ŞENGÜL CAN
Bahçede
Sitera’ya
Hadi
ama bekleyecek vakit yok. Çabuk çabuk.
Ah Bedia daha seri. Ne yapsa şimdi yetişemeyecek. Ondandı korkusu belki.
Beş yüz metrelik maratonda ipi göğüsleyecek gibiydi. Hem de bu kadar kilo.
Göbek, kalça, koca koca memeler. Kaş göz etti önce. Anlayacak değil ya ah!
Sonra verdi peşine. Siyah paçalı olanı kuyruğundan kavradı. Hayvan can havliyle
kanatlarını açtı. Gıdaklamalar bahçeye yayıldı. Tavuklar. Bahçede. Tavuklar
bahçeyle bir oldu. Bedia bu canını dişine taktı. Yedirmem olmaz. Olmaz dedi. Kimseye
vermem. Hava da kararmaya yüz tutmuş. Bahçeyi aldı bir telaş. Tavuklar neye
uğradığını şaşırdı. Bedia’nın gözleri dönmüş yine. Böyle bakıyormuş gibi yapar
ama görmez. Döndü bana. O nasıl bakıştı? Ah Bedia.
Kendime
senin gözlerinle bakmak istedim. Belki de dünyaya. Senin olduğun yerde durmak
sonra. Ama belki sadece o da değil. Senin ellerinle dokunmak, derinin altındaki
iyileştiren bakışlarınla dönmek sonra:
Hoş geldin,
benim ev burası.
Ben
kararsız evi dolaştım. Evde bir koku. Yürüdükçe artıyor sanki ağırlaşıyor.
Alışmak imkânsız gibi. Rutubet desem değil. Toz toprak desem değil. Bahçeden
desem değil. Yüzümdeki gölgeleri görmüş gibi:
Burayı
gerçekten istiyor musun?
Bak
dedi:
“Bu
dağ, bu oda buraya bakar. Burası da bahçe. Arka taraf yol.”
Anlamamış
gibi baktım ki:
“Yol
yoldur. Çayır çimen. Ağaçlar. Dağ da dağ
işte. Sonra sıkıldım demek yok. Bahçede otururuz. İstersen çay da demlerim.”
O da
güldü. Evdeki kokuya rağmen yeni yapılan siteleri gezmedim. Buradayım.
Koş
Bedia. Turuncu olanı yakalamaya çalışıyordu. Gözlerinde yine o şimşekler. Neye
kızdı böyle? Bana baktı. Kaldım. Tek adım atamadım. Biliyordum baktığı yerdeki
ben değildim. O başka biriydi. O otları yolup yolup tırmıklayıp, sabahlarca
sulayıp akşamı sabah, sabahları akşam ettiği o yerde, ayak bastığım yer onundu
sanki. Öyle zamanlarda adımımı atmazdım. Yokmuşum gibi kaldım yine. O
kitaplardan okuduğum, okuyup altını çizdiğim, çizip notlar aldığım ya da
defalarca izlediğim, sonra o kareyi durdurup durdurup bir defa daha izlediğim, değildi.
Bedia
bahçe kapısının oraya kulak kesildi. Kışt dedi sonra. Kışt. Komşunun tavuğuydu.
Senin burada işin ne? Kesip yedi derler sonra. Git burdan. Hırsız tutturma
beni. Ele güne karşı. Taşı kaptı ardına verdi. Git burdan git. İçi genişti ama.
Tavuk hırsızlığı zoruna gitmiş. Koşturdu. Bedia dedim. Burada işte. Bir ki üç, ne bir eksik ne bir fazla, dört
beş altı. Başa baş.
Uyandım.
1. Ders hayat bilgisi. Tema: Benim eşsiz yuvam. Zil, sınıf. Koridor. Kabloları
takip edip sınıfa geldim. Dört duvar. Sorular. Neye gülüyorlar böyle. Ali kikir
kikir. Her canlı özelliklerine uygun yerlerde barınır çocuklar. İnsan ev yapar.
Nergiz: Öğretmenim köpekler ne olacak, ya tavuklar. Furkan: Tavuklar ondan mı
hasta öğretmenim. Merve: Tavukları doktora götürsek ya. Ali: Ben okuyabilir
miyim öğretmenim? Odalarca insan.
Zırhlar. Okul yolunda. Bostan kokusu. Toprak rengi. Öğlen sıcağı. Nihayet
bahçe.
Biraz
sitemliydi Bedia, halin yine hal değil.
Evde beklemiş gibi. Beklemiş de beni, böyle gözlerini devirip bakacağım der
gibi.
“Bir
sigara yaksak ya. İyi gelir.”
Oturduk.
Çaydanlıktaki yansımasına döndüm. Eteğini yellendirdi. Bana dönüp:
“Akşama
ne pişirsek.”
Gözlerimle
küllük aradım. Yanından çıkartıp uzattı. Unutmuşum her zaman hazırda bir tane
bekletir. Şakağının kenarındaki çizgiyi
tanıyordum. Ya öfkesinden ya heyecanından çıkardı. Arada da gülerken. O çizgi
iki gündür ordaydı. Gitmedi. Biliyordum içinden gitse yüzünden gidecekti.
İçimdeki kuşu düşünür gibiydim. Telefonum çalmış gibi baktım. Sonra ararım
dedim annemdir.
Ben bir geçmiş seçmiştim. Onu oynuyordum.
Böylesi daha güzeldi. Bu beni diğerlerine yaklaştırıyordu. Dışardan baktığında
anlaşılmıyordu. Zaman zaman ben gerçekten o oluyordum. Hem Bedia’ya yalan
söylemek hoşuma gidiyordu. Böylece her gün anlatacak bir şeyler çıkıyordu.
Hasta babam, hastanelerde uğraşan annem, özlediğim kardeşlerim. Bakışlarımı ve
duruşumu da bazen o anlattığım kadına benzetiyordum. Biri arayınca nasıl
bakardım, nasıl dururdum. Sonra Bedia’ya benzemek istiyordum. Çocuklarım olsa
üniversitede okuttuğum. Ben de dul olsam, onun yaşlarında. Sigaram, tavuklarım,
bahçem, kocamdan kalan emekli maaşım, bir de çıplak ayaklarım olsa. Dursam.
Sonra yürüsem. Gülsem. Bir müzik sesine oynasam. Kahkahalarım dışardan duyulsa.
Ondan mı istiyordum kendime onun gözleriyle bakmayı. Yalanlarım da dahil beni
çoğaltıyordu Bedia.
Kapılara
kilit vurduğum ve zil çalınca kim o dediğim yerlerden geldim. Çocukların adını
ezberleyemediğim çok zamanlardı. Sesimin büyüyüp yankılanmadığı koca koca
sınıflardan. İki artı bir evden. Soluğumun cirit atarak evi ele geçirdiği
zamandan. Zil ve yol aynı şeymiş. Zil sesini kıstım.
Haftada
bir telefonlaşıyorduk. Çaya çağırdı mı gidiyordum. Bazen de annemin kızı
açıyordu telefonu. Ve o zaman yaşıyordu annem. Ölmemişti. Kızı apansız beni
aramamıştı bir öğlen üzeri. Misafir gibi gidip yeni ailesinde onu gömmemiştim.
Aklıma yol düşmemişti daha. İçimdeki o şeyle baş edebildiğim zamanlardı belki
de babamı özlediğim. Ama bir çiçek dahi götürmediğim. İçimde yangınları
taşıdığım zamanlardı. Küçük şeylerle mutlu olamıyordum. Bir çiçeğin açması, bir
kuşun kanadı, çok sevdiğim bir film, su sesi. Bunlar dünyaydı biliyordum.
İçimdeki benler beni farklı farklı yönlere çekiyordu. Baktığım her şey toza
dönüyordu. Yol tozuna. Seslerini dinledim. Annem gibiydim. Bu ayaklar hep
bedenime sahipti. Ondan gitti. Benim bedenimi kim taşıyordu. Peki, ya
anneminkini. “Kurup kurup gidemezsin.” Ben anneme dedim. Annem bana. İkimiz de
geçmişimizi bırakıp gittik. İkimiz de gitmeyi seviyorduk. Ama öncesinde.
Gitmeden önce yani. Üşengeç bir el beni alıp yere yapıştırıyordu. Bulaştıkça
kalıyordum. Her şeyin içini oyuyordum o evde. Oyup oyup yeniden dolduruyordum.
Göç mevsimi bitmişti.
Kumandayla
televizyonun sesini açtı.
Sesler
akın akın. Bölgede panik. Arka arkaya alt yazılarca. Büyük puntolarla. Kocaman
kocaman seslerle. Yayılma temayülü. Halkın sağlığı için. Tedbir amaçlı.
Tavuklar incelendi. Ölümcül virüs. Nedeni araştırılıyor, ama göçmen kuşların
göçü sırasında. Neden bahsediyordu? Neden olacak Bedia’nın tavuklarından. İçi
cız etti izlerken. Bedia’nın bu halleri. Bu mutsuzluğu. Annesinin cenazesinde
gülmüş kadın. Tavukların tümü itlaf edilecek. Telef, itlâfât, zâyiât… Sesler
büyüdü büyüdü. Kızardı. Açtı. Soldu. Damla damla döküldü gözleri. Eridi aktı.
Fayanslarla, mutfakla bir oldu. O yapışkanlık ıslaklık tüm eve yayıldı. Üstüne
başına. Su sabun yapayım geçsin diyemedi. Biraz silip oturamadı. Az dinleneyim
şimdi usandım diyemedi. Biraz da kirli kalsın orası da öyle olsun diyemedi.
Karıncalar duvarların yüzüne çıktıkça belediyenin anonsları dolaştıkça,
televizyonun sesi bahçeyi sardıkça. Seslerin haleleri etrafta cirit attıkça.
Bunu aldı bir ağlama. İkimiz de durduk? Bekledik. Tavukları gelip almalarını
mı?
“Ölürüm
de vermem”
Bir
sigara yaktı. Ayağını diğerinin üzerine attı. Sesler beyninde çın çın. Birden
yerinden fırladı.
Belediye
alt sokaktaki tavukları toplamaya başlamıştı. Arka kümese seğirtti. Tavuklara.
Alıp alıp samanlığa saklıyordu. Önce tavuğu gözleriyle takip ediyordu. En doğru
zamanda tek hamleyle kıçından kavrıyordu yavruyu. Kaybedecek vakit yok Bedia.
Gak gak diyordu tavuklar. Gak gak. Yakalayıp samanlığa ediveriyordu. Son tavuğu
da attı içeri. Bir güzel saydı. Sarıyı, kırmızıyı, siyahı, turuncuyu, kendisi
de içeri girdi. Kapıyı sıkıca kapattı. Oturdu. Çıkmadı. Önbahçeye görevliler
girdi, koştum. Bir gak sesi geldi. Kesildi. Bedia kafasına bir tane çakmış
olmalı. Bekliyorlardı. Yüreğim pıt pıt.
“Öğretmenim.”
“Tek
kalıyorum.”
“Yeni
taşındım. Tavuk yok.” Kuşlara baktım, göçmen kuşlar için de bir şeyler
yapacaklar mıydı?
Sonra
derin bir nefes aldım döndüm:
“Üçüncü
sınıfları okutuyorum.”
Güldüm.
Çocuklardan biri sordu. Öğretmenim çocuklar anne babalarını doğurabilir mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder