Soğuk Kazı’dan
Fakir Kene’ye altı yıl olmuş. Birhan
Keskin sözünün ne kadar eskisine gidersek gidelim, ilk sözünden son sesine
varalım, baştan sona ilmekler atalım şiirlerine, onda değişmeyen en önemli şeyin bize
seslendiği yer olduğunu görürüz: Gönül
dağı… O nedenle onu hep oradan okumak bir zorunluluk, kazı başka türlü
derinleşmez. Taşta bekler yazlarda o ince
şair, o soğuk kazı. Fakir Kene’de
de bu kural bozulmamış. İnsanın yokuşu başka türlü çıkılmaz diyen ses kendini
ifşa ederken meydan okumasını okur dahil dünyanın şimdisine dair her şeye karşı
yapmış. (İnsan yokuşlu bir şeydir bana
her daim, bu yol dümdüz, gitmem gerekiyor.)
Daha önceki
şiirlerde ateşin, magmanın merkezine iniş söz konusuyken şairin bu kez o ateşin
merkezinden yeryüzüne konuştuğunu görüyoruz. İçle dış arasında git gellerle
kurulan, taş sertliğinden tülbent gevşekliğine tüm duyularımızı hareketlendiren
doku, bir ‘gökkubenin’ altında toplanmışlara sesleniyor. Durmadan değişen bir
sen’e konuşan şiirin öznesi, çoktan unutulmuş şefkati ve rikkati yeryüzünde hem
arıyor hem hatırlatıyor seslendiğine. İçin dışla dolaysız buluşması, teması
üzerinden sözünü kuran ben, doğal ve kaçınılmaz olarak politik olandan yana bir
sesle konuşuyor bu şiirlerde. Bu kendiliğindenlik taşıyan itiraz devrimci,
dönüştürücü bir isyanın sesi olmaktan uzak, buna yakın durmuyor. O daha çok
madunun, mağdurun önce ve öncelikle görünmezliğinin perdesini yırtmak istiyor.
Hakikate ulaşma arzusuyla dolu ama bunun imkânsızlığını da bilen birinin
geçtiği her yerde ona değen seslerle değişerek kendisini nasıl kurduğunu apaçık
görebildiğimiz şiirler bunlar. Yasın ‘çok sesi’ hakim bu şiirlere, firaktan
iniltiye, ulumalara, haykırıştan mırıltıya, sayıklamaya…
Always on the move
dese de ‘bir küfür gibi evde oturur’ bu şiirlerin kişisi. Edilgen bir isyan, harekete
dönüşemeyen bir itiraz, acıdan, ağrıdan yorulmuşun takatsizliği de sezilir kimi
yerde. Yine de umudu saklar kalp cebinde. Buraya ‘umutlu günler, mutlu güneşler, bir inanç bir inat” koyar. Bıçkın
meydan okumalar da bu şiire dahildir ama kuvvetli bir ironiyle birlikte. İroni
iğneleri yalnızca ve sürekli olarak ötekine batmaz. Bir sen’e seslense de hep
içe dönüktür, hep ben’den sen’e geçer; o nedenle içe bakışın kuvveti şiirin bir
zehir akıtma ritüeline dönüşmesini de sağlar. Bu kendini ritüele dönüştürmeye
yatkın retoriğe her okuma/da/yla okur,
şairin apaçık ve dolaysız tavrı
sayesinde dahil olur. Anlatımda yer yer savruk, gevşek söylem arayışları birer
tuzakmış gibi görünse de okuyanı buralar içtenliği, dürüstlüğü ile ikna eder;
neye? Hayata ve şiire. Özellikle şiirin dikey inşasına bir diklenme olarak
okunacak iki şiir Firdevs teyze ve Zehra teyzem anlatımcılığın tüm özelliklerini hem taşıyan hem aşmak
isteyen bir yerden şiir oluşun, olagelişin deney alanına da çıkartır okuru.
