10 Mart 2017

Şengül Can. Bahçede

ŞENGÜL CAN
Bahçede
                                                                                                                                    Sitera’ya

Hadi ama bekleyecek vakit yok. Çabuk çabuk.  Ah Bedia daha seri. Ne yapsa şimdi yetişemeyecek. Ondandı korkusu belki. Beş yüz metrelik maratonda ipi göğüsleyecek gibiydi. Hem de bu kadar kilo. Göbek, kalça, koca koca memeler. Kaş göz etti önce. Anlayacak değil ya ah! Sonra verdi peşine. Siyah paçalı olanı kuyruğundan kavradı. Hayvan can havliyle kanatlarını açtı. Gıdaklamalar bahçeye yayıldı. Tavuklar. Bahçede. Tavuklar bahçeyle bir oldu. Bedia bu canını dişine taktı. Yedirmem olmaz. Olmaz dedi. Kimseye vermem. Hava da kararmaya yüz tutmuş. Bahçeyi aldı bir telaş. Tavuklar neye uğradığını şaşırdı. Bedia’nın gözleri dönmüş yine. Böyle bakıyormuş gibi yapar ama görmez. Döndü bana. O nasıl bakıştı? Ah Bedia.
Kendime senin gözlerinle bakmak istedim. Belki de dünyaya. Senin olduğun yerde durmak sonra. Ama belki sadece o da değil. Senin ellerinle dokunmak, derinin altındaki iyileştiren bakışlarınla dönmek sonra:
Hoş geldin, benim ev burası.   
Ben kararsız evi dolaştım. Evde bir koku. Yürüdükçe artıyor sanki ağırlaşıyor. Alışmak imkânsız gibi. Rutubet desem değil. Toz toprak desem değil. Bahçeden desem değil. Yüzümdeki gölgeleri görmüş gibi:
Burayı gerçekten istiyor musun?
Bak dedi:
“Bu dağ, bu oda buraya bakar. Burası da bahçe. Arka taraf yol.”
Anlamamış gibi baktım ki:
“Yol yoldur. Çayır çimen. Ağaçlar.  Dağ da dağ işte. Sonra sıkıldım demek yok. Bahçede otururuz. İstersen çay da demlerim.”
O da güldü. Evdeki kokuya rağmen yeni yapılan siteleri gezmedim. Buradayım.
Koş Bedia. Turuncu olanı yakalamaya çalışıyordu. Gözlerinde yine o şimşekler. Neye kızdı böyle? Bana baktı. Kaldım. Tek adım atamadım. Biliyordum baktığı yerdeki ben değildim. O başka biriydi. O otları yolup yolup tırmıklayıp, sabahlarca sulayıp akşamı sabah, sabahları akşam ettiği o yerde, ayak bastığım yer onundu sanki. Öyle zamanlarda adımımı atmazdım. Yokmuşum gibi kaldım yine. O kitaplardan okuduğum, okuyup altını çizdiğim, çizip notlar aldığım ya da defalarca izlediğim, sonra o kareyi durdurup durdurup bir defa daha izlediğim, değildi.
Bedia bahçe kapısının oraya kulak kesildi. Kışt dedi sonra. Kışt. Komşunun tavuğuydu. Senin burada işin ne? Kesip yedi derler sonra. Git burdan. Hırsız tutturma beni. Ele güne karşı. Taşı kaptı ardına verdi. Git burdan git. İçi genişti ama. Tavuk hırsızlığı zoruna gitmiş. Koşturdu. Bedia dedim. Burada işte.  Bir ki üç, ne bir eksik ne bir fazla, dört beş altı. Başa baş.
Uyandım. 1. Ders hayat bilgisi. Tema: Benim eşsiz yuvam. Zil, sınıf. Koridor. Kabloları takip edip sınıfa geldim. Dört duvar. Sorular. Neye gülüyorlar böyle. Ali kikir kikir. Her canlı özelliklerine uygun yerlerde barınır çocuklar. İnsan ev yapar. Nergiz: Öğretmenim köpekler ne olacak, ya tavuklar. Furkan: Tavuklar ondan mı hasta öğretmenim. Merve: Tavukları doktora götürsek ya. Ali: Ben okuyabilir miyim öğretmenim?  Odalarca insan. Zırhlar. Okul yolunda. Bostan kokusu. Toprak rengi. Öğlen sıcağı. Nihayet bahçe.
Biraz sitemliydi Bedia,  halin yine hal değil. Evde beklemiş gibi. Beklemiş de beni, böyle gözlerini devirip bakacağım der gibi.
“Bir sigara yaksak ya. İyi gelir.”
Oturduk. Çaydanlıktaki yansımasına döndüm. Eteğini yellendirdi. Bana dönüp:
“Akşama ne pişirsek.”
Gözlerimle küllük aradım. Yanından çıkartıp uzattı. Unutmuşum her zaman hazırda bir tane bekletir.  Şakağının kenarındaki çizgiyi tanıyordum. Ya öfkesinden ya heyecanından çıkardı. Arada da gülerken. O çizgi iki gündür ordaydı. Gitmedi. Biliyordum içinden gitse yüzünden gidecekti. İçimdeki kuşu düşünür gibiydim. Telefonum çalmış gibi baktım. Sonra ararım dedim annemdir.
 Ben bir geçmiş seçmiştim. Onu oynuyordum. Böylesi daha güzeldi. Bu beni diğerlerine yaklaştırıyordu. Dışardan baktığında anlaşılmıyordu. Zaman zaman ben gerçekten o oluyordum. Hem Bedia’ya yalan söylemek hoşuma gidiyordu. Böylece her gün anlatacak bir şeyler çıkıyordu. Hasta babam, hastanelerde uğraşan annem, özlediğim kardeşlerim. Bakışlarımı ve duruşumu da bazen o anlattığım kadına benzetiyordum. Biri arayınca nasıl bakardım, nasıl dururdum. Sonra Bedia’ya benzemek istiyordum. Çocuklarım olsa üniversitede okuttuğum. Ben de dul olsam, onun yaşlarında. Sigaram, tavuklarım, bahçem, kocamdan kalan emekli maaşım, bir de çıplak ayaklarım olsa. Dursam. Sonra yürüsem. Gülsem. Bir müzik sesine oynasam. Kahkahalarım dışardan duyulsa. Ondan mı istiyordum kendime onun gözleriyle bakmayı. Yalanlarım da dahil beni çoğaltıyordu Bedia.
Kapılara kilit vurduğum ve zil çalınca kim o dediğim yerlerden geldim. Çocukların adını ezberleyemediğim çok zamanlardı. Sesimin büyüyüp yankılanmadığı koca koca sınıflardan. İki artı bir evden. Soluğumun cirit atarak evi ele geçirdiği zamandan. Zil ve yol aynı şeymiş. Zil sesini kıstım.
Haftada bir telefonlaşıyorduk. Çaya çağırdı mı gidiyordum. Bazen de annemin kızı açıyordu telefonu. Ve o zaman yaşıyordu annem. Ölmemişti. Kızı apansız beni aramamıştı bir öğlen üzeri. Misafir gibi gidip yeni ailesinde onu gömmemiştim. Aklıma yol düşmemişti daha. İçimdeki o şeyle baş edebildiğim zamanlardı belki de babamı özlediğim. Ama bir çiçek dahi götürmediğim. İçimde yangınları taşıdığım zamanlardı. Küçük şeylerle mutlu olamıyordum. Bir çiçeğin açması, bir kuşun kanadı, çok sevdiğim bir film, su sesi. Bunlar dünyaydı biliyordum. İçimdeki benler beni farklı farklı yönlere çekiyordu. Baktığım her şey toza dönüyordu. Yol tozuna. Seslerini dinledim. Annem gibiydim. Bu ayaklar hep bedenime sahipti. Ondan gitti. Benim bedenimi kim taşıyordu. Peki, ya anneminkini. “Kurup kurup gidemezsin.” Ben anneme dedim. Annem bana. İkimiz de geçmişimizi bırakıp gittik. İkimiz de gitmeyi seviyorduk. Ama öncesinde. Gitmeden önce yani. Üşengeç bir el beni alıp yere yapıştırıyordu. Bulaştıkça kalıyordum. Her şeyin içini oyuyordum o evde. Oyup oyup yeniden dolduruyordum. Göç mevsimi bitmişti.
Kumandayla televizyonun sesini açtı.
Sesler akın akın. Bölgede panik. Arka arkaya alt yazılarca. Büyük puntolarla. Kocaman kocaman seslerle. Yayılma temayülü. Halkın sağlığı için. Tedbir amaçlı. Tavuklar incelendi. Ölümcül virüs. Nedeni araştırılıyor, ama göçmen kuşların göçü sırasında. Neden bahsediyordu? Neden olacak Bedia’nın tavuklarından. İçi cız etti izlerken. Bedia’nın bu halleri. Bu mutsuzluğu. Annesinin cenazesinde gülmüş kadın. Tavukların tümü itlaf edilecek. Telef, itlâfât, zâyiât… Sesler büyüdü büyüdü. Kızardı. Açtı. Soldu. Damla damla döküldü gözleri. Eridi aktı. Fayanslarla, mutfakla bir oldu. O yapışkanlık ıslaklık tüm eve yayıldı. Üstüne başına. Su sabun yapayım geçsin diyemedi. Biraz silip oturamadı. Az dinleneyim şimdi usandım diyemedi. Biraz da kirli kalsın orası da öyle olsun diyemedi. Karıncalar duvarların yüzüne çıktıkça belediyenin anonsları dolaştıkça, televizyonun sesi bahçeyi sardıkça. Seslerin haleleri etrafta cirit attıkça. Bunu aldı bir ağlama. İkimiz de durduk? Bekledik. Tavukları gelip almalarını mı?
“Ölürüm de vermem”
Bir sigara yaktı. Ayağını diğerinin üzerine attı. Sesler beyninde çın çın. Birden yerinden fırladı.
Belediye alt sokaktaki tavukları toplamaya başlamıştı. Arka kümese seğirtti. Tavuklara. Alıp alıp samanlığa saklıyordu. Önce tavuğu gözleriyle takip ediyordu. En doğru zamanda tek hamleyle kıçından kavrıyordu yavruyu. Kaybedecek vakit yok Bedia. Gak gak diyordu tavuklar. Gak gak. Yakalayıp samanlığa ediveriyordu. Son tavuğu da attı içeri. Bir güzel saydı. Sarıyı, kırmızıyı, siyahı, turuncuyu, kendisi de içeri girdi. Kapıyı sıkıca kapattı. Oturdu. Çıkmadı. Önbahçeye görevliler girdi, koştum. Bir gak sesi geldi. Kesildi. Bedia kafasına bir tane çakmış olmalı. Bekliyorlardı. Yüreğim pıt pıt.
“Öğretmenim.”
“Tek kalıyorum.”
“Yeni taşındım. Tavuk yok.” Kuşlara baktım, göçmen kuşlar için de bir şeyler yapacaklar mıydı?
Sonra derin bir nefes aldım döndüm:
“Üçüncü sınıfları okutuyorum.”
Güldüm. Çocuklardan biri sordu. Öğretmenim çocuklar anne babalarını doğurabilir mi?










Hiç yorum yok: