ADRIENNE
RICH
DÜNYANIN
YASA KOYUCULARI
1821’de “Şiirin Savunusu”nda Shelley
“şairler bu dünyanın kabul görmemiş yasa
koyucularıdır” der. Bu da şunu önermek oluyor: Bir dize oluşturarak şairler örnek
alınacak bir manevi güç ortaya koyuyorlar-tehdit etmeyecek üstü kapalı bir
şekilde. Aslında, daha önceki denemelerinde mesela "A Philosophic View of Reform"da Shelley şöyle
yazmıştı: Şairlerin ve felsefecilerin kadri bilinmemiştir”. Onun sözünü ettiği
felsefeciler devrimci düşüncede olanlardı: Thomas Paine, William Godwin,
Voltaire, Mary Wollstonecraft gibi.
Ve Shelly şüphe yok ki kendi zamanının yasasının dışına
çıkmak istiyordu. Ona göre şiir, politik felsefe ve yasal otoritelerle aktif
olarak yüzleşmek arasında bir karşıtlık yoktu.
Onun için, “Devrim ile Zulüm arasındaki
mücadele”de sanat bütünleyici bir işlev üstleniyordu. Onun "West Wind"i “bir mesihin trampeti”ydi, “ölü
düşünceler… solmuş yapraklar gibi, yeni bir doğumu hızlandırıyor.”
Ben hem şairim hem de kendi ülkemin “herkesler”inden
biriyim. Manipüle edilmiş bir korku, cahillik, kültür karmaşası ve toplumsal antagonizmin
bir araya toplandığı bir imparatorluğun fay hattı üzerinde yaşıyorum. Şiiri
idealleştirmeyeceğimi umuyorum, zaten şiir bundan çok çekti. Şiir iyileştirici
bir merhem filan değil, duygusal bir mesaj da değil, bir çeşit dilbilimsel
aromaterapi de değil. Ne bir ozalit baskı, ne bir kullanım kılavuzu ne de bir
reklam panosu. Öyle bir evrensel Şiir
filan da yok, sadece şiirler ve poetikalar ve akan, birbirine geçen
çıkıp geldikleri bir hikâye ve tarih var. Hem Neruda ile César Valléjo için,
hem Pier Paolo Pasolini ile Alfonsina Storni için, hem de Ezra Pound ile Nelly
Sachs için yer var, gerçekte ihtiyaç da var. Artık Şiirler insanlık tarihi de
saf ve basit olmadığı için ne saflar ne de basitler. Ve sömürgeleştirilmiş ve
dirençli bir şiir var, sınırlar arasındaki geçişlilik kolayca silinemiyor.
Walt Whitman şiirini Amerikan demokrasisi bakışından hiç
ayırmadı. İleri yaşlarında, “şiirsel bilgi… şafakta kulak kabartılan bir
konuşma, gizli ya da uzak bir kulaklıktan, birkaç mırıltısını duyabildiğimiz” diye
yazarak demokrasinin kendisindeki karanlığı ifade etmiştir, bugünden bakınca.
Ama bir yandan o bütün “karanlık zamanlar”ının içinden Bertolt Brecht’in de
bizi inandırdığı gibi şarkılar çıkmıştır.
Şiir bir yandan da suç ortağı olduğu için, iktidarın, kolektif cezalandırmanın, işkencenin, tecavüzün ve
soykırımın şiddetli gerçekliğini “estetize etmek”le yükümlüdür. Bu suçlama
Adorno’nun ünlü “Holokost’tan sonra lirik şiir imkânsızdır” cümlesinde vuku
bulsa da sonra kendisi de cümlesini geri almıştır ve savaş sonrası Yahudi
şairler de kendi pratiklerinde bunu reddetmişlerdir.
Eğer ki tarihteki her soykırımdan sonra şiir sussaydı,
dünyada hiç şiir kalmazdı. Eğer “estetize etmek” zalimliğin ve gaddarlığın
üzerinden süzülüp geçmekse onlara sanatçının yalnızca dramatik durumları olarak
bakın, iktidar yapılarını tanımlayan ve söken olarak değil, bunu “yalnızca”
kelimesinde vurgu yaparak diyorum. Fırsatçılık yoğun bir dikkatle aynı şey
değildir. Ve aynı zamanda “estetik”i imtiyazlı ve dünyadan elini eteğini çekmiş
bir insanın acı çekmesi olarak algılayamayız, totaliter sistemlerin bastırmayı
istediği bir farkındalığın, bir direnişin habercisi olarak görmeliyiz, bize
ulaşan sanat hâlâ tutkulu, hâlâ sindirilmeye çalışılan, hâlâ bastırılmamış.
Şiir diğer bir varsayımla amorti edilmiş olan: bu bir
kitle “ürün”ü değil, havalimanlarındaki kitap standlarında ya da
süpermarketlerin koridorlarında bulabileceğiniz bir şey de değil, vasat zekalar
için oldukça “zor”, çok elit ama zenginler Sotheby’sde şiir için açık artırmaya
girmez, yani kısacası, şiir lüzumsuzdur. Bu da şiirin serbest piyasa kritiği
olsun.
Aslında bu fikirler arasında tuhaf bir ilişki var: Şiir
insanın acı çekmesi anlamında hem elverişsiz, hem ahlak dışı veya şiir kâr
getirmiyor, ya da gereksiz. Her durumda, şairlere ya kafamızı uçurması ya da
bizi bir şeylerden vazgeçirmesi tavsiye olunur. Ama yine de, dünya üzerinde
poetik dilin transfüzyonları açıkça bedenlerimizi ve ruhlarımızı bir arada
tutabilir, bunu ve daha fazlasını yapabilir.
Şiirle ilgili eleştirel söylem maddi varoluşumuzun
gündelik koşulları üzerine çok az şey söyledi, geçmişte ve şimdi de: Duyguların
dünyasında ve istemsiz insan tepkiselliğinde nasıl iz bıraktığı, havadaki
dumanı bir anlık nasıl gördüğümüz, bir vitrinde bir çift ayakkabıya nasıl
baktığımız, bir köşe başında bekleşen bir grup erkeği, çatıya vuran yağmuru ya
da üst kattaki radyoyu duyuşumuz, komşudan ya da bir yabancıdan bakışlarımızı
nasıl kaçırdığımız. Bu baskı farketsek de etmesek de bakış açımızı büker. Bir
sürü çok güzel işlenmiş banal şiir ve yine şiir ve poetika üzerine yazılmış
önemli bir sürü deneme bu baskılar yokmuşçasına yazılmıştır. Bu onların
varlığını açığa çıkarır oysa.
Ama ne zaman şiir omzumuza elini koysun fiziksel olarak
etkilenir, dokunaklı oluruz. Hayalgücünün yolu açılır önümüzde, “Başka bir
alternatif yok” yalanını gaddar görüşe bırakırız.
Tabii ki, ardında yatan vicdan gibi, her sanat yapıtının
içinde, bir şiir de derin ya da yüzeysel, dilbaz ya da görsel, öngörülü ya da geçmişin
modasında sıkışıp kalmış olabilir. Grameri ve sentaksı, sesleri ve imajları
iten şey ne: Literal olanla, fundemantalizmle, profesyonelliğinle kısıtlanmış
bodur dil mi? Ya da metaforun müthiş kası, farkta aynılık yaratıp gücünü oradan
alan mı? Şiir bize yasaklanmış bir şeyi görmemizi anımsatma kapasitesine sahip.
Unutulmuş bir gelecek: sahiplik ve mülkiyet üzerine kurulmamış bir ahlaki
mimarisi olan hâlâ yaratılmamış bir alan, kadınların, dışlananların ve
kabilenin özgürlüğünün kısıtlanmadığı tam tersine özgürlüğün -bu sözcük
“serbest” piyasa retoriğinin ev hapsinde tutuluyor- sürekli olarak yeniden
tanımlandığı bir alan. Yeniden ve yeniden amorti edilen bu gelecek olan gelecek
hâlâ mümkün. Dünyanın her yerinde bunun yolları yeniden keşfedilip icat
ediliyor.
Şiirde her zaman tutulamayacak, tanımlanamayacak bir
şeyler kalacak, bizden hep çaba, eleştirel teori, ve gece geç vakitlere kadar
uzayan tartışmalar isteyecek. Şair/çevirmen Américo Ferrari’den alıntılıyorum:
“Belki de şiir ile dünya arasında canlı bir ilişki çekirdeği olan her yerde bir
konuşulamayan vardır.”
http://www.theguardian.com/books/2006/nov/18/featuresreviews.guardianreview15
Çeviren: Anita Sezgener
cin ayşe 15'ten..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder