Nis: Yazılarını ve seni bir dalgınlık anında buldum. Bir sabah saatinde ki hep böyle olur henüz gündelik zamanın karışmadığı vakitte Avluda Erkete şiirini okurken yazılarındaki bedenli harfleri gördüğümde çok heyecanlandım, uzun zamandır masa başında yazı ile hemhâldim ve yazılarının sahnelemesi ile ilgili hayaller kurdum. Dalgınlık anının, çocukluğumuzdan beri bize tembihlenen ayık olmanın/kalmanın aksine, hayale dalmanın bir tür direnişin sığınağı olduğunu düşünüyorum. Cortazar, Edebiyat Dersleri’nde “Metrodaki dalgın yüzlere bakmayı çok severim, orada bir sürü hikâye vardır,” diyor. Dalgınlık tersinden ayıklıktır dediğimde bunun sende ve yazılarında karşılık bulmasının neşesindeyim uzundur. Seninle bir dalgınlık hali içindeyiz.
D: Dalgın/lık çok sevdiğim bir kelime, hâl. Gözlerimiz daldığında, buğulu bir ortama, içimiz’e daldığımızda, dışarı’ya,başka şeyler’e, dünyaya dalıyoruz bence.. Orada algılar çok açık, bir arayış/fark ediş hali dalgınlık, düşünce/li/lik hali. Tehlikeli de bir hâl: hem dalana tehlikeli hem de daldığı ortama bir tür tehdit/kesik. Mesela okul sıralarında “dalmak” bacaklarında ya da ellerinde cetvellerin patlatılması sonucunu verebiliyordu ama bedenlerimizin kapatıldığı okullardan şahane bir şekilde kaçmanın yoluydu da o dalgınlık, varsa, pencereden dışarı “dalmak” da.. sorguda, şiddetin nesnesi halindeyken de, içine çekilmek/kendi içine dalmak gibi bir yol bulmuştum mesela- gıkım çıkmıyordu, bağırmıyordum, sesim çıkmıyor, böğürtüyle sorulan sorulara cevap vermiyor ve kıpırdamıyordum. orda değildimkısacası. Senin oluşturmakta olduğun “Tanpınar sözlüğün”den yürüttüğüm kelimeyle söylemek istedim-düpedüz bir aksülamel (direnme/direniş sözünü pek sevmiyorum, direnilen şeye çok “bağlıyor” sanki direneni..) bir karşıt-eylem olarak dalgınlık.
Sen ikinci mi üçüncü mü buluşmamızda ‘Avlu’ ve ‘Avluda Erkete’ yazılarını sahnelemek istediğini söylediğinde, için için yıllardır hayal ettiğim bir şey canlanıverdi! Hep ‘20’lerdeki hayatlara imrenirdim, Anais Nin’in günlüklerini (hasetle) okurken o zamanın yazar-çizer ve türlü çeşit isyankarının birbirlerine ilgileri, o disiplinler arası merak ve arzu, birbirlerine aşık olmaları, arkadaş olmaları, kısacası birlikte yapıp edip yuvarlanmaları.. bir bu , bir de ‘80’lerin sonunda bir ara elime Heiner Müller geçmişti. Okuduğum şeyler oyun gibi yazılmamıştı, metinlerden oluşuyordu, bu metinlerin sahnelenecek olması fikri beni çok etkiledi. O zamanlardan beri yazının kâğıttan taşması, başka disiplinlerin yazıya bulaşması vb. beni çok heyecanlandırır.
Nis:. Öykülerimin bir kısmında Beyoğlu hayaletlerinin peşine düştüğüm, ben de dalgınlık halinde olduğum, bir taraftan da seninle aynı dertlerden hayıflandığım ve gitgide hayaletleştiğim bir zamanda karşılaştım yazılarınla. Mesela 1900lerin başında çok kısa bir dönem varolmuş kantocu kadınlara ne olduğunu çok ettim.
Ece Ayhan’ın “Kantocu Peruz sahiden yaşadı mı patron?” diye bir dizesi var. Bilmiyorum belki de bu hayret cümlesi ile başladı her şey. Tıpkı Benjamin’in tarihin izlerini duvar çatlaklarında araması gibi hayaletlerin izini sürdüğüm bir zamanda senin şu cümlelerinle karşılaştım “Burada biz hayaletleriz…kaçışım başarılı olursa nelerden kaçacağım?...” bu yazıda, sürekli hafızasızlaştırıldığımız, her an bir felaketle sınanma ihtimalinin olduğu bir İstanbul’da, izlerimiz silinirken kendi varlıklarımız da hayaletlere havale oluyor. Başka bir yazında, AİİBH kitabının ilk yazısı Takvim’de mekân/ zaman diye gidiyor yazının bölümleri ve hem mekânlar hem zamanlar birbirinin üstüne yığılarak, bir tür süperpoze görüntüler oluşturarak bir “tarih” hatırlanıyor.
D: Benim hayaletistan diye de isimlendirdiğim bu coğrafyanın tarihinin nerdeyse bütün izlekleri -hâlâ da öyle- Beyoğlu’nda ve Cadde’de beliriyor. Zaten tarih tarih dediğimiz şey de muktedirlerinin arzu ettiği gibi geçmişte kalmış/ geçmiş gitmiş bir zaman parçası filan değil; şu anda da içinde bulunduğumuz bir sarmal vukuatlar mekân/zamanı.
Kıyımcı/ inkârcı/ iz giderici malum “gelenek” zaten daha yaşarken insanları hayâletlere dönüştüren bir şey. Senin çıkacak olan “Karanlıkta Kanto” kitabında geçen kantocular mesela, sahneye bizzat çıkarlarken de sanki hayâlete havale bir oluş içindeymişler bir yandan, çünkü “kendileri” değiller aslında -anadilleri olmayan bir dili aksanlarıyla dalgalandırarak icra ediyorlar, “kendileri”yle ilişkili her sıfatın (ermeni, rum, yahudi, çingene, kadın) varlıklarını pamuk ipliğine bağladığı bir ortamda deviniyorlar. Bizim hayâletler gibi hissetmemiz de böyle bir şey işte -şehirde dolanırken, herhangi bir yerinde bu coğrafyanın dolanırken, hep “giderilmiş” büyükanalarımızın /atalarımızın, kendi ömrümüzün, anılarımızın, mekânlarımızın.. silik izlerine çarptıkça…
Takvim yazısı aynı zamanda geleceği de hatırladığımız bir durumun, Gezi ayaklanmasının ortasında beliren bir kısım hayâleti “görüyor” - asimilasyon/gentrifikasyon/devletin nekropolitikalarına karşı “birbirlerine benzemeyen ama bu işte birlikte olan” * çeşitli vazgeçilebilir ya da gözden çıkarılmış bedenlerin isyanının ortasında.
Nis: ‘Antik Zamanlarda Hayaletler’ diye bir kitap okumuştum, orda “hayaletler ismiyle çağıranlara görünürmüş” deniliyordu…
D: Amma yerinde bir şey aktardın!. 27 mayıs 2013 gecesi inşaat halindeki -eskiden de oturduğum ama yıkılıp yeniden mutenalaştırılmak üzere olan binaya taşınmıştım bir köpekle ve burayı da “hayaletler basmıştı” -ölmüş köpeklerim, eski komşularım, şimdi ağaçlar, otlar fışkırmış bir toprak parçası olan eski yatak odam vb. Binadan çıkıp caddeye vardığımda caddenin “tarihinde”ki önemli bir takım hayâlet de bana “görünmüş”, Taksime doğru meyleden kalabalık bir “beden”in içine girerken yanımda yürür olmuşlardı. Tabii bu yazıda hepsi bilhassa “isimleriyle çağrılıyorlar”.
Nis: Benjamin’in söylediği çok güzel bir şey var, etrafımızdaki hava bir zamanlar yaşamışların soluk alıp verdiği hava değil midir, ya da bu çağdaki güzel bir kadın ölmüşlerin güzelliğini taşımaz mı gibi bir şey diyordu. Aslında onlar hiçbir yere gitmiyorlar musallat oluyorlar. İşte etraftaki hava ile, bir duvarda bırakılan iz ile, ya da bir güzellik ile…
D: Musallat kelimesini şuraya getirmen de tam isabet oldu! Bence bu coğrafyada yaşayan insanların kolektif bilinci musallat olunmuş vaziyette. Bu coğrafya için hayâletistan lafı kullanmam da ordan. Onun için “geçmişle yüzleşme” gibi bir gündem insanları deliye çevirebiliyor, bir cinnet halinde muktedir inkârını içselleştirip dövünmeye başlıyorlar. Oysa onlar artık ahıra çevrilmiş kilise, sinagog ya da başka bir yapı ya da taş parçasını, tarlaya giderken ya da şehirde yürürken göz kenarından “fark edip” göz kaçırmaya alış/tırıl/mışlarken oh ne güzel, hortluyor hayaletler biz isimlerini çağırdığımızda!
Nis: Diğer taraftan makro/resmi tarih anlayışının “gerçeklik” diye dayatmaları karşısında, bizim “hakikat” arayışımız, hayaleti görme halini duyusal kılıyor. Yani korku hikâyelerindeki gibi görünüvermeleri gerekmiyor, hayalet zaten düpedüz materyal bir şey, bulduğumuz izler somut şeyler ve bizzat onlar tarafından bırakılmış “maddeler”..
D: evet, nasıl metaforlar gerçeklerse, sanal olan nasıl gerçek olansa, hayâletler de aynı böyle “maddiler”..
Nis: Baktığımız yerde hayaletleri/izlerini görme, duyma halinin yine dalıp gitmekle de bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Bedenimde katmanlaşmış duygular/deneyimlere “dalarak” da çeşitli dışavurumlarda bulunduğumda, makro düşünce tarafından romantik/afaki/abartı… diye stigmalanmaya da kızgınım..
D: Duygu-dişil/düşünce-eril şeklindeki ikili(binary) düşünme, tabii ki eril düşünme hali. Böyle hiyerarşiler kurarak ‘dişil’i ve edimini de söylemini de ikincilleştirme mekanizması. İkili düşünme hali hiyerarşik ve dikey. Dişil-duygu kendini dışa vurduğunda yani duygu-eylem haline geldiğinde “abartılı/histerik/fazla/ yersiz/sırası değil vb. vb. tokatlar yiyor.
Nis: Ben kendime son zamanlarda ‘hacim kaplamak’ temalı ödevler veriyorum Rebecca Solnit’den ilhamla… Yakındaki Uzak kitabında bahsediyordu sanırım. Eril düşünce dişil varlığa tahammülsüz. Ne kadar ‘küçük’, ne kadar ‘görünmez’, ne kadar ‘çıtı pıtı’ özetle ne kadar az yer kaplarsa mübah. R. Solnit’in bir hikayesi var yazar olma süreciyle ilgili. Merakının peşine düştüğü bir zaman ondan yaşça büyük bir erkek merakı ile alay eder bir şekilde “sürekli hareket halindesin” diyor. Rebeca S. de benim de içimin yağlarını eriten bir cevap yapıştırıyor “Sen de park halindesin.” (kahkahalar) Bunu okuduğumda sesli kahkaha atmıştım. Aslında meraklarımızın, bizi harekete geçiren şeylerin daha görünür olmak gibi bir sonucu da var doğal olarak. Ama eril düşüncenin o ikili düşünceyi de içinde barındıranın tahammülsüzlüğüne inat hacim kaplamak, senin de dediğin gibi abartı, histerik, fazla… olmak koşulu ile.
Delilik, erkek yazarlar/sanatçılar mesela beat kuşağı adamları vb. söz konusu olduğunda bir efsane gibi anlatılırken “dişil” “deliliği”ni gizlemeye/örtmeye zorlanıyor…
D: Dişil olan (cis kadın, trans kadın, başka queer bedenler vb.yi de katarak söylüyorum) zaten “hacim kaplamaya” başladıkları andan itibaren bir fazlalık, bir taşma, bir “delilik”, bir aşırılık, bir tehdit olarak algılanıyorlar. bütün heteronormatif ve dikey- uygar-insan konform alanlarını, sırf görünerek bile sarsıntıya soktuklarından, kesintiye uğrattıklarından birdenbire itirazın, reddiyenin, dünyanın içinde dururken dünyayı dis eden bir tavrın bedenleri oluyorlar, oluyoruz.
Ayrıca bir şey daha eklemek istiyorum- ruh/beden, zihin/duygu, maddi/manevi, sanal/gerçek vb. vb. bütün bu dualite mağduru ayrımcı düşünme alışkanlığı, sadece dişil olanın ikincilleştirilmesi ya da itilmesiyle değil, dünyayı mevcut karmaşık tarihselliği içinde diyalektik bir şekilde anlayabileceğimiz, çözebileceğimiz sanrısını yarattığı ve böylelikle çoklu perspektifleri boğuntuya getirdiği için de algıya zarar.
,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,
D: “Başınızı derde sokmaya bakın-herşey dertli olmaya bakar”
Yıllar önce, Max Jacob’un bu sözünü bir kartona yazıp kütüphane rafına iliştirmiştim.. o sırada beni heyecanlandırması, sanırım düşünsel/edimsel serüvenime sanki cuk oturmasındandı. Cuk oturdu çünkü kendimi bildim bileli -kendimi bilmeye ya da “başımı derde sokmaya”, biraz erken yaşta başladım sanıyorum -15 yaşımda evden ayrıldım. Etrafı kolaçan etmek, gözlemlemek ve gördüklerini/sezdiklerini anlamak için kafan sürekli uğulduyor. Tabii ilk “fark” ettiğin çok çeşitli ve her düzeyde adaletsizlik oluyor. Böylece Etraf’a (‘çevre’ olarak kullanıyorum bu kelimeyi) bakarken Etraf da seni “dertlendiriyor”, hem usulca şekillenen bir sorumlulukla hem de sorularla bakıyorsun, çeşitli meseleler ediniyorsun ve onların çeperinde biçimleniyorsun -ya da biçimden biçime giriyorsun daha ziyade! (bunda bir beis yok; hem bir forma girip form tutturmaktan çok daha faydalı yani anarşik bi’ şey çünkü muktedir form sever. ki ele geçirebilsin -amorf bir şeyi algılayamaz onlar. Neyse bu bambaşka bir “dert”!)
Demem şu: düşünme dertlenmeyle eşanlı yürüyor ve nerdeyse eşanlı edime dönüşüyor. (bu duruma F/Eylozofi demek istedim ) Diyelim, benim zaten otorite, hiyerarşi gibi temel bir takım “dert”lerim var, algılarım oralardan çalışıyor, epeydir düşünme süreçlerim de bu kerterizlerden filizleniyor. Otoriteye ve hiyerarşiye karşıyken hiyerarşinin en tepesindeki, söylendiği her yerde ve zamanda dikey/eril/muktedir/ezici vb. sıfatlar yüklenmiş bir kavram olarak İNSAN konumunda “dikilip” onun tarafından köleleştirilmiş hayvanı kemirmem ve/ya sömürmem mümkün değil örneğin. (etik) Vegan oldum (edim). Gelgelelim, hiçbir şey olup/donup kalmıyor, olup durmaya ve çeşitli açılarla/perspektiflerle çoğalmaya/şekil değiştirmeye devam ediyor. Canlılık böyle bir durum. Tabii dünyadaki yaşayan ölülerin: çeşitli tebaanın, yani itaatkâr kütlelerin katatonik bilinçleri konu değil burada. Onları Dikey İnsan ve tebaası olarak, kitle düzlüğü olarak bir kenara ayırıp, postinsan durumun öznellikleri açısından kendimizden söz edebiliriz/ etmeye çalışıyoruz.
Aşk İçin İstediğimiz Başka Hayvanlar kitabındaki metinler, maalesef post insan tartışmalarının farkında değilken yazıldılar ama dünyayı dertlemek devam ettiğinden, olduğum her şey olmak üzere bulunduğum başka bir şeye -ya da perspektife- ilişip çoğalarak, yeni dertler, yeni anlama çabalarını doğuruyordu. Vegan olmak habire birbiriyle kesişen, iç içe geçen ve ayrışan çeşitli dertleri (mülteciler, kadınlar, savaş, lgbt..q, metan gazı vb…) cart diye ortadan kesen ve yeni kaygılanma/dertlenme/düşünme ve eyleme katmanları kesp eden bir eksen çıkardı ortaya mesela.
Nis: Peki anlattığın gibi dertlenmek ya da hiçbir şeyin donup kalmaması sürekli oluş halinde olması fikri ve bahsettiğin etik- edimsel süreç yazılarına nasıl yansıyor? Belki yansıma kelimesi çok doğru değil bunların zaten yazına içkin olduğunu da biliyorum. Yazı ayrı bir şeymiş gibi söylemek istemiyorum. Bana yazının bunlarla nasıl var olduğundan bahsedebilir misin?
D: Yazı süreci ilginç bir şey. Ben yazarken düşünüyor, düşünürken yazı çıkıyor, o arada sorular sormaya, yazıdaki şeyleri de, yazıya yol açan şeylerle bağlantılı okumalar yapar/öğrenirken, yazıyı yeniden bir sarsıntıya ve cümle “dökümüne” tabi kılıyorum sanki. Böyle çok oluyor. AİİBH kitabının metinleri yazılırken, 6. Yokoluşa isyan (extinction rebellion-XR) eylemleri başlamış ve beni çok etkilemişti. Ve aynı süreçlerde belirmiş birtakım eğilimler dikkatimi çekmişti: 1) insanlık boktan bir şey, en korkunç virüs vb. ve bir göktaşı filan ne zaman düşecekse düşse de bitsek artık eğilimi 2) 4. sanayi devriminin de içinde olduğumuzu hatırlatarak- teknolojinin vardığı mertebelere hayranlıktan kendinden geçme ve insanlık nelere kadir böbürlenmesi, Elon Musk vb. tayfası ve tebaası 3) primitivist ya da teknolojiyi tamamen yok sayan ya da uygarlığı İNSAN’a içkin toptan bir kategori olarak silmeye meyleden bir eğilim (ki anti-hümanizmin de kendi “diyalektik” çıkmazları var) 4) dünyanın sonu geldi, yapacağımız bir şey yok, hayata da bir kere geliyoruz, dibine vuralım dünyayı tüketmenin tavrı 5) 4.ye yakın duran bir nihilizm ve intihari eğilimler… 5. ya da 50. bilmiyorum, benim kaygım: vegan olan ben neyim? İnsanmerkezciliği eleştirmiş ve “aşmış”ken, bir insan-hayvan ben, pençe olmayan ellerimle, klavyenin tuşlarına basarken, mimariye merakım, sanat karşısındaki heyecanım ve dudaklarıma rujlar süren şehirliliğimle vb. vb. “ters” bir açıda kendimi de asla inkâr etmeye kalkmadan anlamaya çalışıyordum: ne menem bi şey olarak (etik/politik) “işliyorum” ben?
Post human metinleri okumaya birkaç aydır başlamış bulunuyorum, bu kitap çıktıktan üç yıl ve Amor Mundi -Bir Karasevda ** yazısını da yazdıktan aylar sonra. Bu söz konusu yazı, vegan bir heyheylenme. Şu andaki hissiyatıma göre biraz felaketçiliğe de yakın bir provokasyon olarak duruyor. O yazıda “özellikle sırtlanların (kişisel bir mesele) önünde yere kapaklanır ve edebiyattan da bahsetmek isterim” cümlesi bir özeleştiri girişimi mesela: ilk kitabım “AH!”taki bir yazıda işkenceci için, insanların hayvan çekiştirme dedikodularından alınma bilgilerle, “sırtlan solukları” diye bir metafor kurmuş olmanın utancını taşır. Yani, yazı da yazıldığıyla kalmıyor, müdahaleye açık duruyor (dursun!) yazdığımız çizdiğimiz boyadığımız vb. her şey. Ben açıkçası bu “özeleştirel” müdahaleci tavrı benimsiyor ve öneriyorum. Kendime/yazıma, yeni edindiğim/edinip durduğum hatta, perspektiflerden “girişmeye” devam edeyim isterim.
Nis: Yazı sürecimde ben de ölüm-yaşam-doğum diye giden/yinelenen bir süreçle hemhâl olduğumda yazının büyüsüne belki benim için biraz sancılı ama (ki bazen yataklara düşürdüğü de oldu) kapıldım. Biriktirdiklerimin, bedenime bulaşanların, düşünsel-zihinsel-duygulanımsal sürecimle okumalarımın birbirine karışması sonucu ortaya çıkan, neyse işte o şeyin, yazıya döküldüğünde bir harf olarak belirmesi, mesela bir ‘z’ harfi içine sıkıştırılması, öldürmek gibi geldi hep. Tanımlayamadığım, sözünü edemediğim içimdeki (hâlâ neresi içim onu bilmiyorum) dışarıya bir ’type’ (biçim- şekil-form) ile çıkması çok büyüleyici ve korkutucu da. Belki henüz tanımlanmadığı için bir anlama hapsetmek ve öldürmek gibi ama öldürdüğün o şeyin yeni bir oluşla (yaşamla) belirmesi. Diğer taraftan yazının anı şimdiki zaman, öyle bir anki ben daha çok kurmaca yazıyorum ama mesela bir öyküde beş yaşıma ait, fotoğraf gibi hatırladığım bir an ile yirmi yedi yaşımda yoldan geçerken gördüğüm/duyumsadığım bir an yan yana geliyor. Sanki yazıda kendimi yapısöküme uğratıyorum ama bunu okuyucu bilmeyecek hiçbir zaman elbet. Parçalayıp, parçalayıp birleştiriyorum- öldürüp öldürüp ya da zaten ölü olanın şimdiki zamanda bazen iradi olmadan canlanmasına vesile oluyorum. Peki bunun aracısı ‘ben neyim?’. Etkilenen, değişen, dönüşen az önceki kelimeyi yazan parmakları geçmişte bırakan, milimetrik değişim. O yazan gitti, yok. Zamandan sürülüyor gibiyim yazarken. Dolayısıyla bir vakit yazdığım harflerin bir araya gelerek yarattığı anlama da daha fazla tabi- dahil değilim.
D: “allah bilmez/şiir bilir her şeyi önceden” diye bir şey yazmıştım Ah!’taki bir metinde. şöyle bir şeyi hissederek: etraf’tan içimize doğru çalışan çeşitli etkiler, bizi kendimizden dışarı taşırıyor, öteki’ye, başka-şey olan’a açılıyoruz, oralara akıyoruz ve hatta onlar oluyoruz. Yazı ve başka sanat da genel olarak aslında bu hallerin/deneyimlerin/vukuatların izlenimlerini, tortularını ve etkilerini yazı anında yeniden üretiyor ama yazı/aktarım halindeyken o “ilksel” etkiler o anki başka etkilenimlere, yani tabir caizse, gelecekten birtakım etkilere maruz kalıyor, dönüşüyor ve bir tür önseziler, gelecekten haberler niteliğinde kelamlar da çıkıyor ortaya.
“bilmeye” dair, yazının ya da genel olarak sanatın bir çeşit ön-bilmesine dair bu küçük notu düşmek istedim.
Bir demem de o ki yazı -ve başka sanatın- sezgisi, öngörüsü, hatta kehaneti, zihni ruhun, pratiği teorinin, imgeyi “gerçek”in filan önüne konuşlandıran o demin de değindiğimiz ikilemli-diyalektik-dikey düşünme haline çelme takıyor.
Nis: Umudun bu noktada tam da “yazıda” kendini yeniden yeniden kurduğunu ve bize nefes aldırdığını düşünüyorum. “Etraf” diyorsun ya, ne var etrafımızda, bir takım felaketlerle yaşıyoruz. Her an yeni bir şok durumu ile sınanıyoruz. Bir duygudan başka bir duyguya hızlıca sürülüyoruz. Her gün gitmek ya da kalmak ile ilgili muhasebeler yapıp, güvenli bir yaşamı tesis etmek için ki bu ne kadar mümkün? İmkânlar ile çevrelenmediğini bilerek anksiyetelerin derimize yapıştığı, çoğu zaman çaresizlik hissi ile yaratmaya çalışıyoruz. Sanat bu travmalara çözüm mü? Yazmak, oynamak bunu düşünüyorum. Değil işte, ama umut da ancak eylemek ile mümkün ne yapıyorsak onu yapmaya devam edebilmeli. Tim Parks’ın söylediği çok güzel bir şey var, “belki de sanat çözümden çok sorunun bir parçası; cehenneme gidiyor olabiliriz ama bakın konuyu ne güzel yazıyoruz, resimlerimize, operalarımıza, trajedilerimize bakın.” Diğer taraftan şunu da söylüyor: “İlginç romanlara bayılırım, karmaşık romanlara bayılırım ama onlara “ihtiyacım” olmadığına da eminim.” Seninle böyle konuşarak yazmaya başlamaya karar verdiğimiz andan beri bu yazıyı bile bir sürü felaketin içinde sonlandırmaya çalışıyoruz. Bu yaptığımız şey sorunlara çözüm mü, hayır, bir ihtiyaç mı? burada Tim Parks’ın ironik bir şekilde söylediği şeyi duyuyorum ama bence ihtiyaç. Çünkü başka türlüsünü tahayyül edemiyorum. Bu ara aklıma Beckett’in Watt’ı ikinci dünya savaşı sırasında hiç de savaştan bahsetmeden SS subaylarından kaçtığı bir köyde yazdığı geliyor aklıma. Benjamin’in elinde yazı dolu bavulla İspanya sınırında yine SS subaylarından kaçarken intiharı… Bizim yaşadığımız acıların kat be katını yaşarken ölüm-yaşam arasında ince bir çizginin üstünde yarattılar hiç mutlu değilken, yazdıkları ile öyle bir vaat vermeden de ama diğer taraftan daha kadim olan yaratmanın kudretinden gelen o ince alaycı neşeyi bulaştırdılar yeryüzüne.
D: İlk kitabımdaki eski bir metinde “ters çeviriyorum yaralıları biraz hoyrat bir tavırla” diye bir cümle var. Şu son kitapta da “otomatik militan” diye bir terim. Bu cümleleri yazdığım zamanın halini çok iyi hatırlıyorum. Birincisi, içerden de “sol”dan da yeni çıktığım dönemlere denk geliyor.. Ve insan bedenini yoklar ya -aritmik kalp atışları, panik atak, sindirim sistemi, selülit bilmem ne farkedersin ve kendine bir çeki düzen vermek istersin- tıpkı onun gibiydi içinden çıktığım “sol”a “eleştirel” bakışlarım. O sırada bünyemi gözden geçirir gibiydi ve tabii bir ton “(öz)eleştirel samimiyet” gerektirdi. Ters çevirdiğim bir yaralı da kendimdim yani.
Mesela o dönemlerin edebiyatına ve edebiyat dışına, politikaya da tabii, bakarsak bir “mağdur” kimliğini ılık gömlek gibi üstüne geçiren tavırlara rastlarız. Ya da çekilen eziyetlere “apoletler” takıldığına. Kapitalizmin ve faşizm(ler)in bizi nasıl ezip sömürdüğünü vb. dile getiren, “saptayan” ve bu saptamaya sımsıkı sarılan tavırlar beni ziyadesiyle irkiltmişti, irkiltiyor: bu politik bir çizgidir de. Çizgidir gerçekten-düz ve iki uçlu. Acılarda ve mağduriyette birleşmek ve bunun üzerinden söz ve tavır hatta kimlik üretmek hiç kuşkum yok faillerle mağdurları “diyalektik” bir işbirliğinde birleştiriyor sonuçta: Sadece kahır ve kaynağına, yani muktedirin hareket alanına gözleri dikmek, içinde bulunduğumuz tarihselliğin karmaşık katmanlı gerçekliği karşısında tamamen yaya kaldığı gibi aklı da ruhu da cendereye alıp tıkıyor, kahırla kavurup pasifize ediyor, acıyı “umut”a, “umut”u da muğlak geleceğe havale ediyor dolayısıyla muhtelif muktedirin işine yaramaya devam ediyor. “direnmek” ve/ya “muhalefet etmek”, (ona bakarsan “umut” etmek de-çünkü gelecek bir şeyi bekletiyor sana, bizzat oluşunda olacağına neyse o arzu) dualitelerin tuzağına ve bizzat muktedirin ağına düşmekten başka sonuç vermiyor. Orda “direnir” debelenirken yaşama ve yaşatma arzusu, sevinci, hazzı, kudreti damarlarımızdan hızla çekiliyor. Slogan-bükücü Kamu(can Yalçın)dan alıntılarsak “di-rene direne-direne! kavrulacağız! (bozulacağız/daralacağız/kuruyacağız/kasılacağız/tavsayacağız…da kullanıyoruz yerine göre )
Oysa, sürekli bir geri -itme, anti-leme yerine, (rosi braidotti:” hepimiz, insan ve insan olmayanlar, ekosofik olarak bağlantılıyız”) “ekosofik” ve binbir yoldan bağlantılı olduğumu bildiğim ötekilerle birlikteliğimin hazzıyla, neşesi, güveni, keyfiyle ortak arzuların kartografisini çizip durmak, yaratmak, çeşitli çelmelerle, çalımlarla muktedirin oyununu boşa çıkarmak pekala mümkün ve yeni durumlar, “situation”lar yaratıcılarını bekliyor!. hem bu durumları yaratmanın hem de etkilerini görmenin hazzı da cabası.
Bütün bu lakırdılar, asla mağduriyetlerimizi, derin acılarımızı ve travmalarımızı yok saymak, sırf birtakım kimliklere tekabül ettiğimiz için ırkçılığa, kadın kırımına, ekokırıma, antisemitizme, trans/homo nefrete,,, göçmen fobiye ve özellikle bu coğrafyada bin çeşit say say bitmez kıyıcı ayrımcılığa uğradığımız gerçekliğini yok saymak anlamına gelmiyor. Bu döngüyü, diyalektik bir parçası olmadan nasıl bozuntuya uğratacağımızın, tökezletip sarsabileceğimizin yollarını araştırmaya yöneltiyor aksine. Ezilenlerin kapsamı, nasıl artık diyalektik bir sınıf mücadelesine indirgenerek tanımlanamazsa, bizim bu dünyanın içinde ve “bu” dünyanın yıkımına yönelik arzumuzun beslendiği ırmaklar da çok çeşitli.
Bunları böyle düşünmek, bizi gerçek radikal bir köşetaşına ya da “pratik”/yöntemsel bir açıya bırakıyor: Alışkanlıkların vantuzlarından zihni özgürleştirme- bütün o bin yıllık konfor alanlarından ve tebaalığın/itaatin ve sömürünün kirinden pasından ve uyuşturuculuğundan radikal silkinme.. post insan “ânın” özelliği bu, öznellikler açısından bakarsan.. Yani bazı şeyler (ozon, toprak, genel olarak gezegenin hali) için çok geç olabilir ama bu benim radikal ihtiyaçlarımı ve etiğimi değiştirmiyor, yani şu tarihsel ânın diyeyim, felâketliliğinin yanı sıra müthiş olanakları, potansiyel ‘devrim’leriyle de çarpıntı içinde tutuyor.
