15 Mart 2017

ASUMAN SUSAM. Bu Silkintiotu Kalbimize Sürelim Diye


Soğuk Kazı’dan Fakir Kene’ye altı yıl olmuş. Birhan Keskin sözünün ne kadar eskisine gidersek gidelim, ilk sözünden son sesine varalım, baştan sona ilmekler atalım şiirlerine,  onda değişmeyen en önemli şeyin bize seslendiği yer olduğunu görürüz: Gönül dağı… O nedenle onu hep oradan okumak bir zorunluluk, kazı başka türlü derinleşmez. Taşta bekler yazlarda o ince şair, o soğuk kazı. Fakir Kene’de de bu kural bozulmamış. İnsanın yokuşu başka türlü çıkılmaz diyen ses kendini ifşa ederken meydan okumasını okur dahil dünyanın şimdisine dair her şeye karşı yapmış. (İnsan yokuşlu bir şeydir bana her daim, bu yol dümdüz, gitmem gerekiyor.)
Daha önceki şiirlerde ateşin, magmanın merkezine iniş söz konusuyken şairin bu kez o ateşin merkezinden yeryüzüne konuştuğunu görüyoruz. İçle dış arasında git gellerle kurulan, taş sertliğinden tülbent gevşekliğine tüm duyularımızı hareketlendiren doku, bir ‘gökkubenin’ altında toplanmışlara sesleniyor. Durmadan değişen bir sen’e konuşan şiirin öznesi, çoktan unutulmuş şefkati ve rikkati yeryüzünde hem arıyor hem hatırlatıyor seslendiğine. İçin dışla dolaysız buluşması, teması üzerinden sözünü kuran ben, doğal ve kaçınılmaz olarak politik olandan yana bir sesle konuşuyor bu şiirlerde. Bu kendiliğindenlik taşıyan itiraz devrimci, dönüştürücü bir isyanın sesi olmaktan uzak, buna yakın durmuyor. O daha çok madunun, mağdurun önce ve öncelikle görünmezliğinin perdesini yırtmak istiyor. Hakikate ulaşma arzusuyla dolu ama bunun imkânsızlığını da bilen birinin geçtiği her yerde ona değen seslerle değişerek kendisini nasıl kurduğunu apaçık görebildiğimiz şiirler bunlar. Yasın ‘çok sesi’ hakim bu şiirlere, firaktan iniltiye, ulumalara, haykırıştan mırıltıya, sayıklamaya…
Always on the move dese de ‘bir küfür gibi evde oturur’ bu şiirlerin kişisi. Edilgen bir isyan, harekete dönüşemeyen bir itiraz, acıdan, ağrıdan yorulmuşun takatsizliği de sezilir kimi yerde. Yine de umudu saklar kalp cebinde. Buraya ‘umutlu günler, mutlu güneşler, bir inanç bir inat” koyar. Bıçkın meydan okumalar da bu şiire dahildir ama kuvvetli bir ironiyle birlikte. İroni iğneleri yalnızca ve sürekli olarak ötekine batmaz. Bir sen’e seslense de hep içe dönüktür, hep ben’den sen’e geçer; o nedenle içe bakışın kuvveti şiirin bir zehir akıtma ritüeline dönüşmesini de sağlar. Bu kendini ritüele dönüştürmeye yatkın retoriğe her okuma/da/yla  okur, şairin  apaçık ve dolaysız tavrı sayesinde dahil olur. Anlatımda yer yer savruk, gevşek söylem arayışları birer tuzakmış gibi görünse de okuyanı buralar içtenliği, dürüstlüğü ile ikna eder; neye? Hayata ve şiire. Özellikle şiirin dikey inşasına bir diklenme olarak okunacak iki şiir Firdevs teyze ve Zehra teyzem anlatımcılığın  tüm özelliklerini hem taşıyan hem aşmak isteyen bir yerden şiir oluşun, olagelişin deney alanına da çıkartır okuru. Hele ki yaşayan herkesin ‘Cümle Kapısı’nda beklediği şu hayatta, bir ölümün ardından, ölüyü ve ölümü yazış; okuyana ölüm mü ölüm karşısında aczi kuşanarak hayattan yana, hayatı seçerek ama ‘kor kalemle’ kalbi yazmak mı zor dilemmasını da düşündürür.
Ben meselesi kim için kolay olmuştur ki? Ben’in kendisi yokuş yol. “Bak bir kere daha soruyorum;/ Ben kime yazılmış çok eski bir mektubum/ Bu ben ne böyle?” Bu yolu alırken dışarının kirinden pasından kurtulmak da mümkün değildir hiçbir biçimde. Sen günah işlemesen ne yazar günaha, kire tanıklık da var başa bela. Bunun iç sıkıntısı, eksik olduğunun bilgisi ve ‘bırak’ılmışlıktan doğan yeri doldurulamayacak baş dönmesi melankolik bir gölün diptaşına dönüştürür özneyi. Bir taşın içinde atar o kalp. “ Mi’safirim ben; / taşıdığım taş/ kadim bu/ dünya / da.” Yerin ve göklerin kadim seslerini duymaya yatmış bir taştır o. ‘Yerkürenin üveyleri’ ile ‘dünyevilik’lere tutsak olanlar, rıza ile düzenin vahşiliğine esir düşmüşler arasındaki kapanmaz ara, derin boşluk… Bunun getirdiği kederli, büyük yalnızlık… Bu boşluğu aşmak için ‘şiirsel adalet’e inanır şair. İskelede bir çırak şiirinde bu inanç Agnostik bir öznenin yakarısına dönüşür. Bırak bırak şiiri bastırılmış her şeyin bir gün geri dönüp boğazımıza yapışacağının bilgisiyle yaşamın basit kesinliği arasındaki çatışmayı anlatır.
Sağlıklı Yas, Hidrafor şiirleri özellikle başta olmak üzere Fakir Kene, modern, aydınlanmacı dünya algısını sarakaya alan, hayatın naylondanlığıyla kederle eğlenen şiirlerden oluşmuş. Hegemonik sesin, temsilin aşındırılması sözün ironik bir abartıyla yeniden üretilmesi yoluyla denenmiş. İktidarın, erkin sesi taklit yoluyla güçsüzleştirilip mas edilmeye çalışılmış. O nedenle bu şiirler kederli bir yalnızlığı dillendirse de acıklı bir zavallılığı, çaresizlik dolu bir aczi söylemez. Tam tersine buradaki ifşa, dünyanın tüm rezilliğine ve kopkoyu yoksulluğuna, yoksunluklara ve bu nedenle çekilen tüm acılara, kaçışsız, çıplak ölüm gerçeğine rağmen yalancı duyguları açık etmeye açığa çıkarmaya yöneliktir. Bu şiirin gücü yalansız, dolambaçsız bir hakikiliği ve hakikatliliği şefkatin diliyle söylemesinde aranmalı. İnsanı kendisinden uzaklaştıran, yabancılaştıran her şeye karşı burnunun dikine bir kendine gidiş, kendini soyma, kendine soyunma; kor bir kalemle, göz göz olmuş acıyı, yarayı yazma şiirlerin kalp eşiğinde okunmasını zorunlu kılar.
Bu şiiri iyi bilenler, yeryüzünü ve gökkubbeyi dolaşan kadim sesin ve hakikatin, şiirsel adaletin hep peşinde bir şairle olduklarını iyi bilirler. Fakir Kene şiirleri bir tutam silkintiotunu okurunun kalbine, diline gözüne sürsün için, gönül gözü açılsın için yazılmış şiirler. Bu Kargo dünyanın başka’larına. “Hem zaten şiir niye var? Dünyanın acısını başkaları da duysun!”



 cin ayşe 15'ten..

Hiç yorum yok: