Anita Sezgener: Kitabında duyguların, duygulanımların dilinden sesleniyorsun bize. Çok etkilenerek, tesirlenerek okudum. “soğuk gürültü”yle açılıyor kitap. Bir gürültünün soğuk olması büyük bir savaş izleğini kuşatıyor gibi geldi bana. Bu izlekten gidersek neler söylemek istersin? Senden açılan dünyayı kavrayan ve tekrar sana dönen bir soğuk ip sanki ama seni de yeryüzünü de boğmasına izin vermiyorsun gibi bir adalet duygusu işliyor derinde.
Peki esneyemeyen beden ne yapar? Esnemeyen bir bedene ne olur diye sorarak başlamak istiyorum.
Asuman Susam: Öncelikle çok teşekkür ediyorum. “tesir”, duygudan damıtılan şeylerin bedeni kat edip ondan içe dolanların etkisini ne başka ve güzel anlatıyor. Doğru hissetmişsin. Bu şiirde birbirine dolanık iki anlatı hattı var: Biz gittikten sonra kalanlar, anlattıklarımız, kayıt altına aldıklarımız. Büyük anlatı olan, kesintisiz ve süreç içinde kılık da değiştirse şiddetinin etkisini artırarak sürdüren savaşın tarihi. Bir de canlılığımızın deneyimlerinden biriktirdiğimiz hikayelerimiz var bizim. Belleğimiz. "soğuk gürültü”yle işaret ettiğim, yeryüzünde diğer canlılıklarla ortaklaştığımız hayattan bizi koparan, bize unutturulan her şey. Bu şiirler pandemi sürecinin boğuntusundan, savaşlardan fışkıran bir ölüm tetiklenmesinin içinden çıktılar. Hepimiz içerideyken uzun bir süre duyduğumuz bildik, dayatılan dünyanın uğultusuydu. Sessizliğin açıklığı sonradan geldi. Kimilerimize belki hiç gelmedi. Soğuktu, katı bir maddeye dönüşecek kadar hem de ve umutvar bir kuşatıcılığı yoktu. Sessizlikten sonra yavaşlık geldi. Yavaşlık hatırlatır. Unuttuklarımızı geri çağırmak için bir olanak o. Hafıza canlandıkça hikâyeler geri gelir. Soğukluğu çözen şeyler. O yavaşlıktan çıkıp gelenler kalbi hızlandıran şeyler. Tarihin söylettirdiği “savaş sona ermedi/ korku devam etti”yse de siste yanan ateşe inananlar kavmi, teslim olmayacak o gürültüye.
“soğuk gürültü” hatıranın, travmanın ve bastırılmış felaketlerin tarihinin yankılarını da taşıyor. Zamanın düz değil, dairesel ve kesintili aktığı bir şiirsel evrende. Şiirde geçen “ben anlatacak, sen dinleyecek, o anımsayacak” epigrafı, tanıklığın katmanlı ve çoğul yapısını tarif etsin istedim. Bellek aktarım yoluyla çoğalıyor, bozuluyor, yeniden kuruluyor. Buradan, şimdiden geriye doğru bakalım istedim, elbette gelecek için.
Şiir, sessiz tanıklıkların, bastırılmış hafızaların ve geleceğe devredilmiş utançların dile gelme biçimi olabilir mi? Bu soruyu önemsiyorum. Kişiselin politikle, bedenin şiddetle, hafızanın hepsiyle karşılaştığı/çarpıştığı bir şiirsel uzamda. Kaderci bir teslimiyetten kurtulmak felaketin, zulmün tekrarını, tarihsel şiddetin sürekliliğini görürsek, duyabilirsek durdurulabilir sanki.
İnsanın yalnızca tanıklık değil, direnme, hayatta kalma biçimleri de üretmek sorumluluğu. Yaralanabilirliğin bir itiraz, dayanışma ve direnme alanına dönüşmesi. Şiir bunu görünürleştirmeye, duyulur kılmaya yarıyor bence. Umut, senin dediğin o ipi bırakmama bu hisse dair. Bir kapanış olmaktan çok yeni bir açılışı duyursun isterim hep şiir.
“Esnemeyen bir bedene ne olur?” Bu soru, yalnızca bir fiziksel katılık halini değil, aynı zamanda etik, politik ve ontolojik bir kapanmayı da ima ediyor değil mi? Bedene dair imgeler bende hem bedensel hem varoluşsal bir geçirgenliği sorgulamak için galiba. Esnemezsek acıyla, acıdan katılaşırız korkarım. “esnemeyen beden, ceza sömürgesi”diyorum ya yalnızca bastırılmış arzuların değil, aynı zamanda tarihin, şiddetin ve otoritenin beden üzerindeki mutlak kontrolüne tanıklığımızı da düşünelim istiyorum. Bedenle taşıdığımız varlığımız silinmeye yüz tutmuşsa; bir disiplin ve bastırma mekanizmasına hizmet ediyorsa beden susar, katılaşır, kendi sesini kaybeder. Esneme benim için dönüşmenin, eklemlenmenin, başkalıkla bağ kurmanın potansiyeli. Esnemeyen ötekine bağlanamaz, ilişkisiz bir katılık ve kapanmadır bu. Şiir buraları çatlatır. Ben bu çatlakların peşindeyim sanırım. Şiirle bir başkasına, ötekine doğru bir açılma.
A.S: “Dünya inancı”nı ihtimam ile birlikte düşündüğünde neler geliyor aklına?
A.Susam: İhtimam kavramı benim için etik olduğu kadar politik de bir kavrayış. Doğrudan öteki ile, bir sen ile olan ilişkimizden kolektif olana doğru yayılan. Hem bir sorumluluk hem bir direniş hattının kavramsal karşılığı. Şiir bir yaraya bakma biçimi çoğu zaman benim için. İçinde “temsili mümkün olmayanı temsil etme arzusu” olarak çatlaklarımdan sızandan, eksikliğimden ses buluyor. Temsil edilemeyenlerin eşiğinde duran bir söz olarak.
Duygularımız, bedenlerimiz, günlük ritmimiz bile denetlenmekteyken şiir bir “ters akış” yaratır ya ortak hislerimizin mecrası olarak bence ihtimam orada kurulan bir şey. Kaba bir çatışma alanının uzağında, şefkatle direnmenin yeri. İhtimamı ben hem şairin kendine, hem sözüne, hem de başkasının yaşamına gösterdiği bir sadakat-bağlılık, şiiri de “dünyayı onarmak için bir olasılık” olarak görüyorum. İhtimamın dilde başladığına inanıyorum.
Dünyaya bakmak değil, onunla temas olarak şiir. Kutsal bir halenin içinden değil, çekildiği sınırların, tereddütlerin, yanılma paylarının içinden bir temas. Sözün kendini dayatması olarak değil, dünyanın sessizliğine, suskunluklara kulak vererek. Başka bir etik, bedenleşme, zamansallık olarak.
A.S:Antik Yunan’dan gelirsek, “parrhesiastes” metaforu ki şiirin de başlığı gerçeğin korkusuzca içtenlikle ifade edildiği bu günlerde nasıl yerini bulmuş, bir kehanet gibi, tüm risklere, tehlikelere rağmen söyleyen.
A.Susam: Parrhesia (doğruyu söyleme cesareti) kavramını yalnızca felsefi değil; etik, poetik ve politik bir yer olarak çok önemsiyorum. Michel Foucault’nun derinlemesine tartıştığı “parrhesiastes”i, yani gerçeği konuşma cesaretini göstereni, hem bir şair personasına hem de yaralı, suskunlaştırılmış, bastırılmış her bedenin sesi olabilecek bir tanıklığın öznesine dönüştürebilir miyim, bunu denemekti çabam.
“Canımız kimdir: bir kendimiz yek diğerimiz” seslemesiyle yalnızca bireyin kendiyle ilişkisini değil, canı ortaklaştıran, birleştiren, kırılgan ama kolektif bir varlık alanını düşünelim istedim.
Hem hafıza anlatılarının “büyük söylemler”e karşı konumunu, hem duygulardan açılanları, hem yanıtsız bırakılmış adalet talebini aynı anda yankılayan bir sesleniş olabilir mi? "boşluktur, aramız dille dolar" diyorum ya boşluk konuşulmayanın, susturulanın içinden geçen dil ile şiddetin içinden doğan sözle dolacaktır. Gerçeği tüm riskleri göze alarak söyleyen kişinin dediklerinin şiirde bir kehanet gibi yankılandığını duyman ve söylemen çok değerli. Foucault’nun doğruyu söyleme cesareti (parrhesia) üzerine yaptığı analizlerde, parrhesiastes yalnızca bir hakikat sözcüsü değil, aynı zamanda kendi yaşamını ortaya koyarak konuşan, bedeniyle de sorumluluk üstlenen etik bir özne. Bu öznelik hem tanıklık sorumluluğuyla hem de kamusal bir konuşma biçimi olarak yeniden şiirde kurulabilir miydi temel sorum. Sadece sesini yükselteni değil, aynı zamanda aşağıdan — yeraltından, bastırılmış olandan — konuşanı işaret ederken o seslerin hafızasına da yollamak istedim okuyanı.
Yalnızca hakikati söyleyen olarak değil, onun bedensel ağırlığını taşıyan, sesiyle yırtığı, yarığı, krizi ifşa eden kişi olarak düşledim parrhesiastes’i. Geçmişin tortularıyla bugünü söylemek değil yalnızca gelecek olasılıklarına da baktıran bir cesaret olarak. Bedenin, sesin ve sessizliğin birlikte taşıdığı bir hakikât elçisi.
Kassandra, tanıklığın trajik öznesi olarak önemliydi benim için: Duyduğu hakikati dillendiren ama duyulmayan kişi. Bir kadın sesinden yükselen hakikatin susturulması ya da duyul(a)maması. Sözü geçersiz kılınan bir hakikat taşıyıcısıdır o. Onun duyulmazlığı da bilinçdışımı belli ki çok etkilemiş ikinci girişi şiirime. Hem bireysel hem kolektif kadın hafızasının susturulmuşluğunu söyler. Rağmen kehanetlerini söylemeye devam eder Kasandra. İçerinin çığlığı, dışarının bastırdığı.
Parrhesiastes ve Kassandra birbirini yankılayan iki tanıklık biçimi oldular sanki.
Biri sözü yüksek sesle, risk alarak söyleyen; diğeri ise sezgiyle gelen hakikati, duyulmazlıkla örülü bir mekânda meydan okuyarak taşıyan. O sesin duyulması meselesi devam eden bir kriz değil mi hâlâ dünya için.
“parrhesiastes” benim için yalnızca bireysel bir cesaret ya da sezgisel bilgeliğin imgesi değildi elbette; aynı zamanda içinde olduğumuz şiddet rejimlerinin, suskunluk zorunluluğunun ve duygulanımsal baskının şiirden bir kaydını tutma meselesiydi de. Krizlerle yüzleşmek hem zorunluluk hem de kırılganlığa açık bir yük olduğunda şiir çatlaklarda titreşen sese dönüşsün isteğim: duyulması istenmeyen ses, hatırlanması bastırılmış acı, söylenmesi tehlikeli hakikat. Şiir bunları yüklenebilir.
A.S: Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine” makalesinde Klee’nin “Angelus Novus” tablosundan bahseder, bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir melek tasvir edilmektedir tabloda, gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Onu tarih meleğine benzetir Benjamin, yüzü geçmişe çevrilmiş. O geçmişte tek bir felaket görür, yıkıntıları üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Oysa melek kırık parçaları birleştirmek için biraz daha kalmak isterdi, ancak Cennet’ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını şiddetle yakalayınca kanatlarını kapayamaz olmuştu. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır. (s.43, son bakışta aşk) U dönüşü şiirindeki melek Benjamin’in meleği. Sen sanki bu tarih meleğine u dönüşü yaptırıyorsun gibime geldi, şu harika dizelerle: “onlar sömürgeleştirirken zamanı/dünya tortulaşır/bir yıldız yırtarak aşar atmosferi/ bunların hepsini seyredebilirsin”, can havliyle sanki meleğin bir postmodernist okuması gibi geldi bana.
A.Susam: Öncelikle bu duyuş ve değerli-derin tespitin için çok teşekkür ederim. Yazdığımızı değerli kılan ve yazma hevesimizi diri tutan ihtimamlardan bu da.
Tarihsel ilerleme mitiyle hesaplaşan, sömürgeleştirilmiş zamanın tortularında başka bir zaman arama hali hem de can havliyle. Felaketten sonra, felaketin içinden, zamanın sınır çizgilerinden başka türden bir zamansallık kurma çağrısı. Başarabilir miyiz?.. Şiir, zamanın sınırına gelir ve orada bir U dönüşü yapar: hem tarihsel, hem varoluşsal, hem de poetik bir manevra olarak onu düşünelim. “Melek”i yalnızca geçmişin yıkıntılarına değil, yeniden tahayyül edilen geleceklere de tanık kılmak. Bu olabilir mi?
Modern tarihin süreklilik ve ilerleme mitiyle birlikte hayatımızı sömürgeleştiren araçları değil mi ölçülebilirlik, ilerlemecilik, homojenlik. Yaşamları, deneyimleri çekmecelere tıkıştırmak. Şiirle bu homojenleştirilmiş zaman anlayışına karşı bir direniş alanı açabilir miyiz? Zaman tortulaşır, yırtılır, eksilir, içe doğru katlanırken. Kapitalist modernite, o büyük kapan, sadece toprakları değil, aynı zamanda hafızayı, geleceği ve şimdi algısını da sinsice rıza üretimleriyle sömürgeleştirirken U Dönüşü buna dair için bir itirazı benim için. Tarihi ilerleyen bir anlatı olmaktan kurtardığımızda kayıplar, eksiklikler çatlaklarla dolu bir deneyime dönüşür. Yaşam da bir açıklığa…
A.S: “insicamsız” şiirin sağlamcılık teorisine tam bir başkaldırı. Bradiotti’nin de reddettiği altın oranı sen de lanetliyorsun burada. Bedenlerimizi esnetmeyi bize yasaklamışlar mı diye düşünmeden edemedim. Bir bedenin utancı, bir bedenin unutuluşu nedir sence?
A.Susam: Zaman gibi beden de sistemin bireyi sömürgeleştirme alanlarından. Sağlamcılığın bizi getirdiği yer örtük-açık bir faşizm olabilir ancak. Estetiğin tarihi bedenin de tarihi ve Batı kaynaklı. Orantılı/mükemmel beden anlatısı bir ideolojidir de neredeyse. O anlatının dışında kalan bedenler görünülmezleştirilir. Eksiklikleri ya da fazlalıklarından. Beden bizim varlığımızın evidir ve tepeden tırnağa tıbbın da normatif bakışını taşır. Normalleştirilen, uyumlanan, disipline edilen bir şeydir. Belirlenen ritimlerle çemberin içinde tutulur; ama beden varlığın duygulanım yeri olarak dışarıya doğru hep bir taşmayı, taşkınlığı da içinde barındırır.
Kusurlu olan, norm dışı olan, eksik ya da fazla olan… ben kusursuz bedenlerin yerine bu tür bedenlere şiirle baktırmak istedim. Norm dışı olanları şiirin dünyasına taşıyarak.
Şiir bize karşılaşmalar için alan açar bedenin, travmanın dili, kırılmanın kaydı, hafızayla taşınan toksiklikler; bedenin tarihsel, biyopolitik olarak parçalanmasının üzerindeki tahakkümü tartışmak için. İçeriden dışarıya doğru yeni bir bedenlenme için.
O kadar uzun yüzyıllar aklın egemenliğinde beden uyutulmuş ve unutulmuş ki… Aynı zamanda tiksinileceklerin, utanılacakların yeri olarak da örtülüp kapatılmış kültürel olarak. Bedenin sarkması, aşırı kilo ile genişlemesi, sakatlanması, regl olması, yaşlanması, taşkın arzu taşıması, duygulanması... beden bunlarla ilgili utançla çerçevelenmiş. Mükemmellik bir iktidar fantazisidir.Bu nedenle ben, bedeni utanılan, dışlanan değil; açılan, çoğalan, eklentilerle yeniden kurulan bir varlık olarak düşünmeye açıldım burada.
İhtimam dille başlar demiştim, bedenle de süren bir şey. Bizi katılaşmaya, kapanmaya, yalnızlaşmaya iten, kendi varlığından başkaya tahammül göstermeye izin vermeyen sistem içinde bedene ihtimam da canlılığa, devamlılığa, yeşermeye açılmaktır. Yavaşlıkla. Kusur sevgisiyle.
A.S: Şiirde “aşırılık” için ne düşünüyorsun. Baskılanmış, bastırılmış her yanımız,
her fikrimiz, her öbeğimiz. Bizim bu dünyada “aşırı” olmamız ne anlamdadır, bize neleri getirir?
“kök hücre olsun aşılansın bana sen
bu aşırılıksa aşırılık!”
A.Susam: Aşırılık bir fazlalık-gereksizlik olarak dışarı atılandır. Düzensizlik ve kontrolden çıkma riski barındırır. Duygudaki, bedendeki, dildeki aşırılık… kaosa, norm dışılığa, anomaliye, tuhaflığa, yadırgıya çıkarır bizi insan-merkezli bir disiplinle düşündüğümüzde. Ben bunu yıkalım derdiyle seslenen biriyim; dolayısıyla aşırılık bende burada negatif anlamlar barındırmaz, tam tersi bir meydan okumaya, alan işgaline taşır öznesini. Çünkü o, sağlamcılığa, efendinin sınırlarında bir sömürgeleşmeye karşıdır. Dilde örneğin kulağın alıştırıldığı insicamlı ses dizgesine karşıdır. Bir varkalma stratejisidir bir yanıyla. Sınır aşımıdır, silinmesidir. Bastırılanın, ötelenenin hakkını arama halidir, Butlerca söylemek gerekirse efendiye ve efendiliğe bela olmak demektir. Belletildiği gibi bir patoloji, anomali değil direnme biçimidir. Bir hayatta kalma var kalma dilidir.
A.S: Şiirlere sinen bir insan yorgunluğu, insanın dünya için de yorgunluk olduğu duygusu geçiyor bana. Bir şiirinde de “toksik keder” diyorsun. Biz kendi kederimizle baş edebilmenin yollarını buluyoruz da, dışarıdan gelen toksikitelere karşı da koruyor mu bizi şiir sence? İhtimam, özen her bireyin başarabildiği bir şey değil çünkü.
“ışığa çıksın o
toksik kederinden kendini kurtarsın.”
A.Susam: Işık, var oluşun, karanlıktan kopmanın, hareket edebilmenin ilk koşulu. Kemik İnadı’nda bunu demiştim. Bedeni ve duyguları yoran bir dünyadayız. Kederden bitap düştüğümüz bir yere dönüştü çoktandır ve neşe kayboldu. Hayret ve merak kayboldu. Tek başımıza öğrendiğimiz ve baş ettiğimiz şey de bana kalırsa artık yetmiyor hiçbirimize. Neşeyi, dünya inancını, umudu geri çağırmak gerek. Bu kederi iliğime dek duyduğum için bu kitap şefkatle, ihtimam kavramıyla çok dolanık bir yapıt oldu.
Şiir kimseye doğrudan ne bir korugan, ne bir şifa yeri olmaz kanımca; ama bunlara doğru bir duyuş ve bakış kazandırır. Böyle bir şiir fikrinin bir şeyleri başka gösterme gücü olduğuna inanıyorum.
Dışarıyla yüklü, oradan gelen bir “toksik keder”, değersizlik hissi, ideolojik baskı, zorbalık, duygulanım stratejileri ile üzerimize boca edilen manipülatif tavırlarla kuşatmış durumda bizi. Tam bir yıkım psikolojisi. Şiir burada bir terapi aracına dönüşmez bence bir zırh da olmaz kimseye. Ama kırılganlıklarımızı, incinebilirliklerimizi tanımlamamıza, duymamıza olanak verir. Başkasının kederi ile temas etmenin, dil kurmanın yollarını açabilir. Toksik kitleden ayrışmamızı sağlayabilir. Arıtma gücü yoktur ama gösterme gücü her zaman vardır. İçeri alınanı dışarı atmanın, görünür ve taşınabilir kılmanın yollarını sunar bence.
A.S: Bir bedenin olmaklığını nasıl konuşabiliriz dünyanın yalnızlığı ile beraber?
A.Susam:Bir bedenin olmaklığı, bedeni duygudan koparıp, yanlızlaştırıp kaskatı nesneleştirmeye karşı duygu ve deneyimle bedenlenmiş bir varoluşa çıkarır bizi. Beden daha önce de dediğim gibi varlığa ev, geçit, eşik pek çok şey olur. Dünya ve şeylerle aramızdaki anlam köprüsü onunla kurulur. Varlığın dünyaya tutulması ve tutunması onunla olur. Dünyanın tenine dokunmak, ancak onunla mümkün. Duygulanımlar gibi duyumlara açar. Bu bizi dünyaya, yeryüzüne ihtimamın sapaklarına da çıkarır. Dünyanın yalnızlığına, kederine ve yorgunluğuna ancak böyle dokunabiliriz bir bedenle.
A.S: “kim daha hızlı ayrılacak iliğinden?” bir boy ölçüşme kısan, kırpan, görünmez kılan, kırpanla.
müzakerecilerin kurduğu sisteme bir başkaldırı olarak okuyorum “eksik ezber” şiirini. Şiirin tüm hükmedicilere başkaldırısı olarak. Bu tertemiz isyan seni de güçlü kıldı mı?
A.Susam: Yazmak, tüm karşılaşmaları şiirleştirmek insanın önce kendine tekrar tekrar varmasıyla ilgili. Sonra dünya ve Dünya ile, şeylerle arasında kurulan bağ ile. Dediğin gibi oldu tertemiz bir isyan. Dünya ve kendimle ilgili yorgunlukları attığım, yavaşladığım, sakinleştiğim, deri değiştirdiğim, yeni bir ses ve ritim bulduğum, bedenlenmenin anlamlarını yeniden kavradığım, duygu ve duygulanımlara yalnızca kendim için değil yakın ve uzak öteki için de baktığım, anlamaya, kavramaya çalıştığım bir süreç dökümü. Yazarak yapmak, bedenle yazmak…neymiş başka türlü öğrendiğim.
A.S: kıyamET şiirinde “dünyanın sonu için son sözcük ne?” diyorsun. Bir kehanet şiiri. Şiir bizi çok geçmişe, çok geleceğe mi fırlatır diye sormuştum kendime geçen. Şairler hep biraz daha ileriyi görür’e inanıyorum ben, sen ne dersin? “korkak olmadan önce neydi insan?”
A.Susam: kıyamET’i bir dünyanın sonu anlatısı olarak kurdum; ama içinde dünyayı yeniden başlatma arzusu da olan. Etik, ekolojik bir çöküş olarak insanı şimdisinden okurken geçmişinden anlamaya geleceğine uzanmaya da çalıştım. Antik dönemlerin duyuşuna kadar bizi geri döndüren hem kıyamet sonrası bakışı içeren bir şiir. “Korkak olmadan önce neydi insan?”, bu soru aslında modern insanın etik çözülüşüne karşı bir kazı, bir hatırlama daveti. Kurtuluşçuluğa yaslanmasa da teolojik sorular da barındırır; ama hepsi etiğin ve politiğin alanına açılmak için. Kutsalın bir yıkım aracına dönüştürülmesine, buradan tüm dışlanmışlara, tarih dışına kovulmuşlara bakalım istedim. Bu hatırlayışın bizi yeni bir yeryüzü evi yapmaya götürebilecek imkanları taşıdığına inanıyorum çünkü.
Bu yıkımdan, kıyametten sonra kimler kalacaktır geriye? Bence kırılganlar, dışarıda bırakılanlar, yok sayılanlar. Bir çoğulluk olarak.
Hem başlangıca hem sona, hem ilksel olanın yankısına hem henüz gelmemişin titreşimine açık. Çoktan unutulan henüz dile gelmemiş olan geriliminde.
Şair, kehanetle tanıklık arasında ara bölgede olan, sözü eşikten duyulan. Şairler de Benjamin’in tarih meleği gibi geriye bakarak geleceğe sürüklenenlerdir bir bakıma.
Geçmişin yıkıntılarından geleceğin ihtimallerine doğru.
A.S: “çocukluktur” şiirinde “dünyayı onarmak için bir olasılık” diyorsun. Benim de çok yakın hissettiğim bir tema bu. Bunu bir çocuğun yapabileceği fikri “dünyanın karşısına dikilir çocuk”la bize çokça geçiyor. Ölen, öldürülen her çocuk bu olasılığı azaltıyor değil mi?
Çocuğun kendini korumak için bir “cephanelik”e ihtiyaç duyduğu bir dünyada biz ancak onları anarak mı “dünyayı onarmak”tan bahsedebiliriz sence?
A.Susam: Çocuk ve çocukluk da benim için ilksel olana gidiş demek. En saf, en doğrudan, en yaban. Onun cephaneliği doğadan ve doğaya ait her şey. Bize şimdide yapılan savaşların tam tersi bir şey söylemek için var ondaki kabuklar, taşlar, kemikler, kuru yapraklar, dallar. Bir varolma biçimi olarak duyup söylediğim o. Zaman dışılığın içinde ne tarih ne hatıra; başka bir yaşam ve bilme biçiminin varlığı, müthiş bir meydan okuyuş. Dil öncesi, rüya içi. Sürekli geri çağrılan ama asla dönülemeyen. Halesini kaybetmiş dünyada o haleyi henüz görebilen. Onun eylemesi şefkatli bir onarmadır tüm iktidarlardan azadedir çünkü.
A.S: Bedenle bir konuşma da süregidiyor, içsel bir monolog. Yabancılık, yabanlık, yersizlik düşüncesine eşlik. Boşluk’u konuşmak isterim, boşluğa nasıl baktığını şiirde?
A.Susam: Boşluk bende hem bir eksilmenin, yokluğun alanını işaret ediyor hem de harekete açılmanın yeri olarak bir eşiğin olanaklarını hatırlatıyor. Boşluklar olmasa esneyemeyiz. Henüz dile gelmemişin mayalandığı alan olarak sessizlikle birlikte düşündüğüm bir şey. Bir şeyin henüz olmadan hemen önceki yeri gibi sanki o. Söylenemezin, görünemezin sesleri, görüntüleriyle de dolmaya açık. Sessizlik nasıl sesin/dilin kaynağıysa aslında boşluk da varlığın olma yeri gibi geliyor. Mutlak ve kesin olan doluluktan kaçıp yokluğun çevresini dolaşmak için boşluk; başka için, tanıklık için, açılma için… Geçmiş ile gelecek, içeride olanla dışarıda kalan, olmuş olanla olamayan arasındadır ve biraradalığı, geçişliliği de sağlayandır o. Bir de tabii senin de temas ettiğin yabanlık, yersizlik, sürgünlük var, ruh göçmenliği; boşluğun hem topografik hem duygulanımsal katmanlarına çıkarır bizi.
A.S: “arkasını dönünce” bir ihtimam şiiri, aynı zamanda da kehanet. “başıboş bir dünya sonu”. Bedenin esnediği açıldığı bir anda tekrar kapanma korkusu, yabandan gelen haykırış, dünyanın kaybedilmesi kaygısı ve oradan ihtimamla çıkış, ve özellikle kendine ihtimamla.
“ihtimamın önce kendi üzerine olsun.” Tek bir kavrama sığdırmak çok zor elbet ama bir “ihtimam” kitabı da der miydin “kalbi hızlandıran şeyler için”?
A.Susam: Kesinlikle derim. Kolektif ve bireysel bir yastan çıkış kitabı da derim ona. Pandeminin, anne kaybımın, can yakıcı savaşlara tanıklık ettiğimiz zor zamanlardan dünyaya ve Dünya’ya insanla bakmanın ve yeni anlamları, olmaları deneyimlemenin kitabı da derim.
Bu şiir, Orfeus mitiyle kayıp, kopuş ve felaketle biçimlenmiş bir geçmişten “geri dönme” hakkını, şiirle onarılabilecek bir gelecek ihtimaline çevirme olasılığına bir soruydu. Burada ihtimam, yalnızca başkasına yönelmiş bir şefkat ya da bakım değil — aynı zamanda kendilikle, bedenle, hafızayla, dilin kırıklarıyla ve zamanın katmanlarıyla kurulan çok yönlü bir ilişki biçimi. Kehanet burada, aslında yabandan geleni, o unuttuğumuzu bir hatırlama ve duyumsama, sezme olarak var. Kesinliğin ve mutlaklığın dışında bir dili, yara almış ve yaralara bakan bir dili taşıdığı için de böyledir herhalde.
A.S: “dayanıklılık” temasını seçseydim “yavaş adım” şiirine özellikle işaret ederdim. Dayanıklılığı “tardigrada” diye çok dayanıklı bir hayvan üzerinden seslemiş olman çok etkileyici. Biz yangınlarda yanarız, o yanmaz. Biz korunmalıyız ve şiir bizi korur mu? Bu da çok düşündüğüm bir konu.
A.Susam: “Tardigrada” ile bir gazete haberinde karşılaştım. Dayanıklılığı, yavaşlığı ve evrene upuzun tanıklığı… birlikte düşündüm. Yorgun bir süreklilik. Modern dünyanın dur durak bilmeyen performatif hız akışında yavaşlık unutulan ve zaman dışı bırakılan ya. Burada zamansız zamanın öznesi gibiydi sanki o. Zamanı askıya almak gibiydi ona bakıp onu düşünmek. Ondan çıkıp kainatı. Büyük anlatıların sızamadığı yerlerden ama bu düşünmek. Küçük yarıklardan mesela, çatlaklardan. Dil öncesi bir hakikat zamanına gitmeyi arzulayarak.
Ancak şiirle bunun etrafında dolaşılabilir’e çok inanıyorum. Tardigrada burada elbette biyolojik bir dayanıklılıktan çok fazlasına çekiyor bizi varlığıyla. Kırılganlıkları yeniden düşünmeye doğru. Yangınlardan çıkabilme olasılığını, yeryüzünü onarmayı belki de ihtimamla yeniden düşünmeye davet. Önemlisi gezegenlerarası koşullarda yaşayabilen bir canlılığı, insanmerkezciliği hem kırılganlığı hem kibriyle düşünmek. Hem kırılgan hem güçlü, hem geri çekilebilen hem de dünyaya açılabilen bir varlık “tardigrada”. Bir eşik-varlık. Biraradalığı, çoğulluğu düşünmeye bir vesile. Bir mikrocanlı ile insandan öteye, insanla birlikte bakmak.
Şiir bizi korur mu? Önemli bir soru. Benim için etiğe ve politiğe de ister istemez bağlanan bir soru. Dayanıklılık belki kırılganlıklarımızın bir zafiyet olmadığını kabul etmekle de ilgilidir, ne dersin? Yeni biçimler ve olasılıklara doğru esneyebilmeyi de içerir. Tardigrada, şiirin ta kendisi olabilir. Şiir bir yönüyle kolektif ve bireysel travmalarla, yıkımlarla, tarihsel suskunluklarla baş etmenin yollarından biri. Kendiliğindenlik değil ama çaba isteyen bir şey olarak: karşılaşma anlarını gereksinir, başkalığa açılan duyuş biçimleriyle birlikte. Şiir bizi bir zırh gibi korumaz, felaketin, krizin içinden geçirerek yapar bunu. İlksel olanın sesine, biçimine atarak bu dayanıklılığı hatırlatır.
A.S:“otobiyografik izler” şiirin üzerinden soracak olursam ve tüm şiirlere bakacak olursam burada bambaşka bir otobiyografik kayıt ortaya çıkıyor. Bedenle, duyumlarla, varlıkla dünyanın izini çıkarmak. Zor başarılır bir şey bence. Otobiyografik şiir için ne söylemek istersin?
A.Susam: Bu şiir benim için bir göç şiiri. Kendimden çıkma, onu yeniden kurma. Kendimle aramda olanlar, dünya ve şeylerle de aramda olanlarla birleşti ve bu izler bir kayıt olarak yazılmayı istedi. Ben’in bedenle, zamanla, dille bir hayat yoklamasıydı bu. Travmatik olandan yola çıkıp bir dönüşme halini izlerle okuma. Elbette salt kişisel olanla değil kolektif sesler ve işaretlerle de bir yol alma. Yazma süreci bir dönüşüm ritüeli gibiydi yeniden bütünlenmeye doğru. Beden fiziki bir şey olmaklığı kadar bir hafıza alanıdır da. Bedenle hatırlarız, duyumların yol göstericiliği ile. Ontolojik sancılarla dolu bir oluş süreci. Dille yapılan bir ameliyattı bu. Gerçeğini sonra olacaktım. Kendime şiiri bir onarma ve iyileşme yeri kıldım açıkçası. Kendinden çıkma ve başka bir şey olarak akma deneyimiydi. Bu şiirle bedenin, belleğin, benliğin bir kez daha yeniden yazılmasını önce kendim için mümkün kılmak istedim. Gerçek anlamda “bir beden-ruh operasyonu”ydu yazım süreci. Dışardan kırılmalarla içeriden dönüşmek.
A.S: Son olarak bir “veda şiiri” olarak okuyorum kitabın kapanış şiirini.
“Önceki ben ile vedaya hazırlanıyorum
Eskisi gibi olmayacak her şey için ağıt”
Sınırlar, sınır bölgeler tüm kitap boyunca bir izlek olarak sürüyor.
Teyel, yara, dikmek de. Yeni bir bene doğru koşar adım.
Son ne söylemek isterdin?
Bu söyleşi için çok teşekkür ediyorum, beni de genişletti, çoğalttı.
A. Susam: Sevgili Anita, son sözünden başlayayım. Sadece soru olmayan, yazılanı açan, değerli kılan işaretlerin, tespitlerin ve ihtimamın için ben teşekkür ederim.
Bu şiir evet bir yönüyle veda ama elveda olmayan bir veda şiiri. Tamamlanarak kopmaktan çok bir yeniden biçimlenme olarak düşündüğümde diğer şiirlerdeki gibi yüzü bir “açıklığa doğru” bakıyor. Beden ve ruhu yeni bir şeye sabitleyen değil de onu esneterek yeni olasılıklara açan. İhtimam sözcüğüyle birlikte “emanet” sözcüğünü de düşünüyorum. Şiire emanet ettiklerimiz, birbirimize emanet ettiklerimiz aslında.
Cin Ayşe 24, ihtimam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder