2 Mayıs 2023

YENİ!! LAL HİTAY. TEFRİKA 8. RİTÜEL


                                                                                                     Italo Calvino ve Giovanni Papini’ye

 

         Çimlerin üzerine serdikleri örtünün üstünde yan yana yatıyorlar. Ağaçlardan uzaktalar. Açıklık. Güneşin merhametli bir mesafeyi uygun gördüğü bir gün. Biraz ötede büyükçe bir gölet var, etrafındaki banklarda oturmuş birkaç kişi. Yine de ıssız denebilir. Kimsenin sesi duyulmuyor. Arabaların sesi duyulmuyor. Şehrin sesi duyulmuyor. Yalnızca rüzgârın, suyun, ağaçların, balıkların sesi… Karıncaların ve böceklerin... Kuşların, arıların ve sineklerin... Ellerinin dışı birbirine değecek kadar yakın bir şekilde uzanmışlar. Gökyüzüne bakıyorlar. Gökyüzü çivit mavi. Konuşmuyorlar. Rüzgârın, suyun, ağaçların, balıkların sesi… Karıncaların, böceklerin, kuşların, arıların, sineklerin... Emre ve Ayla’nın ağır ağır nefes alıp verişlerinin…

       Emrelerin salonunda divanda ellerinin dışı birbirine değecek kadar yakındılar. Notlar, krokiler salonun ortasında yerdeydi. Hızlı hızlı nefes alıp vererek karşı duvara bakıyorlardı. Büfecinin bahsettiği ormanlık yeri de Sedat’ın çizdiği krokilerde buldular. Demek ki krokilerin en azından bir kısmının Sedat’ın gittiği yerlere ilişkin olduğu kesindi. Ne var ki krokilerde gösterdikleri ilerlemeyi, Sedat’ın notlarında da gösterdikleri söylenemezdi. Notlar, bölük pörçüktü. Onlara bir şeyler anlatmak çabasından çok uzaktı. Cümlelerdense sayıklar gibi konuşan birini kesinliğe mahkûm etmeye zorlar gibi olduklarından notlarla ilişkileri kaba şiddete meyilliydi. Ayla bu yaptıklarını vahşice bulmaya başladı ve suçluluk duydu. Sedat’ın o notları yalnız kendi için aldığını, kimsenin görmesini planlamadığını hatta kimsenin görmesini dahi istemediğini düşünüyordu. Daha da genç belki de çocuk denebileceği yaşlarını anımsadı. Düştüğü için üzerine düşülmesinden çok sıkıldığı zamanları… Her şeyi, kendini de kendine saklamaya karar verdiği anı tam olarak anımsayamadı. Dengede kalma zorunluluğu omuzlarına yazısız bir anlaşma ile yüklenmişti. Hatta bu anlaşma yazısız olduğu kadar sözsüzdü de. Davranışlarla mühürlüydü. Baş edilemeyen huzursuzluk ve endişelerin dengeleyicisi olmak, bunların hepsini onun dengesini kaybetmesine bağlamanın rahatlığı ve kolaylığından sıyrılamayanlar sebebiyle üstüne kaldı. Kabuğu sertleştikçe içine çekildi. Hayal kırıklıklarını, hüzünlerini, kırgınlıklarını, küskünlüklerini hep bu dış çeper ile içe çekilme aralığına biriktirdi. Ne zaman patlayacak gibi hissetse içindekileri çalakalem bölük pörçük bulduğu boş sayfalara döktü. Sonra o sayfaları en çok sevdiği çivit mavisi büyükçe küllükte bazen tek seferde, bazen parça parça yaktı. Külleri büyükçe bir kavanozda biriktirirdi. Kavanoz doldukça, Ayça’yı güç bela atlatıp yakınlardaki gölete gidip, külleri gölete dökerdi. Kavanoz her boşaldığında, yani küller gölete savrulduğunda deri değiştirmişçesine kabuğunun esnekleştiğini, içinin huzurla doldurduğunu hissederdi. Çok kısa bir an kendisine olan mesafesi kapanırdı. Sonra eve, üstüne kalanlara dönerdi. Kabuğu yeniden hem sertleşir, içine çekilirdi. Kendi çalakalem, bölük pörçük yazdıklarını kimse görsün istemediğinden Sedat’ınkileri mikroskop altına alarak incelemek pek tabii ki ona göre vahşilikti. Mahremiyet Ayla’ya kendiliğinden bahşedilmemiş olduğundan, onun için mücadele vermesi gerekti bu yüzden oldukça değerliydi.  Bunları düşünürken Sedat’ın odasına gitti. Belki küllerle dolu bir kavanoz ya da küllerin gri tozunu bırakarak kendini anımsattığı boş bir kavanoz bulabileceği umuduyla. Yanıldı.  

 

Emre içeriden Sedat’ın kitaplarını taşıyıp notların, krokilerin yanına yığdı. Kendi de yanlarına bağdaş kurarak oturdu. Kitapları alıp dikkatlice inceliyor Sedat’ın izini sebatla olabilecek her yerde sürmeye devam ediyordu. Ayla da salonun ortasına ilerledi. Yere yanlamasına uzanıp, kitapları incelemeye başladı. Okurken kaldığı yerleri kıvırarak işaretleyenlerdendi Sedat. Barbarlık! Rafet Bey bunu böyle tanımlamıştı. Ve barbarlık yeri geldiğinde bir kurtarıcıydı. Kültürlü olmak düşünce sahibi olmak anlamına gelmediği gibi sınıfsal bir jeste de dönüştüğünde hepten çekilmez bir hal alabilirdi. Bir kimliklilik olarak kültürlü olmak buram buram yapmacıklık, ayrıcalılık kokardı. Düşünceye karşı tek suç da ancak bu olabilirdi. Bu yüzden yerinde bir barbarlık düşüncenin dostu ve kurtarıcısıydı. Emre’nin hafif bir müzik açması da göz kapakları ağırlaşan Ayla’nın kurtarıcısı oldu. Yerinden kalktı ve olduğu yerde sağa ağır ağır sola salınarak kendini müziğin ritmine bıraktı. Emre arkasından yaklaşıp, beline sarıldı. Ayla bir an durakladı sonra kaldığı yerden devam etti. Dövme sevdasının baş gösterdiği yazı anımsadı. Bedenine ve onun ritmine hemen ayak uyduran o adamı. Evden kaçışlarını. Adamın sahile yakın dairesini. Orada toplanan küçük kalabalıkları. Adamın seviştiği genç kadınları… Çaktırmadan aralık kapıdan bu sevişmeleri izlemeye çalışırken adeta nefes almamasını. Adamın yataktaki hızlı hareketlerini. Seviştikten sonra kadınların odasında bırakıp Ayla yanına gelip ona sarılmasını. Birlikte öylece uzanmalarını. Sabaha karşı eve dönüşlerini. Ses çıkarmadan odasına geçme çabalarını. Aksaklığına eklediği parmak ucu yürüyüşlerinin hayatının başka bir evresine geçtiği hissini vermesini. Bazı şeyler için küçük olduğunu ve bundan bağımsız olarak küçük de hissettiğini. Böyle hissetmenin yakıcılığını. 

 

Dans etmeyi bırakıp yeniden salonun ortasından yığının yanına ilişti. Emre de müziği kapayıp evin arka tarafına yöneldi. Ayla yerdeki öbekten rastgele ince bir kitabı aldı eline. Şiir kitabıydı. Kitabın sayfalarını ağır ağır çevirdi, henüz kelimelerin hakkını veremediğini düşünerek. Belli ki Sedat da editörün işini hakkını vererek yapmadığı düşüncesindeydi. Basım yanlışlarını işaretlemiş; ayrı yazılması gerekip bitişik yazılmış ekleri bir çizgi ile ayırmış, eksik harfleri eklemiş, fazla harfleri karalamıştı. İşin matematiğinde takılı kaldığı için olsa gerek kitapta bunlar dışında başkaca bir işaret yoktu. Oysa diğer kitaplarda kıvrılan sayfalarla, işaretlenen pasajlarla okunmuşluk biçimselliğiyle de oradaydı. Sedat’ın Ayça’ya, Ayça’nın Sedat’a çekilmesi belki de rastgeleliğim ötesindeydi.  İşin matematiğine takılı kalmaya yatkınlıkları belki onları birbirine çekmişti. Kişinin düzgünlüğün kıstasını kendinden yola çıkarak dayatmasının bir matematiği vardı. Herkes için en iyi olanı, en doğruyu herkesten daha iyi bilme iddiasının hesapçılığı. Toplama, çıkarma, çarpma, bölme… Günahların ve sevapların çetelesi tutuluyorsa madem onun da bir matematiği vardı. Abaküsün de tesbihin de boncukları… Sevmek ve sevilmek, anlamak ve anlayış göstermek matematiksel olduğunca yüzünü tüketmeye döner. Her şey bir alacak veya borç ilişkisinde zeminlenir. Gerçekçiliğin matematiği eksenini zorunlu olarak hesapçılığa kaydırır, buna direnç gösterenleri hayalperest veya nankör olarak yaftalamak denkleştirme gereğidir.  Başkasını suçlamaya hep bir adım yakın durmanın hesap kitap işi olması gibi. İnsan her şeyin hesaplanabilir olduğunu kabul etse bile, bunun hesapların doğru olduğu anlamına gelmeyeceğini için için bilir. Bir kuş misali çırpınışların duygusallık, hiçbir şeyi koyuvermemenin hassaslık anlamına gelmediğini için için bildiği gibi. 

 

Dövmelere tutulduğu yaz, bazı akşamlar Ayla ve adam kumsalda denizi izleyerek yan yana otururlardı. Karanlık iyice bastırınca soyunup denize girerdi adam. Ayla’yı yanında sürüklerdi. Ay ışığı yara izine değmezdi. Geceler bu sebeple Ayla’ya daha dost canlısı gelirdi. İnsan geceye sırları ile güvenebilirdi. Suyun yüzeyinde hareket etmeden üşüyünceye kadar sırt üstü yatarlardı. Suyun kaldırma kuvvetinde, tuzdan ve sudan sonuna kadar istifade etmenin keyfini sürerlerdi. Matematik, fizik ile birleştiğinde daha az hesapçı, doğa ile bir aradalığında yer yer daha insaflıydı sanki. Sudan çıktıklarında ayrı ayrı havlularla kurulanıp tek bir havlunun üzerine yan yana oturup kurumayı beklerlerdi. Bazı akşamlar Ayla suya girmez, havlunun üzerinde oturup onu izler, denizden çıkmasını beklerdi. Ayaklarını günün sıcaklığını üstünden atabilmiş olan kuma sokmanın verdiği serinlikte adamla atalarının farklı olduğunu düşünürdü. Her fırsatta suya giren ve suda uzun zaman geçirmeyi seven bu adamın atası sudan çıkmamakta diretmiş, yüzgeçleri ve kuyruğuna veda etmeye gönlü razı olmamış, karaya çıkıp ciğerlerini yakmamakta, bacak sahibi olmamakta sebat etmiş olmalıydı. Ancak ne kadar inat etse, dirense de yaşam onu başkalarına da zaman zaman yaptığı gibi bambaşka bir yere savurmuş, eninde sonunda karaya sürgün etmiş, o da bu sürgünlüğü her gördüğü su birikintisine girerek telafi etmeye çalışmış olabilirdi.  İşte o karada sürgün deniz canlısı atanın kalan tek torunu belki de denizden çıkmak bilmeyen Ayla’nın ayakları kuma gömülü olarak izlediği adamdı. Geride tek olarak kalmak yalnız bir his olsa gerekti. Ayla buna düşününce hüzünlenirdi. Adam suda sırt üstü uzanıp, hareket etmeden kendini hafif akıntıya bırakıp, yıldızlı gökyüzünü izleyerek yaşamını devam ettirebilse başka sürgün olmuşların ait hissettikleri yere dönme umudu olabilirdi. Kendisi suda yaşamaya başlasa nasıl bir canlıya dönüşürdü acaba? Bacağındaki yara izi neye dönüşürdü. Dönüşmek izi deriye, derinliklere işlemiş yaşanmışlıkları yok sayabilir miydi? Yaz sonu ayrılma vakti geldiğinde adam Ayla’yı öptü. Önce yanaklarını öptü. Saçlarını okşadı. Sonra hafifçe dudağının kenarını. Sonra dudaklarını. Usulca başlayıp, şiddetlenerek devam eden uzunca bir öpücük. Tuzlu suyun kokusu. Veda busesinin tatlı tuzlu tadı. Farklı atalara sahip insanların bölünmüşlüğün şiddetini aşabildiği kısa anların umuduydu belki de insanı devam ettiren. Keşke bu ayrışmışlığın şiddetini herkesle aşabilmeyi becerebilseydi. Aynı atanın bütünlüğü içindeki zıtlığının getirdiği kopuşlar uzlaşamadığınca, bölünmüşlüğün şiddetini daha kuvvetli taşıyordu belki. Bir gülle atışı ile ikiye bölünen, neye dokunsa yarımlığını bırakan, aynı bütünlüğün iki uzlaşmaz kutbunu içinde barındıran atanın ıssızlığı ve hırçınlığının yıldırımı düştüğünde, ağaçların yarısını küle dönüştürür. Kayanın hangi tarafındaysa o tarafı yosun tutar. Yosunlu tarafa basıp düşmek sadece kırıklıklara değil, çok derin yarıklara da neden olur. Bir şeye nasıl bakıyorsa insan, o şeyde en çok onu görür. Ayça onda ne görüyorsa Ayla kendine tam zıttını görüyordu, Ayla Ayça’da ne görüyorsa Ayça büyük ihtimal tam zıttı olduğunu düşünüyordu. 

 

Epey bir zaman geçmesine rağmen Emre hâlâ içeriden dönmeyince ona seslendi. Elinde tıka basa doldurmuş olduğu belli bir sırt çantası ile geri geldi Emre. Şimdilik evde bakacakları bir şey kalmamıştı. Saat daha erkendi. Büfecinin bahsettiği ormanlık yere gidebilirlerdi. Nasıl gideceklerini, hangi otobüse bineceklerini öğrenmişti. Toparlanıp, çıktılar. Ayla, Sedat’ın düzelttiği şiir kitabını da yanına aldı. Otobüs durağında onlar hariç üç kişi daha vardı. Binecekleri otobüs yarı yarıya boştu. Ayla başını Emre’nin omzuna koydu. Yarı uykuda yarı uyanık bir halde yol almaya devam etti. Bazen dünyanın toz bulutunun sıkışmasından, topraktan, kayadan, sudan ve havadan oluştuğu fikrine tam olarak ikna olduğu söylenemezdi. Dünya sanki onun rüyasının görüntüsüydü. Uyku ile uyanıklık arasındaki bulanıklığın renklerini taşırdı. Dünya, o dünyayı düşlediği için vardı sanki. Varlığı gece ve uykuyla kardeşti. Geceler dost canlısı ve sırdaş olması dışında varlığa kucak açar, onu besler, ona devinim verir ve onu zenginleştirirdi. İnsan ancak rüyalarda tamamen özgürdü ve dünya düşlendiği için var olduğu sürece ancak tam olarak bir özgürlüktü. Uyanmak hem varlığa hem özgürlüğe tehditti. Son durağa geldiklerinde ayaklandılar. Emre ona dün akşam herhalde uykusunu alamadığını sabahtan beri yüzünün uykuya dönük olduğunu söyledi. Ayla “Öyle galiba.” dedi sırıtarak. 

 

bir geceden çıkıyoruz usul usul gözlerim

gözlerim sevgilim dehşetli ağrıyor.[1]

… 

 

Durağın az ilerisindeki çeşmeden su içip, yüzlerini yıkadılar. Binmeleri gereken dolmuş ilerideki kahvenin önündeki yoldan geçiyordu. Otobüs şoförü söylemişti. Kahvelerin önüne çıkan yollar neden hep ya bozuk ya da taşlı ve topraklıdır… Tozlu, topraklı yollarla, durmadan yine ve yeniden asfaltlanan yollar arasına sıkıştırılmış bir yaşanmışlık. Şayet medeniyet zamana yayılarak yıllanarak yükseldiyse o halde bu sıkışmışlık neden… Medeniyet ve şehrin ayrılmaz bir aradalığına inat edercesine hızlanmış şehirler. Yıllanmaktan ölesiye korkan yenilik tutkusuyla tutuşan ve kül olan. Şehirler artık yalnızca yine ve yeniden yenilenmek için varlar. Nefessiz bırakırcasına hareketle dolular, asfalt yollar yalnızca hızlanmanın olanağı, ulaşımın değil. Şehirler uyumuyor, uykusuzluk onları gecesiz ve rüyasız kılıyor, yok oluşla hemhal ediyor. Hiç bitmeyen hayatsız bir hareket, hep yeni ama daima yenilmiş. Ayla’nın ayakkabısına küçük bir taş girip, tabanına battı. Acıdan çok rahatsızlık hissiyle kahvenin önüne kadar yürüdü. Kahvenin önünde ayakkabısını çıkarıp, taşı yola silkti. Alışılmışın dışına çıktığında herkes ve her şey kendini sana bir şekilde hatırlatır belki de yeniden tanıtır. Ormanlık alana vardıklarında açıklık bir alan buldular. Emre çantasından örtüyü çıkarıp serdi. Yan yana uzandılar. Ayla en başa dönmüş gibi hissediyordu. Gözlerini kapatıp açtı. Başını sağına çevirdi. Bir uğur böceği hemen önünde kendi ritminde ilerliyordu. Gözlerini kapatıp açtı. Bir kara sinek gürültülü bir vızıltıyla üzerine doğru alçalıp uzaklaştı. Gözlerini kapatıp açtı. Bir kelebek sarı ve siyahı ile rüzgârda süzülüyordu. Gözlerini kapatıp açtı. Bir eşek arısı bütün baskınlığı ile hengameye katıldı. Kendini kraliçe mi sanıyordu… Uykuya dalmak üzereyken Emre etrafa bakınmayı teklif etti. İsteksizce yerinden doğruldu. 

 

Göletin yanından ilerlediler. Sığ ve bulanık suda ağır ağır yüzerek ilerleyen turuncu renkli gümüş sırtlı balıklar…  Sürgün olmuşların ait hissettikleri yere dönme umudu olarak oradalar. Emre durakladı. Bakışlarını sabit bir noktaya dikti. Ayla da aynı yana bakınca bir heykel gördü. Oraya doğru ilerlediler. Heykelin sağında solunda öbek öbek, rengarenk ortancalar vardı. Heykel, Sedat’ın çok sevdiği bir yazarındı.  Neden burada heykeli vardı… Buralarda mı yaşamıştı… Yoksa bu ormana gelip kendi düşüncelerini mi dinliyordu… Ya da göleti ve balıkları izleyip geri dönüş için mi umutlanıyordu… Emre soruları kendi kendine konuşur gibi art arada sıraladı. Sedat’ın notlarını yanında getirmediğini hayıflandı. Heykeli dikilmiş yazarla, buraya düzenli gelmesinin bağlantısı varsa notlarında olabilirdi. Yazarın doğum tarihi kazılıydı ancak ölüm tarihi yoktu. Doğum tarihi düşünüldüğünde yaşama ihtimali çok azdı. Ölüm tarihinin neden yazmadığını sordu Ayla. Emre asıl ilginç bulduğu şeyin bununla ilgili olduğunu söyledi.  “Bu yazar ele avuca gelmez, gizemli bir adamdı. Metinleri de dümdüz akarken birden geri çekilir, adeta boşlukta sönümlenirdi. Sonra yazar da bir anda ortadan kayboldu. Sırra kadem bastı ve bir daha da ondan kimse haber almadı. Çok fazla eseri de yok. Evde, salona getirdiğim kitaplar arasındaydı kitapları. Görmüşsündür belki.” dedi. Görmemişti. Yazarın heykeli yazarın varoluşuna tezat bir şekilde Emre için açıklık sağlamış gibiydi. Ayla için ise başa dönmüşlük hissini devam ettirdi. Belki bu ormanlık alana gelip, sevdiği yazarın ortancalar içinde yükselen gri haşmetinde vakit geçirip, onunla dertleşmek Sedat’ın ritüeliydi.  

 

 

 

 

 

 



[1] Leyla Şahin, Kırlangıç Yıldızı, Mektup 1/, Papirus Yayınevi, İstanbul, 1989, s. 13. 

Hiç yorum yok: