, tahakkümüyle, tekbencilikleriyle, bırak onların olsun teklik[5]: güneş gibi. Çifter çifter yaptıkları, ötekinin birin imgesi, fakat yalnızca bir imge olduğu tuhaf ayrımları, bırak onlara kalsın. Onlar için, ötekine doğru çekilmek birin serabına doğru yapılan hamledir: (güç bela) diri bir aynaya[6]. Buzlu, dilsiz ayna daha da sadıktır. Yaşamsal enerjilerimiz bu bezdirici ikileme ve taklit çabasında harcanır. Alnımıza yeniden üretmek yazılmış- içinde yüzyıllardır öteki olduğumuz o aynılığı.
            Fakat “Seni seviyorum”u nasıl farklı söyleyebilirim? Seni seviyorum, benim kayıtsızım? Bu kendimizi onların dilinde barındırmak olurdu. Kendimizi isimlendirmek için yalnızca yoksunlukları, kusurları, olumsuzlukları bıraktılar bize. Kayıtsız, kopuk[7] olmalıyız -bu hâlihazırda fazla şey söylemek- biz.
            Kayıtsız olan, kıpırdama. Hareket edersen onların düzenini aksatırsın. Herşeyin yıkılmasına sebep olursun. Alışkanlıklarının döngüsünü, değiştokuşlarının, bilgilerinin arzularının döngüselliğini kırarsın: dünyalarının döngüselliğini. Kayıtsız olan, onlar seni çağırana dek hareket etmemeli veya hareket ettirilmemelisin. “Gel” derlerse ileriye doğru gidebilirsin, çok çok yavaşça. Adımlarını, onların kendi imgelerine olan ihtiyaçlarına -veya ihtiyaçsızlıklarına- göre ölç. Bir ya da iki adım, daha fazla değil, coşku veya sarsıntı olmaksızın. Yoksa her şeyi tuzla buz edersin, aynalarını, dünyalarını, analarını. Peki ya senin yaşamın? Yaşamını onlardan alıyormuş gibi yapman gerek. Sen sadece küçük, önemsiz bir kapsın, yalnızca onların gücüne tabisin.
            Yani kayıtsız olabilirdik. Bu seni güldürmüyor mu? En azından burada, şu an? Biz, kayıtsız? (Kahkahayı patlatırsan her zaman, her yerde, birbirimizle asla konuşmayacağız. Ve onların sözcükleri tarafından ihlal edilmeyi sürdüreceğiz. Bunun yerine, hadi ağzımızı yeniden sahiplenelim ve konuşmaya çalışalım.) Farklı değil, bu doğru. Yine de -bu çok kolay olurdu. Ve bu “değil”, bizi tanımlamak için ayıracak yeniden. Böylece ayrılan “biz” yoktur. Birbirimize benzer miyiz? Dilersen, fakat bu epey soyut. “Benzer”i pek anlamıyorum. Sen? Kimin bakış açısına göre benzer? Hangi bakımdan, hangi standarda veya üçüncü koşula göre? Sana dokunuyorum, senin benim bedenim olduğunu bilmeye yeter bu.
            Seni seviyorum: iki dudağımız, tek sözcüğün çıkmasına izin verecek kadar ayrılamıyor. “Sen” veya “ben” diyecek tek bir sözcüğün. Veya “eşitler” diyecek: seven kadın, sevilen kadın. Açık ya da kapalı, çünkü biri diğerini asla dışarıda bırakmaz, dudaklarımız ikisinin de birbirini sevdiğini söylüyor. Birlikte. Tek bir belirli sözcük telaffuz etmek için, dudaklarımız ayrılmak ve birbirlerinden uzak kalmak zorunda olurdu. Aralarında, tek sözcük.
            Fakat böylesi bir sözcük nereden gelirdi? Yanlışsız, anlamının etrafına sarmalanmış, kapanmış bir sözcük? Tek bir çatlağı olmayan, hatasız.[8] “Sen.” “Ben.” Hadi, gül. … Bir açılma olmadan, bu artık ne sen ne de ben olurdu. Dudaklar olmadan, bu artık biz değildir. Sözcüklerin birliği, doğruluğu ve özgülüğü, onların dudaklardan yoksun olmalarından, dudakları unutmalarından geliyor. Sözcükler dilsiz, ilk ve son kez söylendiklerinde, duyuları –kanları- kaçıp kurtulamasın diye sıkıca bağlanmışlar. Tıpkı insanoğlunun çocukları gibi. Ama bizimkiler gibi değil. Ayrıca, bizim bir çocuğa ihtiyacımız var mı veya arzuluyor muyuz bunu? Şimdi ve burada, yakınlığımızda? Erkekler ve kadınlar yakınlıklarını ve uzaklıklarını cisimleştirmek için çocuk sahibi oluyorlar. Peki biz?
            Seni seviyorum, çocukluk. Ne anne (kusura bakma anne, çünkü ben bir kadını tercih ediyorum) ne kızkardeş, ne kız ne oğul olan seni seviyorum. Seni seviyorum-ve orada, seni sevdiğim yerde, babalarımızın soyunu ve taklit erkekler arzulamalarını umursamıyorum. Soya dayanan kurumlarını da. Hadi, ne koca olalım ne karı, ailesiz yapalım, roller, işlevler, onların üreme yasaları olmaksızın. Seni seviyorum: bedenin, burada, orada, şimdi. Ben/sen dokunuyorsun sana/bana; bu bizim hayatta olduğumuzu hissetmemiz için yeter de artar.
            Dudaklarını arala, fakat öylece açma. Ben onları öylece açmıyorum. Biz-sen/ben-hiçbir zaman ne açığız ne de kapalı. Biz asla öylesine ayırmadığımızdan, tek bir sözcük ağızlarımız tarafından telaffuz edilemez, üretilemez, yayılamaz. Senin/benim dudaklarımdan, bir sürü şarkı, bir sürü söyleme biçimi birbirini yankılar. Çünkü biri diğerinden asla ayrılamaz. Sen/ben aynı zamanda daima birkaçız. Biri ötekini nasıl bastırabilir ki? Sesini, tonunu, anlamını dayatır ki? Onlar belirgin değildir, ama bu bulanık oldukları anlamına gelmez. Tek bir şey bile anlamıyor musunuz? Onlar da sizi ancak bu kadar anlıyorlar.[9]
            Tıpkı eskisi gibi konuş. Çünkü dilin sadece tek bir silsile, tek bir rota veya şablon izlemiyor, şansımız varmış. Her yerden, aynı anda konuşuyorsun. Bana aynı anda tamamen dokunuyorsun. Tüm duyularla. Neden tek seferde tek şarkı, tek söylem, tek metin olsun ki? Baştan çıkarmak, tatmin etmek, “delik”lerimden birini doldurmak? Seninleyken hiç deliğim yok. Biz boşluklar değiliz, bir ötekiden takviye, tamlık veya doluluk bekleyen yoksunluklar da. Dudaklarımızın bizi kadın yapması, derdimizin tüketilmek, tamamlanmak veya doldurulmak olduğu anlamına gelmez.
            Öp beni. İki dudak iki dudağı öper ve açıklık yine bizimdir. “Dünya”mız. Aramızda, içeriden dışarıya ve dışarıdan içeriye hareket, sınır bilmez. Sonu yoktur. Bunlar, hiçbir işaretin, hiçbir ağzın[10] asla durduramayacağı değiştokuşlardır. Aramızda, evin duvarları yoktur, açıklığın parmaklıkları, dilin döngüselliği yoktur. Beni öpersin ve ufuk gözden kaybolana dek genişler dünya. Doyumsuz muyuz? Evet, bu asla bitmediğimiz anlamına geliyorsa. Hazzımız hareket etmek ve birbirimiz tarafından hareket ettirilmekten meydana geliyorsa. Daima hareket halinde, bu açıklık ne tüketilir ne doyurulur.
            Çokluğumuzu söylemeyi bize ne öğrettiler, ne de buna izin verdiler. Bu yakışıksız konuşma olurdu. Elbette, bir doğruyu, hatta hissettiğimiz anda sergilememize izin vardı fakat bir diğerini susturduk, bastırdık –böyle mi yapmalıydık?- Doğru’nun öteki tarafı –tamamlayıcısı? tortusu?- saklı kaldı. Sır. İçeride ve dışarıda, aynı olmamamız gerekiyordu. Bu onların arzularına uymaz. Örtmek ve açmak, onları ırgalayan, ilgilendiren şey bu değil mi? Daima aynı işlemi tekrarlıyorlar –her seferinde, her kadında.