Nis: Bana bu yeniden düşünsel, duyusal bir harita yaratmak gibi geliyor, ya da olanı ortaya çıkarmak ve bunun için her an açık, şimdiki zamanı yeniden kurarak ve belki organların yerini değiştirmek gibi. Dionysos’un yıkıcılığında ve merhametinde var olmak. Yani kılıktan kılığa girebilmek, hem insan hem hayvan, hem eril hem dişil… ve tabii ondaki “intikam” duygusunun belki buna intikam demek çok doğru değil, bir tür döngüyü sarsmak, yerinden etmek ve ilahi adalete giden bir yıkıcılık… Buralardan duymam benim için Atina’da bir eğitimde fiili olarak başladı. Theodoros Terzopoulos ile Atina’da eğitim aldığım sırada bedene ve varoluşumuza dair öğrendiğim şey bende daha önce olmayan ya da olan ama henüz yerini bilmediğim çok güçlü bir kasımı ortaya çıkardı. Bir oyunculuk eğitimiydi ama bugün benim için çok özel -bedenle düşünmek gibi bir varoluş. Bedeni şimdiki zamana getirip o anın içine hem tarihsel hem mekânsal başkayı sığdırmak gibi... Bu biraz “anda olmak, anda kalmak” klişesinden farklı, sanki böyle söylemek anı dondurup yine bir pasifliğe hapsetmek gibi geliyor. Bundan bahsetmiyorum. Orada öğrendiğim şey, ana açık olmak ama bedenindeki mitleri bulmak çok eskilere gidip ve geleceği de içine katmak gibi. Şimdiki zamanda hem burada, hem şurada, hem orada olmak gibi…
D: “an” derken ben de göz açıp kapayınca geçiveren bir zaman dilimini algılamıyorum: Olmuş olduğumuz şeyleri terk eder ve titizlikle “silerken”/dis’lerken oluş halinde bulunduğumuz şeyin belirdiği bir süreç gibi deneyimliyorum.
Yani “şimdigeçmişgelecek-gelecekşimdigeçmiş”(cin ayşe, radikal muhtaç) gibi algılıyorum bu “süreci” veya ânı. Bir süreklilik olarak şimdiki zaman -gelecekten geçmişten ve şimdiden oluşan sarmal bir süreç.
“Yani şu anda kalalım/anı yaşayalım/ akışta olalım meselesine benzemiyor burada konuştuğumuz “zaman”. Anda kalma”cılığın tüketici eğilimi var. Göz açıp kapayana kadar geçiyorsa bunların zamanı, her şeyi telâşla ve hunharca tüketmek ve sömürmek ve dünyaya bir kere geliyoruz vuralım dibine eğilimleri de mübah oluyor ya. Aslında her şeyi tüketmek isterken hiç bir şeye ‘vakit’ kalmıyor; keza derinleşmeye, sahiden arzulamaya, hayal etmeye ve edip eylemeye.. onlar için ‘vakit geçiyor’, bence kaosa uygun adım birikiyor, yoğruluyor, evriliyor/eviriyor, yuvarlanıyor..
“akışa kendini bırakma” şeysi mesela- hangi akışa? Elon Musk’ınkine mi Amazon ormanları yerlilerininki mi, kutup ayılarınınki mi? kendini bırakmaktan ziyade, birbirimize beyinlerimizden, kuyruklarımızdan, bağırsaklarımızdan.. bağlandığımız o ağsal çok(luluk)un ortak stratejisi olarak akış, mesela.
,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,
Biz bu burada karşılıklı konuşurken deprem oldu.
İçimiz yandı, acıyla kasıldık, kalbimiz kırıldı.
Öfkeyle doğrulurken, çaresizlikle çakıldık.
Yazı durdu.
Enkazın ve travmanın tozu toprağı üstümüzde ama bu tozu da toprağı da üstümüzden “silkelemeye” niyetimiz yok. Bu büyük ekokırım ve katliam, bize bu ölümlü dünyada milyonlarca bedenin, parababalarından, haramilerden, devletlilerden… daha ölümlü daha harcanabilir olduğunu apaçık gösterdi.
Devasa yıkımın ortasında, beton parçalarını, kumlu kanıtları ceplerine dolduran hareketliliğin, öfkenin ve şefkatin ördüğü dayanışma ağlarını gözümüz seçmeye başladı.
Şu son satırları yazmak üzere bizi yavaşça klavyeye doğru kaldıran şey, bu ağın bir parçası olduğumuzun bilgisi.
Travma(lar) geçmez; onunla ne yapacağımız önemlidir. 6 Şubat’tan önceki gibi değiliz, sonrası gibi de değiliz -içimiz ölülerimizin ruhlarıyla kabarık; öfkemizin titreşen pusulaları ve karnımızda kıpırdanan yavru canavarlarımızla sendeleyerek birbirimize bakıyoruz.
Göz hizasından ve yanık ciğerlerimizden birbirimizle ilişkileniyoruz.
Her birimizin yeryüzünde tuttuğu yer kadar yok onlar-
talancılar, katiller, bezirganlar, muktedirler.. Bunu biliyoruz.
CİN AYŞE 19, BAHAR 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder