28 Aralık 2012




SİMGE ŞİRİN

 Varoluşsal Bir Duruş Olarak Aşk                 

       “Anlat bana, aşk, benim kendime anlatamadığımı: biçilen bu kısa ve korkunç zaman boyunca, yalnız düşüncelerle yetinmek, buna karşılık hoş bir şey yapmamak ve tatmamak mı yazgım?” Ingeborg Bachmann “anlat bana aşk” şiirinde saçar aşk’a dair düşüncelerini onu cesurca sorgulayarak. Aşk’ın öznesinden kopuşunu hissettirir okura bu şiiriyle. Aşk duygusunun güçlülüğü karşısında boynu bükük duyguları, başka tutkuları, duygusal şiddetin kendisini hissettirdiği zamanlarda kopmuş beraberlikleri hatırlatır bize, aşk’a hoş bir şey yapmamak ve tatmamak mı yazgım diye soran şair.
       
      Her kim Bachmann’ın mutlak aşkı ele alan romanı Malina’yı okumuşsa; aşık olmanın, kendini bir başkasının hayat akışında bulmanın, benliğiyle değil de aşkıyla kendini ortaya koyan bir varlığın; yaşama dair tutkularının yerini nasıl aşk’a bıraktığını, varlığından da öteye koyduğu aşkın nasıl bireyin varoluşundan koptuğunun gözlemcisi olmuştur ister istemez.
    
      Aşk söyleminin başyapıtı sayabileceğimiz bu romanının edebi yükü üzerimize bu bağlamda ağır gelebilir. Tam kendimizi bulabileceğimizi düşündüğümüz bir anda her şey alt üst olabilir ve bu durum yapıtta defalarca gözümüze çarpar. Bachmann'in Malina'sını, Malina yapan kült sözler yapıtı okumayanlara yapıtın özeti gibi gelebilir. Lakin faşizmin ateş aldığı yer aslında hepimizin aşk adı altında ortaya koyduğumuz değerler bütünüdür. Bu bütün içinde yoksunlukların doğurduğu ilişki üzerine bir kadın'ın (yapıtta kadın'ın adı yoktur. ben'dir o) kendinden yoksunluğu ve savrulmuş hayatı üzerinde 'mutlak aşk' kıvamında tadabildiği bir gerçeklik vardır. Bu gerçeklik üzerinde durur işte Bachmann. Bu gerçekliği-mutlak aşk'ı- faşizm'in hayatımıza nasıl girdiğini, bizi benliğimizden nasıl uzaklaştırdığını, uzaklaşmanın görünmez acısıyla nasıl faşizme dayalı bir aşktan böylesine emin olup, bu aşkı benliğimizin dışında aşık olduğumuz kişiye yükleyip, öteki'nin sadece öteki olmasından doğan hazzı, nasıl kendimizden aciz bir şekilde hissettiğimizin, hatta hissetmekle kalmayıp benliğimize, varoluş üslubumuza nasıl da acı acı yüklediğimizin hikayesidir Malina. Bir kadın'ın varoluşundan doğan acı söylemler bütünü, öteki olanı yani Malina'yı vazgeçilmez kılabilecek kadar güçlüdür. Bachmann'in hayatımıza oturtabileceğimiz gerçekliği aşk söyleminin faşizmin çıkış noktası olduğu mu yoksa benliğin parçalanmış halinin öteki olanda yer bulması sonucunda, bireyin kendine duyduğu özlemlerin, aşk söylemi büyüdükçe büyüyüp öteki olana daha fazla tutunmaya çalıştığı mıdır? İşte bu sorularda devreye okur giriyor ve aşk söyleminin okurda bıraktığı etkisiyle soru cevabı içinde bulunduruyor. Yapıtı böylesine güçlü yapan da bu cevabı arama çabalarımızdan doğan benliğimizi sorgulama hali oluyor.

     Malina adlı romanı böylesine güçlü yapan bir başka değer de sosyal bir ilişki biçimi olan aşk’ın sosyalliğinden sıyrılıp bireysel olana geçiş yapmasıdır. Feminist eleştiriyle yeniden kavrama dökülen aşk’ı da hissederiz aslında romanda. Feminist eleştirinin  aşk’a getirdiği taze bakış açısıyla (“bizler aşkta tutkuyu karşılıklı yok etmek değil, eşit paylaşmak ve birlikte çoğaltmak, aşk ilişkisi içerisinde her türlü iktidar oyunundan vazgeçmek, sömürüyü ortadan kaldırmak istiyoruz”) okurların şu ana kadar karşılaştığı aşk kavramı yok edilir ve yerine bireylere aşkla beraber kendilerine ilişkide yer bulabilme hakkı doğar.


    Sonuç olarak, Bachmann’ın  romanında mutlak aşk’a dair bulduğumuz hakikatle feminist eleştirinin aşk’a dair duruşunu harmanladığımızda zihinlerimizde aşk kavramına farklı bir boyut kazandırırız.  Bu boyut bir ilişki biçimi olan aşkla benliğimizi ortaya koyabilecek kadar güçlü bir duruş kazandıracaktır bireye.

                                                                                                             

23 Aralık 2012


ANAÏS NIN
Eskicinin Saati (ya da Ragtime*)

Kent sağ yanına yatmış uyuyordu. Gördüğü korkulu düşlerle ürperiyordu. Bacalardan horultular yükseliyordu. Bulutlar her yanını kapatamadığı için ayakları açıkta kalmıştı. Bulutlardaki bir delikten dışarı beyaz tüyler dökülüyordu. Şehrin göbeği rahatlasın diye bütün köprüler düğmeler gibi açılmıştı. Kent yanan her lambanın altına kendini çizip duruyordu.
Ağaçlar, evler, telgraf direkleri yana yatmıştı. Eskici çatılar, mahzenler, soluk alıp veren kanalizasyonlarla açık boruların çevresinde dolanıyor, kırık şişe, atık eşya, kâğıt, teneke ve bayat ekmek gibi döküntüler arıyordu. Uyuyan kentin ceplerine girip çıkıp torbasını dolduruyordu. Kentin göğsündeki saat ceplerini, kol yenlerini ters yüz ediyor, kirli yakasını, saçlarını karıştırıyor, kopuk telleri topluyordu. Mandolin tamiri içindi kopuk teller. Kol ağzına geçirilmiş pervazlar, ekmek kabukları, kırık saat camları, tütün parçacıkları, metro bileti, tel ve pul. Eskici kirler ve kokular arasında sessizce çalışıyordu.
Torbası giderek şişiyordu.
Kent yavaşça sol yanına döndü ama evlerin gözleri hala kapalı, köprüler ise açıktı. Eskici sessizce çalışıyor ve sağlam şeylere hiç bakmıyordu. Gözleri hep kırık, eski, solmuş, parçalanmış bir şeyler arıyordu. Sağlam öteberi onu üzüyordu. Sağlam eşyayla ne yapılabilirdi ki? Alın müzeye kaldırın. Dokunmayın bile. Oysa yırtık bir kâğıt, tek kalmış bir ayakkabı bağcığı, tabağı olmayan bir fincan onu heyecanlandırırdı. Bunlar değişebilir, dönüşebilir nesnelerdi. Bükülmüş bir boru parçası, sapı olmayan sepet ne güzel. Tıpası olmayan bu şişe, anahtarı kayıp kutu ne güzel. Yarım yamalak bir elbise, bir şapka kurdelesi, tüyü eksik bir yelpaze ne güzel. Bir fotoğraf klişesi, bir bisiklet tekerleği, kırık bir plak... Parçalar, eksik dünyalar, döküntüler, enkaz, eşyaların sonu, değişimin başlangıcı.
Eskici mutlulukla başını salladı. Adlandırılamayan bir nesne bulmuştu. Parlak ve yuvarlaktı. Anlatılmaz bir şeydi. Eskici mutluydu. Aramaya son verecekti artık. Şehir taze ekmek kokusuyla uyanmak üzereydi. Torba dolmuştu. Hatta torbasında şans getirsin diye bir kedi kuyruğu vardı ve üzerinde pireler uçuşuyordu.
Gölgesini peşinde sürükleyerek iki kez yere iyice eğildiğinde torbanın gölgesi deve hörgücü gibi göründü. Sakalı devenin ağzı, yürüyüşü devenin kum tepelerinde sallanarak gidişi gibiydi. Ben devenin hörgücünde oturuyordum.
Beni kentin dışına götürdü. Burada ağaç yoktu. Köprü yoktu. Kaldırım yoktu. Toprak. Sadece sertleşmiş toprak yol vardı. Yıkılmış evlerden kalan isli ağaçlardan yapılmış barakalar. Barakalar arasında Romanların at arabaları. Barakalar ve at arabaları arasında ancak tek kişinin geçebileceği bir patika. Barakaların çevresinde çitler, içinde paçavralar. Yatak, iskemle, masa yerine kullanılan paçavralar. Üstlerinde erkekler, kadınlar ve çocuklar. Kadınların içinde yeni çocuklar. Pireler. Eski bir ayakkabıya yaslanmış bir dirsek. Süzgün gözleri mandolin teline bakan doldurulmuş geyiğe yaslanmış bir baş. Eskici isimsiz nesneyi kadına uzatıyor. Kadın bu yuvarlak nesneyi eline alıp evirip çeviriyor. Tik tak sesleri duyuyor. Bunun bir saat olduğunu söylüyor. Eskici alıp kulağına dayıyor ve saat gibi tik tak sesi çıkardığını ama akreple yelkovanı olmadığına göre zamanı gösteremeyeceğini söylüyor. Tik tak diye zamanın geçtiğini gösterebilir belki ama saati gösteremez.
Barakanın tepesi Arap çadırı gibi sivri. Pencereler Asyalıların gözleri gibi çekik. Pencere pervazında bir çiçek saksısı var. Bir mezardan kopmuş demir saplar üzerine iliştirilmiş boncuklar. Kadın çiçeği suladıkça demir saplar paslanıyor.
Çamurlu suda oturan çocuklar eski bir ayakkabıyı sandal gibi yüzdürmeye çalışıyor. Kadın kırık makasla ipi kesiyor. Eskici kırık gözlükle gazete okuyor. Çocuklar su sızdıran kovalarla çeşmeye gidiyor. Geri dönünceye kadar kovaları boşalıyor. Eskiciler torbalarından çıkan nesnelerin başına çömeliyor. Çiviler dökülüyor. Bir kiremit. Harfleri düşmüş bir trafik levhası.
Arkalarındaki arabadan çamurda sürüklenerek getirilen bir büst çıkıyor. Büstün başı bir yana dönmüş. Kolları ve bacaklarına ne olmuş? Eski öteberi yığını içinde mi? Pencereden atılıvermiş mi? Şafak vakti bulunmuş bir insan heykeli parçası.
Barakanın çatlaklarından tek telli mandolinin sesi geliyor. 
Eskici iltihaplı tek gözüyle bana bakıyor. Dibi olmayan bir sepeti tutuyorum. Bir şapka kenarı. Bir palto astarı. Kendime dokunuyorum. Ben de yarım mıyım? Kollarım, bacaklarım, saçım, gözlerim var mı? Ayak tabanım nerede? Ayakkabımı çıkarıp bakıyorum. Gülüyorum. Ayak tabanıma mavi bir bez yapışmış. Eski püskü ama kobalt tozu gibi bir mavi.
Yağmur yağıyor. Bir şemsiye iskeleti buluyorum. Şarap kokan şişe mantarları yığını üstüne oturuyorum. Bir eskici geçiyor. Elinde bir bıçak sapı var. Onunla istiridye kabuklarıyla dolu bir patikayı işaret ediyor. Patikanın öteki ucunda benim mavi elbisem var. Elbisemin yitişine ağlamıştım. On yedi yaşındayken bu elbiseyi parçalayıncaya dek dans etmiştim. Elbiseyi giymeye çalışıyorum ama üzerimden düşüyor. İçinde kalamıyorum. Ben buradayım; elbise de burada ama yine de onu sonsuza kadar yitirmişim işte. Açık havada dans ediyorum. Topuklarımdan biri kırılıyor ve yere düşüyorum. Yağmurlu bir gece sevgilimi deli gibi öperek bir tepeye tırmandığım sırada yitirdiğim topuk bu.
Ya öteki şeyler, kaybettiğimi düşündüğüm bütün öteki şeyler nerede acaba?
Eskici bana bir akıl dişi ve uzunken kestiğim saçımı uzatıyor. Sonra bir paçavra yığınına dalıyor ve ben onu kaldırmaya uğraşırken, kolları saman dolu bir korkuluk ve üzerinde kurşun deliği olan bir silindir şapka buluyorum. 
Eskiciler kırık kepenkler, pencere çerçeveleri, naylon sakallar, kestane, atkuyruğu, geçen yıldan kalma kutsal palmiye yapraklarıyla yaktıkları ateşin başına toplanmış. Sakat adam gövdesi üzerinde oturuyor. Takma ayakları yanında duruyor. Barakalarla arabalardan kadın ve çocuklar çıkıyor.
İnsan bir şeyini attıktan sonra bir daha hiç bulamasa olmaz mı diye soruyorum.
Eskici yarım ağız gülüyor. Bir gülüş parçası bu, yarım gülüş. Hep birlikte şarkıya başlıyorlar. Barakalarında bir Çin feneri gibi asılı duran sarımsağın kokusunu duydum ilkin. Sarımsak kokusunu karışık bir şarkı izledi. 
Hiçbir şey yitmez, olsa olsa değişir
Yeni tele dönüşür eski tel
Yeni torbaya eski torba
Yeni tavaya teneke tava
Yeni pabuca eski pabuç
Yeni ipeğe eski saç
Yeni şapkaya hasır şapka
Genç adama çocuk
Ve yeni, yeni değildir
Yeni, yeni değildir
Yeni, yeni değildir
Ve bütün gece eskici şarkıya devam etti: Yeni, yeni değildir; yeni, yeni değildir. Sonunda ben uykuya yenildim. Beni kaldırıp torbalarına atmışlar.

*Ç.N. :Piyanoda iki elin birbirinden ayrı ritimler çaldığı, kesik tempolu erken caz müziği. 20 yüzyıl başlarında ABD’de popüler olmuştu. Aynı zamanda rag sözcüğü paçavra anlamına geliyor.
Çeviren: Şefika G. Kamcez (kamcezsefika@gmail.com)

cin ayşe 8'den, güz 2012

12 Aralık 2012



GIRIJA TROPP
BÖLME


Balık istifiydik. Biri yorgun bir mmm sesi çıkararak uzun uzun esnedi. Sanki hepimiz adına esnemiş gibi geldi bize. Yanımdaki kadının yüzü tatlı patatesin soluk turuncu rengini almıştı. Bir köşedeki annem sanki apayrı bir türdenmiş gibi hep uykudaydı. Ben ayda iş aramaya gidiyordum. Ötekiler de öyle...
Bir somon balığı aracımızın yanından geçti ve kendi kendime su altında olmamız gerektiğini düşündüm. Acaba en son ne zaman su altında yolculuk etmiştim? Uykumda olabilir mi? Elbette o anda uyanıktım ve balığı fark etmem de bunun göstergesiydi. Pulları olup olmadığını anlamaya çalıştım. Şimdiye kadar gördüğüm somonların hiçbirinin pulu yoktu; zira hepsi filetoydu. “Suyun dibinde miyiz?” diye sordum yanımdaki kadına.
Tatlı tatlı ama uykulu gülümsedi. “İkimiz, canım benim,” dedi.
Tek başına olmamak rahatlatıcıydı. Annem için endişelenmeme gerek yoktu; çünkü o her zamanki yerinden kımıldamayacaktı bile. Onun kuşağından insanlar nesneleri adlandırırken kendilerinden gayet emindirler. Bacağımın üzerinde bir böcek dolaşmaya başladı ama öyle yavaştı ki bir süre sonra benim değil başkasının bacağındaymış gibi gelmeye başladı bana. “Özür dilerim,” dedim kadına. “Bir şey hissedebiliyor musunuz?”
Bir an düşündükten sonra “Hayır, ama biraz daha kuvvetli dener misiniz lütfen?” dedi.
Polis üniformalı adamlar aracın yanından geçtiler. Silahları vardı. Artık su altında olduğumu düşünmüyordum. “Başımız dertte,” diye fısıldadım yanımdaki kadına ve o da, başını yanındaki kişiye çevirip fısıldayan kişiye çevirip, fısıldadı. Böcek içimde bir delik açmıştı.
Çeviren: Şefika G. Kamcez

Girija Tropp Afrika’da büyümüş Avustralya’da yaşıyor. Öyküleri Agni 61, Boston Review ve Visible Ink antolojisinde, Best Australian Stories 2005’de, The Sleepers Almanac 2006’da yayımlandı. İnternet üzerinde Opium, Word Riot, elimae, Zoetrope All-Story Extra, Temenos Smokelong Quarterly, Pindeldyboz , Mad Hatters Review ve Margin’de göründü.






REMEDIOS VARO
BİR REÇETE: EROTİK RÜYALAR NASIL ÜRETİLİR?

Malzemeler: Bir kilo siyah turp / üç adet beyaz tavuk / bir adet sarımsak başı / dört kilo bal / bir ayna/ iki dana ciğeri / bir adet tuğla / iki çamaşır mandalı / bir adet balina kemiğinden yapılma korse / iki adet takma bıyık / isteğinize gore seçtiğiniz iki adet şapka
         Tavukları yolun, tüyleri özenle kenara ayırın. Sonra, onları soyulmuş ve ezilmiş sarımsakla birlikte, sekiz bardak tuzsuz saf suda veya yağmur suyunda kaynatın. Ağır ateşte pişirin. Karışım pişerken, yatağı kuzeybatı-güneydoğu yönünde yerleştirin ve açık bir pencerenin önünde bırakın. Yarım saat sonra, pencereyi kapatın ve kızıl tuğlayı, kuzeybatıya bakması gereken yatak başının sol ayağının altına yerleştirin.
         Yatak bu konumdayken, siyah turpları doğrudan tavuk suyuna rendeleyin; bunu yaparken ellerinizin buharı yemesine özen gösterin. Suyu iyice karıştırın ve ağır ağır pişirin. Bir spatula yardımıyla dört kilo balı, çarşaflarınıza yayın. Üstüne tavuk tüylerini serpin. Şimdi, yatağınızı dikkatlice yapın.
         Tüylerin hepsi beyaz olmak zorunda değil. Başka renklerden de olabilirler; yeter ki bazen uzun süreli nemfomani durumlarına veya tehlikeli priyapizm vakalarına yol veren Afrika tavuğu tüyü kullanmayın.
         Korseyi giyin, iyice sıkın ve aynanın önünde oturun. Sinirlerinizi gevşetmek için gülümseyin, bıyıkları ve şapkaları deneyin (hangi şapkayı seçtiğinizin bir önemi yok; üç köşeli Napolyon şapkası, kardinal şapkası, dantel şapka, Bask beresi, vs.)
         Mandalları bir çay tabağına koyun ve yatağın yanına yerleştirin. Dana ciğerlerini suda ısıtın ama dikkat edin kaynamasınlar. Ilık ciğerleri, yastığın duracağı konuma (mazohizm söz konusuysa) veya  yatağın iki yanına, erişilebilecek şekilde yerleştirin (sadizm söz konusuysa).
         Bu andan itibaren, ciğerlerin soğumaması için her şey çok hızlı yapılmalı. Artık belli bir kıvama erişmiş olan tavuk suyunu bir koşu bir kaba boşaltın. Ardından olabildiğince hızla, kapla birlikte aynanın önüne dönün, gülümseyin, tavuk suyundan bir yudum alın, bir şapka takın, bir yudum daha alın, bir bıyık deneyin, bir yudum daha alın, bir şapka deneyin, tavuk suyundan için, art arda şapka ve bıyıkları deneyin, aralarda tavuk suyundan yudumlar alın. Tüm bunları olabildiğince hızlı yapın.
         Tavuk suyunu bitirdiğinizde, yatağa koşun ve hazırladığınız çarşaflara atlayın, hızla mandalları kapın ve birini bir ayak başparmağınıza, ikincisini de diğerine takın. Gece boyunca ayaklarınızda kalacak olan bu mandallar, ayak başparmaklarınıza 45 derecelik bir açıyla takılmalı ve tırnaklara sıkıca tutturulmalı.
         Bu basit reçeteyle iyi sonuçlar alacağınız garanti. Ayrıca normal insanlar bir öpücükten boğulmaya, tecavüzden enseste, vs., keyifle geçiş yapabilirler.
         Nekrofili, otofaji, boğa güreşi, dağcılık gibi daha karmaşık durumlar için reçeteleri, İhtiyaten Sağlıklı Tavsiye derlememizde bulabilirsiniz.

Çeviren: Ilgın Yıldız

CİN AYŞE, sayı 8, 'Kadınların Sürrealizm'i dosyasından...

Remedios Varo & Montserrat Figueras


11 Aralık 2012


DÜNYA TARİHİ MATEMATİK VE ŞİİR

ŞULE CEPCEPOĞLU

Dünya tarihi matematik ve şiir biliyorum.
Bir kederi kenarından tutup havalandırıyorum. 
Kuşlara sorsan hayat çok adaletsiz,
oysa onları seyrederken tam tersini düşünüyorum.
-Bir gün bir kuşun kanadında sana oturmaya gelmek istiyorum. -
Zamana sorsan,  geceden haberi yok,  her şey olduğu gibi kalır diyor, 
senin olmadığın yer var mı diyorum, acılar bir gün biter mi diyor?
Dünya tarihi matematik ve şiir biliyorum.
Her şeyin böyle başladığını, dünyanın eskiden ne güzel döndüğünü düşünüyorum.
Hayır yanılıyorsun diyor.  Çocuklara sor.
Çocuklara sorsan,  dünya hiç dönmüyor.
Kimse sizi üzdü mü diyorum, hayır biz çok mutluyuz diyorlar.
Hepiniz mi,  emin misiniz diyorum,  evet hepimiz diyorlar.
Bir tekiniz bile mutsuzsa, ben dünya tarihi bilmiyorum.
Ben bir şey bilmiyorsam,  demek ki kimse bilmiyor.
Yeryüzü güzel bir yerdir diyor şiirler, her şey güzelleşir insanın elinde.
Toplayın bir ile biri, hiç umutsuz kalmasın.
Öyleyse kalan bir kişi düzeltsin her şeyi. Çocuklarla konuşsun,  onları eğlendirsin.
Şenlikler başlasın.  Biz işimize bakalım.
Kendisine hiç kötü bakılmamış bir kimse bulalım, aşıksa ne ala.
Aşkla öyle bir düzelir ki bu dünya, sarhoş eder kedileri;  dokunamadığımız.
Dokunamadığımız şeyler ne çok.
Ve sayamadığımız.
Ama gene de dünya tarihi bilmek gerek,
bir insana gitmek için.
Bir kişi bile bilmiyorsa,  kimse mutlu olamaz. 
Bir kişi mutsuzsa, bunu kimse bilemez.
 Şiir hiçbir işe yaramaz bir insan ölürken.
Kendi yasaları vardır dünyanın,
sadece çocuklar ve kuşlar bilir.
Sayamazsınız  bir tek acıyı bile.
Toplayın bakın,  bütün birkişi’leri,  her yer kırılmış kanat dolu.
Çünkü hiçbir işe yaramaz şiir, kuşlar acı çekerken.

mart 2011

cin ayşe, sayı 8'den...

9 Aralık 2012



TUTKULARININ KARANLIK ORMANINDA SYLVIA  PLATH

DİLEK DEĞERLİ


                 O hırslı, tutkulu, depresif, uçlarda gezinip hayata tutunamamış kadının en önemli tutkusu iyi şiir yazmak, diğeri ise ölümünü tetikleyen ama en iyi şiirlerini yazmasına neden olan Ted Hughes’du. Asıl tutkusu ölümdü belki de. Küçükken babasının ölümüyle başlayan ve on yılda bir giriştiği intihar denemeleri üçüncüsünde ölümüyle sonuçlandı. Ölüm hakkında birçok şiir yazdı. ‘Takip’ adlı şiirinde panter sembolünü kullandı; “İzimi süren bir panter var:/ Bir gün beni öldürecek”. ‘Kim’ adlı şiirinde  de; “Bir mumya midesi gibi küflü bir baraka: / Eskimiş aletler, paslı testereler. / Ölü kafalar arasındayım burada, evimde.” diyor, ölümü huzur duyduğu bir ev olarak görüyordu. Çocukluğundan beri ruhunu saran ölüm bir sanattı onun için. Şiirlerinin çoğuna hakim olan ölüm duygusu belki de onu özgürleştiriyordu. Günlüklerinden okuduğum kadarıyla Sylvia, gündüşünün yanı sıra uykusunda da çok fazla düş görüyordu ve şiirlerinde o düşlerin izleri görülüyordu. Bir düşünde mavi bir bebek ya da sakat bir bebek doğuruyor ama ona göstermiyorlardı ve hastanede ölüyordu. Diğer bir düşte lolipop büyüklüğünde kırmızıya boyanmış, kurumuş kafalar görüyordu. Smith Kolej’inde okurken de ölüm girdabı onu içine çekmeye çalışıyordu; “Korkuyorum. Katı değilim, içim boş. Gözlerimin ardında uyuşmuş, felç olmuş bir mağara, bir cehennem kuyusu, alaycı bir hiçlik duyumsuyorum. Hiç düşünmedim. Hiç yazmadım, hiç acı çekmedim. Canıma kıymak istiyorum, sorumluluktan kaçmak, aşağılık bir yaratık gibi sürüne sürüne dölyatağına dönmek istiyorum.”(1)
“Üç Kadın” adlı uzun şiirindeki şu dizeler ölüme duyduğu sevginin en açık kanıtıdır;
                                      “Bahçesiyim ben siyah ve kırmızı acıların. İçiyorum onları
                                       Tiksinerek kendimden, tiksinerek ve korkarak.
                                                                                       Kavrıyor sonunu şimdi.         
                                       Dünya ve kolları sevgiyle açılmış, ona doğru koşuyor.
                                       Her şeyi hasta eden ölüm sevgisi bu.
                                       Gazete kağıdını lekeliyor ölü bir güneş kırmızı.
                                       Yaşam üstüne yaşam yitiriyorum.
                                                                               İçiyor onları karanlık yeryüzü.” (2)
                                       (Çev.; Gürkal Aylan)

                    Sylvia, günlüklerinde kendini çekici bir kadın olarak anlatıyordu. Ted’i iri bir yaratık olarak görüyordu. Bazı şiirlerinde baba ve koca figürlerini birleştirdi. Çocuklarını  ise ‘Laleler’ şiirinde “küçük gülümseyen kancalar” a benzetti. Sylvia orta sınıftan geliyordu, Ted ise yoksul bir ailedendi. Karanlık tanrılara, şamanlara ve yıldızların zararlı etkilerine inanıyordu. Başlangıçta bu inançlar Sylvia’ya doğal gelmese de zamanla Ted’den bazı şeyleri hırsla öğreniyor ve uyguluyordu. Ouija tahtası denilen harflerin ve sayıların bulunduğu tahtada ruh çağırma seansları yapıyorlar, birbirlerinin yıldız fallarını okuyorlardı. Çocuklarını doğururken Ted’in onu hipnotize etmesine izin veriyordu. Ted şiirlerinde de mitolojik kargalar ve hayaletli kırları yazıyordu;
                                                       “Konuşmayı öğretecekti Tanrı Karga’ya:
                                                        “Sevgi” dedi. “Sevgi, de.”
                                                        Karga ağzını açtı ve bir köpekbalığı indi denize,
                                                        Dibe doğru yol aldı, kendi derinliğini kavrayarak.”(3)
Ted’in şiirlerinin çoğunda doğa ve gizden doğan bir romantizm vardı. Sylvia’nın şiirlerindeki karanlık onun şiirlerinde de olmasına rağmen sonunda umuda aralık bir kapı ve güneş ışığı vardı. Sylvia için yazmak öfkesini, düşlerini boşalttığı bazen kırmızı bazen siyah bir terapi deniziydi. Tanıştıklarında Ted için Sylvia “güzel, güzel Amerika”ydı. Sylvia  ise kendini; “şekil değiştirmiş/ ince yapılı ve taze ve çıplak / başını sallayan ıslak menekşe dalı” olarak görüyordu. Sylvia Ted’le birlikteyken ilişkilerini günlüğünde dile getirdi; “Mucize gibi, olanaksız olana, olağanüstü olana sahip olduğumu duyumsuyorum- Ted’le kusursuz bir biçimde o gülünç şarkıdaki gibi beden ve ruh olarak kusursuz bir bütünüm- mesleğimiz yazmak, sevgimiz birbirimiz için, dünya keşfetmemiz için önümüzde açık… Temelde yalın, kolay kanar, kadınca, sahiplenilmekten, ilgi gösterilmekten hoşlanan biriyim – ama güçsüz, sahte, ruhsal bakımdan hasta olan herkesi zihnimle, buz gibi, bakışlarımla öldürürüm- öyle de yaptım. Gereksinimlerimiz – yalnızlık, dinginlik, uzun yürüyüşler, iyi et, bütün günlerimizi yazmaya ayırma- az sayıda ama hiçbir şeyi dış görünüşe bakarak ölçmeyen iyi dostlara duyduğumuz gereksinimler- bütün bunlar birbiriyle uyuşuyor, karışıyor. Cinlerimle meleklerim doğru yoldan sapmaktan korusun beni, saçlarımız ağarıncaya, yaratıcı usa ulaşıncaya dek uzun yaşayalım ve bir ışık parıltısında birbirimizin kolları arasında ölelim.”(4) Bir başka günlüğünde “Onunla birlikte yaşamak, sonsuza dek süren bir öykü dinlemek gibi: kafası bugüne dek rastladığım en büyük, en imge dolu kafa.”(4) diyordu. Sylvia  ve Ted yazdıkları şiirleri birbirlerine okuyup eleştiriler, önerilerle birbirlerinin sanatını beslemeyi biliyorlardı. Ted’in şiirlerini, yazılarını daktiloya geçme işini Sylvia severek yapıyordu. Zaman zaman Ted ona şiir konusu veriyordu. Onu yaşama bağlayan bir güçtü Ted. “Sanırım, onun sıcaklığında, varlığında, onun kokuları, sözcükleri için yaşamalıyım – sanki duygularım istemeksizin onunla besleniyormuş, ondan birkaç saatten fazla yoksun kalırsam, halsiz düşer, kurur, dünya için ölürmüşüm gibi…” (5). Sylvia, bazen yazdığı şiirleri çok beğeniyor bazen de yerden yere vuruyordu; “ Şiirlerim tek bir iz üstünde, tek boyutlu başlıyor, hiçbir zaman şaşırtıcı, sarsıcı olmuyor, pek de haz vermiyor hatta. Dünya tümüyle dışarıda bırakılmış. Dünyanın eleştirisinin bir amacı vardı: gereğinden çok düş, gölgeli yer altı dünyaları.”(6)
                 Paris Review’de 1995 bahar sayısında yayınlanan bir söyleşide Ted’in Sylvia ile kendi sanatı hakkında söyledikleri; “Bana göre, doğal olarak o yalnızca kendisi değildi: o Amerika’ydı ve Amerikan edebiyatıydı. Ben ona göre neydim bilmiyorum. Koskocaman klasiklerden başka – Tolstoy, Dostoyevski ve başkaları – geçmiş okumalarım onunkinden tamamıyla farklıydı. Ama zihinlerimiz kısa zamanda bir çalışmanın iki bölümü haline geldi. Birçok pay çıkarılan ya da tamamlayıcı düşler düşledik. Bizim telepatimiz saldırgandı. Dizelerimizin fazlaca yer değiştirip değiştirmediğini bilmem, eğer o şekilde birbirimizi etkiledikse- ilk günlerde olmadı. Yöntemlerimiz farklıydı. Onunki keskin nesne ve doğru sözcük yığınını toplamak ve bir örüntü oluşturmaktı; örüntü, içinden derin bir yerden fırlatılmış oluyordu. Açıkça geliştirilmiş efsane, mitoloji öyküsünden tasarlanmıştı. Benim metodum, bir ipliğin ucunu bulmak ve saklanmış bir arapsaçının dışına çekip çıkarmaktır. Onun yöntemi daha çok ressamcaydı, benimki daha çok öyküydü, belki de. Birlikte olduğumuz zamanın tümünde birbirimizin dizelerine her aşamasında  baktık - Ayrıldıktan sonraki (Ekim 1962) Ariel’deki şiirlere kadar.”
                 Ted, bir kadın için Sylvia ve iki çocuğunu terk edince daha doğrusu evden kovulunca Sylvia onun müsveddelerini aldı, onları masasındaki tırnak ve kepek döküntüleriyle karıştırıp bir cadı ritüeli olan şenlik ateşinde yaktı. Alevler sönünce, tek bir kağıt parçacığı ayağının üstüne düştü. Kağıdın üzerinde Ted’in birlikte olduğu kadının adı vardı; Assia. Sylvia için yaşamının en önemli kaynağı kurumuştu. Ama yazmak onu kısa bir süre intihardan koruyabildi. Ona göre şiirler anın anıtlarıydı. Eleştirmenlere göre en iyi şiirlerini o gittikten sonra yazdı. Bu şiirler Ariel adlı kitapta toplandı. Bu son şiir kitabında  Ted’in önerdiği gibi oto-kontrolu bir kenara bırakıp, her çağrışımı, olayı, şiir yazmak için bir uyaran olarak gördü. İlk şiirlerinde uyak, ölçü vb. görsel özellikler ağır basarken, son dönem şiirleri ses ağırlıklıydı. Şiirlerini teknik bir deneyimle değil içsel dünyasını araştırarak cinleriyle yüzleşerek, dehlizlerinde gezinerek yazıyordu. Bir söyleşisinde, son şiirlerini yazarken yüksek sesle okunur olmalarına dikkat ettiğini söylüyordu. Ted’den ayrıldıktan sonra 12 Ekim 1962’de annesine yazdığı bir mektupta “Tek elimde kalan Ted’in yazdıklarına olan aşk ve hayranlıktır. Onun bir dahi olduğunu biliyorum bir dahi için bir bağ ya da sınır yoktur… Hendeğe yuvarlanmış olmak yaralayıcı. Ama tanrıya şükür ki kendi işimi yapıyorum. Gündoğumundan bebekler uyanana dek yazıyorum, günde bir şiir ve müthişler.”(7) diyordu. Son şiirlerinden biri olan “Sözcükler” adlı şiirinde onu yaşama bağlayan sözcükleri de yetersiz görmeye başladığı açıktı;

                  Sözcükler kuru ve sürücüsüz,
                  Yorulmak bilmeyen toynak vuruşları.
                  Sabit yıldızlar havuzun dibinden
                  Yönetirken bir hayatı.
                  (Çev.; Dilek Değerli)

                “Plath’ın narin, incinebilir ruhani varlığı ve her şeyin sürekli kirlenişinin iç karartıcı bir şekilde farkında oluşu, onu ölüme sürüklemiştir.”(8) diye yazdı Nilgün Marmara. Üçüncü intihar denemesi ölümle sonuçlanmıştı. Sylvia’nın intiharına neden olduğu için Ted sürekli suçlandı. Yıllarca suskunluğunu koruyan Ted, ölmeden önce 1998’de 88 şiirlik “Doğumgünü Mektupları”nı yayınladı. Sylvia’yla yaşadıkları hakkında ve onun ölümüne duyduğu tepkiyi yazdı. Belki de vicdanını temizlemek için yazmıştı. Bu kitabı çocuklarına (Frieda ve Nicholas) adadı. Balıkçılık ve okyanus bilimleri profesörü olan oğulları Nicholas Hughes 47 yaşında Alaska’daki evinde kendini astı. Ted “Ölümden Sonra Hayat” şiirinde “Öldükten sonra bilmediğin hayata dair ne anlatabilirim sana?” diyordu Sylvia’ya. Yine aynı şiirde oğulları için “ıslak mücevherler oluştu / en saf acının en zor varlığını / yüksek beyaz sandalyesinde beslerken” diyordu. Sylvia Plath “Nick ve Şamdan” şiirinde oğluna “ambardaki bebeksin” diyordu. Ted Hudges’un ölümünden sonra ortaya çıkarılan “Son Mektup” adlı şiiri Sylvia Plath’ın öldüğü gecenin sabahı yazılmıştı. Şiirde bir iç hesaplaşma, öfke, suçluluk duygusu, itiraflar ve birlikte yaşadıkları son anılar yer alıyordu. “O gece neler oldu, o son gece?” diye başlayan şiirin son dizeleri; Sonra özenle seçilmiş silaha benzer bir ses/ Ya da dozu belli bir enjeksiyon,/ Soğukkanlılıkla akıttı iki sözcüğü / Kulağımın derinliklerine: “Karın öldü.” idi.
                                                  
                    “Aşkı, acıyı, deliliği yaşadım ben, bu yaşantıları anlamlı kılamazsam, hiçbir yeni yaşantının yardımı olmaz bana” (9) diyordu Sylvia günlüğünde. Bu yaşantılar senin yazdıklarında anlam kazandı. Sevgili Sylvia, ‘sevgili arsız ölüm’ünü kucaklasan da, “Ölümsüzdür bir ağaç, benimle kıyaslarsan” desen de yazdığın şiirler ormanında baykuşların, zambakların, panterlerin, gelinciklerin, yılanların, karaağaçların, kaplanların ve nergislerin  arasında diriliyorsun kızıl saçlı hiçlik düşesi.


KAYNAKÇA:
-          (1) Sylvia Plath’ın Günceleri, Sylvia Plath, Çeviren:Şadan Karadeniz, Oğlak Yayıncılık, 2000, s.84
-          (2) Üç Kadın, Sylvia Plath, Çeviren: Gürkal Aylan, Artshop Yayıncılık, 2006, s.28
-          (3) Seçilmiş Şiirler, Ted Hughes, Çevirenler: Şavkar Altınel, Roni Margulies, Adam Yayınları,     1987, s.44
-          (4) Sylvia Plath’ın Günceleri, Sylvia Plath, Çeviren:Şadan Karadeniz, Oğlak Yayıncılık, 2000, s.265,266
-          (5) a.g.e., s.277
-          (6) a.g.e., s.363
-          (7) Letters Home, Sylvia Plath, HarperPerennial, 1992, s.467
-          (8) Sylvia Plath’ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi, Nilgün Marmara, Everest yayınları, 2006, s.22
-          (9) Sylvia Plath’ın Günceleri, Sylvia Plath, Çeviren:Şadan Karadeniz, Oğlak Yayıncılık, 2000, s.410