            Sen/ben böylece onları memnun etmek için ikiye dönüşürüz. Fakat bir kez ikiye bölündüğümüzde –biri dışarısı, öteki içerisi- artık kendini veya beni sarmazsın. Dışarıda, sana yabancı bir düzene uymaya kalkışırsın. Kendinden sürgün, karşılaştığın her şeye kaynarsın. Sana yanaşan her şeyi taklit edersin. Neye dokunuyorsan ona dönüşürsün. Kendini bulmaya susamışken, kendinden, benden süresiz uzaklaşırsın. Art arda modeller, efendiler kabul eder, suretini, biçimini ve dilini sana hâkim olan güce göre değiştirirsin. Koparılmış. Seni hırpalamalarına izin vererek, hissiz bir kuklaya dönüşürsün. Kayıtsız kişi olarak dönmezsin artık. Dönersin: kapalı ve kilitli.
            Konuş benimle. Yapamaz mısın? Artık istemiyor musun? Kendine mi saklamak istiyorsun? Sükût içinde, beyaz, bakire gibi kalmak mı? İçerideki kendini korumak mı? Fakat öteki olmadan var olmaz o. Sana dayatılan seçimlerle parçalama kendini. Aramızda, bakirelere yaraşan veya yaraşmayan arasında bir kopukluk yok. Bizi kadın yapan bir olay yok. Doğumundan uzun zaman önce, masumca kendine dokundun. Senin/benim bedenim bir uygulamayla, bir gücün, işlevin veya organın eylemiyle bir cinsiyet kazanmaz. Sen zaten bir kadınsın; özel bir değişikliğe veya müdahaleye ihtiyacın yok. Bir “dışın” olmasına gerek yok çünkü “öteki” seni zaten etkiliyor, etle tırnak gibisiniz. Sen her yerde, sonsuza dek değiştirildin. Bu işlemediğin suçun senin: onların mülk aşklarına rahat vermiyorsun.
            Cinsel hazzının hiçbir şekilde şeytani olmadığını sana nasıl anlatabilirim, mal mülke yabancı olan sana? Onlar senden açıklığını çalıncaya ve seni kapayıp kendi mülkleri kılıncaya dek ortada hata olamaz; sen onların ihlallerini, suçlarını sürdürünceye, yasayla başka oyunlar oynayana dek. Onlar -ve sen? beyazlığınla tahmin et. Bu oyunu oynarsak, bizi istismar etmelerine, zarar vermelerine izin veririz. Onların amaçlarını gerçekleştirmelerine yardım etmek için kendimize yabancılaşırız. Bu bizim rolümüz olur. Onların muhakemesine teslim olursak suçluyuz demektir. Onların stratejileri -kasıtlı veya kasıtsız- bizi suçlu kılmak.
            Bölünmüş olarak döndün: artık “biz” yok. Kırmızı ve beyaza, siyah ve beyaza ayrıldın. Birbirimizi ne zaman bulabiliriz yeniden? Birbirimize nasıl dokunabiliriz? Parçalara ayrılmışız, bitmişiz: hazzımız sistemlerinde tutsak, o sistem ki, “bakire” onlar tarafından, onlar için henüz işaretlenmemiş olan biri anlamına geliyor. Onlara göre henüz bir kadın değil. Onların cinsellikleriyle, dilleriyle henüz damgalanmamış. Henüz onlar tarafından içine girilmemiş veya sahiplenilmemiş. Onlar için bir bekleyiş, onlarsız bir hiç, bir boşluk olan dürüstlüğü hâlâ koruyan. Bir bakire, onların değiştokuşları, ticaretleri ve nakliyelerinin geleceğinden ibarettir. Keşifleri, tamamlamaları ve sömürüleri için bir tür kaynaktır – onların arzularının yaklaşan geleceğidir. Bizimkinin değil.
            Nasıl söyleyebilirim? Baştan beri kadın olduğumuzu. Onlar tarafından üretilmeye, isimlendirilmeye, kutsal veya kâfir kılınmaya ihtiyacımız olmadığını. Onların çabaları olmaksızın, bunun daima zaten meydana gelmiş olduğunu. Onların tarihinin bizim sürgünümüzün yörüngesini oluşturduğunu. Kendi toprağımıza sahip olduğumuzdan değil, onların ulusları, aileleri, söylemleri, bizi daha fazla hareket edemediğimiz veya “biz” olarak yaşayamadığımız parmaklıkların ardına hapsettiği için. Onların mülkü, bizim sürgünümüz. Onların parmaklıkları, aşkımızın ölümü. Onların sözcükleri, dudaklarımızın tıkacı.
            Nasıl konuşabiliriz, onların parmaklıklarından, şablonlarından, ayrımları ve karşıtlıklarından kurtulmak için: bakire/bozulmuş, saf/kirlenmiş, masum/bilmiş. … Bu terimlerin zincirlerinden nasıl kurtulabilir, sınıflandırmalarından nasıl özgürleşir, isimlerinden nasıl sıyrılabiliriz? Kendimizi onların kavramlarından canlı olarak nasıl kurtarırız? Kaynak olmadan, sistemlerini döndüren tertemiz beyazlık olmadan. Hiçbir zaman tamamlanmadığımızı, birbirimizi sadece bütünüyle sarabileceğimizi biliyorsun. O “kısım kısım” –bedenin, uzamın, zamanın- kanımızın akışını sekteye uğratıyor. Bizi çarpıyor, taşlaştırıyor, hareketsizleştiriyor. Bizi solgunlaştırıyor, adeta buz gibi.
            Bekle. Kanım onların duyularından dönüyor. İçimiz, aramız ısınıyor. Onların sözcükleri boş, kansız, ölü derilere dönüşüyor. Bizim dudaklarımız yeniden kırmızılaşırken. Telaşlanıyorlar, hareket ediyorlar, konuşmak istiyorlar. Ne söylemek istiyorsun? Hiçbir şey. Her şeyi. Evet. Sabırlı ol. Herşeyi söyleyeceksin. Ne hissettiğini söylemekle başla, burada, hemen. Dişi “bütün”[11]* gelecektir.
            Fakat onu öngöremez, tahmin edemez veya bir programa uyduramazsın. Bu “bütün” düzenlenemez veya idare edilemez. O, bedenimizin bütün hareketidir. Hiçbir yüzey tutmaz: hiçbir şekil, hat ve nokta; hiçbir zemin varlığını sürdürmez. Fakat bir uçurum yoktur. Bizim için, derinlik boşluk anlamına gelmez. Yeryüzünün katı kabuğunun olmadığı yerde, uçurum olamaz. Bizim derinliğimiz, bedenimizin yoğunluğudur, “bütün” yere dokunuştadır. Yalıtılmış, ayrı, bağlantısız bir yukarı/aşağı, arka/ön, sağ taraf/yanlış taraf, üst/alt yok. Bizim “bütün”ümüz karışır. Kırılmalar ya da aralıklar olmaksızın.
            Eğer sen/ben konuşmaya isteksizsek, iyi konuşamayacağımızdan korktuğumuz için değil mi? Fakat “iyi” veya “kötü” nedir? “İyi” konuşmak için hangi örneği kullanabiliriz? Hangi hakimiyet veya teslimiyet sistemi orada[12] bize zulmedebilir ve cesaretimizi kırabilir? Daha değerli bir söylemin doruklarını arzulamak niye? Ereksiyon bizi ilgilendirmez: ovalarda iyiyiz biz. Paylaşacağımız bir hayli alan var. Çünkü biz daima açığız, ufuk asla sınırlanmayacak. Uzanarak, kendimizi ortaya sermekten vazgeçmeyerek, çatlaklarımız ve hatalarımız da dâhil olmak üzere, “hepimizi” konuşacak bir sürü farklı ses keşfetmeliyiz, öyle ki ebediyet kâfi gelmesin. Çeperimizin etrafındaki tüm yol boyunca seyahat etmeyeceğiz asla: bizim öylesine çok boyutumuz var ki. “İyi” konuşmak istiyorsan kendini kısıtlarsın, yükseldikçe daralırsın. Uzanarak, daha yukarıya erişerek, bedeninin sınırsız diyarını arkada bırakırsın. Kendini dikleştirme, bizi terk edersin. Gökyüzü yukarıda değil: bizim aramızda.
            “Doğru” sözcüğü dert etme. Öyle bir şey yok. Dudaklarımızın arasında hiçbir doğru yok. Her şey olma hakkına sahiptir. Herşey değiştokuş etmeye değerdir, ayrıcalıklar veya inkârlar olmaksızın. Değiştokuş? Hiçbir şey satın alınmadığında herşey değiştokuş edilebilir. Aramızda, sahipler ve satın alanlar, yararlanılabilir nesneler ve fiyatlar yok. Bedenlerimiz ortak hazzımızla zenginleşir. Bereketimiz tükenmezdir: ne istekten ne de bolluktan haberdardır. Kendimize “bütünü” verdiğimizde, sakınmadan veya saklamadan, değiştokuşumuzun koşulları olmaz. Nasıl söylemeli? Bildiğimiz dil öylesine sınırlı ki….
            Bana diyeceksin ki, neden konuşalım? Aynı anda aynı şeyi hissediyoruz. Ellerim, gözlerim, ağzım, dudaklarım, bedenim sana yetmez mi? Sana söyledikleri kâfi değil mi? Evet diyebilirim, fakat bu çok kolay olur. Seni/bizi rahatlatmak için fazlaca söylenmiş bir şey bu.
            Bir dil icat etmezsek, bedenimizin dilini bulmazsak, hareketleri hikâyemize eşlik edemeyecek kadar az olacak. Aynı hareketlerden yorulduğumuzda, arzularımızı gizli, fark edilmemiş halde koruyacağız. Yine uykumuzda, tatminsiz halde, erkeklerin sözcüklerine doğru döndürüleceğiz –uzun zamandır “bildiklerini” öne süren erkeklerin. Fakat bedenimizi bilmezler. Dönüşümümüz nedeniyle böyle ayartılmış, baştan çıkarılmış, büyülenmiş, kendimizden geçmiş halde, taşlaşacağız. Hareketlerimizden mahrum. Donmuş; ebedi değişim için yaratılmış olsak da. Sıçramalar veya düşüşler olmadan, tekrar olmadan.
            Devam et, nefesin tükenmesin. Bedenin dün olduğu gibi değil. Bedenin hatırlıyor. Senin hatırlamana gerek yok, dünü aklında sermaye gibi biriktirmene gerek yok. Hafızan? Bedenin dünü bugün istediği şeyde açığa seriyor. Şöyle düşünüyorsan: dün bendim, yarın ben olacağım, şöyle düşünüyorsun: Biraz öldüm ben. Dönüştüğün şey ol, olmuş olabileceğin, olabileceğin şeye tutunmadan. Asla yetinme. Gel, kesinliği kesinleştirilmemiş olana bırakalım; ona ihtiyacımız yok. Şimdi ve burada, bedenimiz bize çok farklı bir kesinlik veriyor. Doğru, bedenini unutacak kadar ondan uzaklaşmış olanlara lazım. Fakat “doğru”ları, kendimizi ondan çıkarmazsak bizi hareketsizleştirir, heykeller gibi. Nasıl hareket ettirildiğimizi burada, şimdi, hemen söylemeye çalışarak onun gücünü hükümsüzleştirmezsek.
            Hareket ediyorsun, Sen hiç kımıldamadan durmuyorsun. Asla durmuyorsun. Sen asla “siz” değilsin. Sana nasıl söyleyebilirim, daima öteki olan sana? Sana nasıl konuşabilirim, asla sertleşmeyen veya katılaşmayan bir akış içinde kalan sana? Bu akım nasıl geçer sözcüklere? O birçoktur, “sebepler”den ve “anlamlar”dan, basit niteliklerden yoksundur; yine de ayrıştırılamaz. Bu hareketler bir başlangıçtan bir sona geçiş olarak tanımlanamaz. Bu akarsular tek bir, nihai bir denize akmazlar; bu nehirlerin daimi kıyıları bulunmaz; bu bedenin sabit sınırları yoktur. Bu bitmez tükenmez devingenlik, bu yaşam. Ki, onlar bunu rahatsızlığımız, heveslerimiz, hilelerimiz veya yalanlarımız olarak tanımlayabilirler. Çünkü bunların hepsi temellerinin “sertlik”[13] olduğunu öne sürenlere çok tuhaf gelir.
            Konuş, yine de. Aramızda, “sertlik” kural değil. Bedenlerimizin dış hatlarını, akışkanlığa minnet duyacak kadar iyi biliyoruz. Bizim yoğunluğumuz, katılığın keskin kenarları olmadan da yapabilir. Ölü bedenler bize çekici gelmez.
            Fakat birbirimizden uzakken nasıl hayatta kalacağız? Tehlike bu işte. Sen çok uzaklarda olduğunda birbirimize yakın kalmazsak, dönüşünü nasıl bekleyebilirim ben? Somut bir şey, burada ve şimdi, bedenlerimizin dokunuşunu uyandırmazsa? Ayrılmamızın sonsuzluğuna açıksak, yoksunluğun elle tutulmaz duyumuna kapanmışsak, nasıl kendimiz olarak yaşamayı sürdüreceğiz? Hadi, bir daha onların diliyle kirlenmeyelim: hadi, matemi cisimleştirmeyelim. Uzaklıklar boyunca birbirimize sarılabilmek için nasıl konuşacağımızı öğrenmek zorundayız. Elbette, ben kendime dokunduğumda seni hatırlarım. Fakat bizi ayıran çok şey söylendi, bize dair çok şey.
            Hadi, sarılmayı her yerde ve daima sürdürmek için hızlıca kendi ifadelerimizi keşfedelim. Öylesine incelikliyiz ki, hiçbir şey duramaz önümüzde; bizim yoğunluğumuza sahip iletişim araçlarını bulduğumuz sürece, hiçbir şey, kısacık da olsa, bizi birbirimize erişmekten alıkoyamaz.[14] Engeller boyunca, birbirimizi bulmak için belli belirsiz yürüyeceğiz, zarar görmeden. Kimsecikler bir şey görmeyecek. Direnişten yoksunluğumuz, gücümüz bizim. Uzun zaman boyunca, sarılmaları, izlenimleri karşısındaki uysallığımıza minnet duydular. Neden kendimiz için kullanmayalım onu? Bizi damgalamasına izin vermek yerine -yerleşik, sabit, devinimsiz olanın. Ayrılmış olanın.
            Ağlama. Bir gün kendimizi söylemeyi öğreneceğiz. Ve söylediğimiz şey, gözyaşlarımızdan çok daha güzel olacak, bütünüyle akışkan.
            Zaten seni yanımda taşıyorum, her yere. Bir çocuk, yük veya ağrılık gibi değil, ne kadar sevilsen de, kıymetli olsan da. Benim içimde değilsin. Sen karnımda, kollarımda veya kafamda barındırmıyorum. Hafızamda, zihnimde veya dilimde de. Oradasın sadece, tıpkı tenim gibi. Tüm görünümlerin, kılıkların, isimlerin ötesinde var olan bir kesinlik. Yaşadığımı biliyorum çünkü yaşamımı yineliyorsun. Ki bu, yaşamını benimkine bağımlı kıldığın anlamına gelmez. Sen yaşadığın için, ben hayatta hissediyorum kendimi, senin benim cevabım veya taklidim olmadığın sürece.
            Başka türlü nasıl söyleyebilirim: “Sadece iki olarak varız?” İmgelerin, serapların ve aynaların ötesinde iki olarak yaşarız. Aramızda, biri “gerçek”, diğeri onun taklidi değil; biri hakiki, diğeri de onun kopyası değil. Onların sistemlerinde kusursuzca saklayabilsek de, birbirimizle benzeşim olmaksızın ilişki kurarız. Bizim benzerliğimiz biçimler olmadan varolabilir: zaten aynı olan bedenlerimizde. Dokun kendine, dokun bana, “gör”eceksin.
            “Bir çift” olabilmek için bir akis biçimlendirmeye veya kendimizi ikinci kez yinelemeye gerek yok. Biz ikiyiz, herhangi bir temsilimizin varoluşundan çok önce. Kanının yaptığı, bedenimin senin için uyandırdığı bu ikinin canlı canlı kavuşmasına izin ver. Sende daima “ilk sefer”in dokunaklı güzelliği olacak, aralarda katılaştırılmadıysan. İlk seferinde daima hareket ettirileceksin, herhangi bir yinelemede devinimsiz hale getirilmediysen.
            Hadi, modeller, standartlar ve örnekler olmadan devam edelim. Kendimize emirler, buyruklar veya yasaklamalar dayatmayalım. Tek talebimiz beraberce hareket ettirmek ve hareket etmeye bir çağrı olsun. Emir vermeyelim, ahlaksallaştırmayalım veya birbirimizle savaşmayalım. Haklı olmayı istemeyelim veya birbirimizi eleştirme hakkına sahip olmayalım. Eğer sen/ben yargılarsak, varoluşumuz sona erer. Ve sende sevdiğim, kendimde sevdiğim şey, artık bizim için meydana gelmez: asla tamamlanmayan doğum, asla ilk ve son kez olarak yaratılmayan beden ve daima şekillenmeyi bekleyen, asla kesin olarak son halini almayan biçim. Asla tek bir gerçeğin üstüne açılmamış veya kapanmamış dudaklar.
            Işık bizim için şiddetli veya ölümcül değil. Güneş öylece doğup batmaz. Gece ile gün, bakışlarımıza, mimiklerimize, bedenlerimize karışır. Aslında, gölgemiz yoktur bizim. Birinin ötekinin daha karanlık ikizine dönüşme ihtimali yoktur. Geceye ait olarak kalmak istiyorum ve sende hafifçe ışıldayan gecemi yeniden bulmak. Seni etrafındaki her şeye üstünlük taslayan parlak bir fener olarak sevdiğimi düşünme. Işığı geceden ayırırsak, karışımımızın hafifliğinden vazgeçeriz, bizi aynı anda bütün kılan tüm o farklılıkları katılaştırırız. Aramıza duvarlar öreriz, parçalara ayrılırız, kendimizi ikiye ve daha fazla parçaya böleriz. Biz daima aynı anda biri ve öteki olsak da. Kendimizi o şekilde ayırırsak, “hepimiz” doğmayı keseriz: sınırlar veya kıyılar olmadan, hareket eden bedenlerimize ait olanlar hariç.
            Ve zamanın sınırlayıcı etkileri müdahale edene dek birbirimizle konuşmayı kesmeyeceğiz. Endişelenme. Devam edebilirim. Zaman ve mekânın tüm üretilmiş kısıtlamalarına rağmen, hâlâ durmaksızın sarıyorum seni. Diğerleri bizi ayırmak için fetişler üretiyorsa bizden, bu onları ilgilendirir. Hadi, bu ödünç kavramlarda devinimsizleşmeyelim.
            Tekrar tekrar söylüyorsam: ne, ne de, olmaksızın …, sana, bize, birbirimize sadece çıplakken dokunabileceğimizi hatırlatmak için. Kendimizi ve birbirimizi bulmak için, üstümüzden bir dolu şey çıkarmamız gerektiğini. Bizi birbirimizden ayıran öylesine çok imge ve suret var ki. Bizi öylesine uzun zamandır kendi arzularına göre bezediler, kendimizi onları memnun etmek için öylesine çok süsledik ki, tenimizin verdiği hissi unuttuk. Kendi tenimizden sıyrılmış halde, uzakta kaldık. Sen ve ben, bölünmüş.
            Sen? Ben? Hâlâ çok fazla şey söylemek bu. Çok keskin giriyor aramıza: “bütün”e.
      
           


[1] Propre’ın iki anlamı, “temiz” ve “münasip”, dişi anlamların patriyarkal isimlendirme sistemleri tarafından temizlendiği ve kapatıldığını önerir.
[2] Irigaray burada yeni bir sözcük yaratıyor: env(i)olées. Kadınların yaşamlarının (vie) ve arzularının (envie), onlara münasip isimler dayatılarak ihlal edildiğini (violée) ve yitmelerine (envolée) yol açıldığını anlatmak için. 
[3] Sang (“kan”) ve sens (“anlam”, “duyu”) sözcükleriyle yapılan oyun, cinsellik ve yazmak arasındaki analojiyi sürdürür. Kan bu kez metaforik ve literaldir, dişi duyusu ve cinselliğinin bir kaynağıdır.
[4] Irigaray’ın “kırmızı” ve “beyaz” kullanımı, bu terimlerin tutku ve saflığı simgelediği Batılı ayrımdan kasten farklılık gösterir. Irigaray, genelde yazıda böylesi “karşıtlıkların” yeni bir biçimde bir arada varolabildiği bir yörünge yaratmaya çalışır.
[5] “Teklik”, “aynılık” gibi, kendisini bir genelgeçer olarak alan ve cinsel farklılığı yıkan maskülen standardı ifade ediyor.
[6] Irigaray, erkeğin kadını narsistik biçimde kendi yansımasını aradığı bir ayna olarak kullandığını söylüyor.
[7] Burada, Irigaray indifférente sözcüğünün çeşitli anlamlarıyla oynuyor. Başta, sevilen kişi “kopuk” olarak görülüyor ve feminen kayıtsızlığın bu “maskülen” algısı ironik biçimde kullanılıyor. Sonra, indifférente birbirinden “farklı olmayan” veya “farklılaştırılmamış” anlamına gelecek şekilde kullanılıyor. Sevgilinin eski dil ve cinsellik sistemlerinden kopmasının gücü ve getirileri, sonraki paragraflarda betimleniyor. 
[8] Sans faille, dişinin “hata” veya “yoksun” olarak görüldüğü maskülen tekanlamlı konuşma talebini, açık bir anlamlama moduna olan feminen arzuyla karşı karşıya koyar. Metin, faille sözcüğünün birçok anlamını sergileyecek: coğrafi hata veya açılma ve cinsel/dilsel/felsefi ikilik deneyimi. Faille, aynı zamanda, aynı anda açık ve kapalı olan oral ve vajinal kadın dudaklarını, yani merkezi figürü yeniden ifade eder.
[9] Metnin bu noktasında, anlatıcı toi’ya (sen), yani sevilene değil, vous’ya (siz), yani dilleri bu yeni kadın konuşmacıları hiçbir şekilde anlamazmış gibi görünen ve dolayısıyla da onların söylemini idrak edemeyen erkeklere hitap ediyor.
[10] Irigaray, kadınların ağızlarıyla yaptıkları değiştokuşların sonsuz olduğunu, döngüselliklerinin açık olduğunu önermek üzere, boucle (“bükülmek”) ve bouche (“ağız”) sözcükleriyle oynuyor.
[11] Sözdizimsel açıdan sarsıcı olan le toute, burada muhtemelen Lacan’ın Le Séminaire XX: Encore’da (Paris: Editions du Seuil, 1975) kadınları pas-toutes (“hepsi-değil”) şeklinde tanımlamasına göndermede bulunuyor. Bkz. “Cosi fan tutti” (Ce sexe, s. 85-101); Irigaray, Lacan’da psikanalizin dişi ifadeyi söylemin dışında bıraktığını savunur. Bu metin, pas-toute’u toute’a, yani “bütün” ve “hepsi”yi söylemenin kadınca şekline dönüştürür.
*Lacan’ın pas-toute, aynı zamanda “bütün-değil” olarak da karşılanıyor. Bu metinde “all” olarak verilen toutes’u “bütün” olarak kullandık (ç.n.)
[12] “Orada”, bu paragrafta coğrafyası keşfedilen, ideolojik bir alan olarak dilin yörüngesine atıfta bulunuyor.
[13] Bkz. “La Mécanique des fluides” (Ce sexe, s. 105-16); Irigaray, Batılı söylemin “sertliği” ve “katıları” anlamın belirlenmesi için zemin olarak aldığını, böylelikle dişiyi daha doğru şekilde ifade eden “sıvıları” yok saydığını önerir.
[14] Même fugitives de sevgililerin eski düzenin kaçakları veya mültecileri olarak kavuşacaklarını ima eder.


Çeviren: Ilgın Yıldız


cin ayşe 7, bahar 2012