Hele ki yaşayan herkesin ‘Cümle Kapısı’nda
beklediği şu hayatta, bir ölümün ardından, ölüyü ve ölümü yazış; okuyana ölüm
mü ölüm karşısında aczi kuşanarak hayattan yana, hayatı seçerek ama ‘kor
kalemle’ kalbi yazmak mı zor dilemmasını da düşündürür.
Ben meselesi kim
için kolay olmuştur ki? Ben’in kendisi yokuş yol. “Bak bir kere daha soruyorum;/ Ben kime yazılmış çok eski bir mektubum/
Bu ben ne böyle?” Bu yolu alırken dışarının kirinden pasından kurtulmak da
mümkün değildir hiçbir biçimde. Sen günah işlemesen ne yazar günaha, kire
tanıklık da var başa bela. Bunun iç sıkıntısı, eksik olduğunun bilgisi ve
‘bırak’ılmışlıktan doğan yeri doldurulamayacak baş dönmesi melankolik bir gölün
diptaşına dönüştürür özneyi. Bir taşın içinde atar o kalp. “ Mi’safirim ben; / taşıdığım taş/ kadim bu/ dünya / da.” Yerin ve
göklerin kadim seslerini duymaya yatmış bir taştır o. ‘Yerkürenin üveyleri’ ile
‘dünyevilik’lere tutsak olanlar, rıza ile düzenin vahşiliğine esir düşmüşler
arasındaki kapanmaz ara, derin boşluk… Bunun getirdiği kederli, büyük yalnızlık…
Bu boşluğu aşmak için ‘şiirsel adalet’e inanır şair. İskelede bir çırak şiirinde bu inanç Agnostik bir öznenin
yakarısına dönüşür. Bırak bırak şiiri
bastırılmış her şeyin bir gün geri dönüp boğazımıza yapışacağının bilgisiyle
yaşamın basit kesinliği arasındaki çatışmayı anlatır.
Sağlıklı Yas, Hidrafor şiirleri özellikle başta olmak üzere Fakir Kene, modern,
aydınlanmacı dünya algısını sarakaya alan, hayatın naylondanlığıyla kederle
eğlenen şiirlerden oluşmuş. Hegemonik sesin, temsilin aşındırılması sözün
ironik bir abartıyla yeniden üretilmesi yoluyla denenmiş. İktidarın, erkin sesi
taklit yoluyla güçsüzleştirilip mas edilmeye çalışılmış. O nedenle bu şiirler
kederli bir yalnızlığı dillendirse de acıklı bir zavallılığı, çaresizlik dolu
bir aczi söylemez. Tam tersine buradaki ifşa, dünyanın tüm rezilliğine ve
kopkoyu yoksulluğuna, yoksunluklara ve bu nedenle çekilen tüm acılara,
kaçışsız, çıplak ölüm gerçeğine rağmen yalancı duyguları açık etmeye açığa
çıkarmaya yöneliktir. Bu şiirin gücü yalansız, dolambaçsız bir hakikiliği ve
hakikatliliği şefkatin diliyle söylemesinde aranmalı. İnsanı kendisinden
uzaklaştıran, yabancılaştıran her şeye karşı burnunun dikine bir kendine gidiş,
kendini soyma, kendine soyunma; kor bir kalemle, göz göz olmuş acıyı, yarayı
yazma şiirlerin kalp eşiğinde okunmasını zorunlu kılar.
Bu şiiri iyi
bilenler, yeryüzünü ve gökkubbeyi dolaşan kadim sesin ve hakikatin, şiirsel
adaletin hep peşinde bir şairle olduklarını iyi bilirler. Fakir Kene şiirleri
bir tutam silkintiotunu okurunun kalbine, diline gözüne sürsün için, gönül gözü
açılsın için yazılmış şiirler. Bu Kargo
dünyanın başka’larına. “Hem zaten şiir
niye var? Dünyanın acısını başkaları da duysun!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder