23 Aralık 2012


ANAÏS NIN
Eskicinin Saati (ya da Ragtime*)

Kent sağ yanına yatmış uyuyordu. Gördüğü korkulu düşlerle ürperiyordu. Bacalardan horultular yükseliyordu. Bulutlar her yanını kapatamadığı için ayakları açıkta kalmıştı. Bulutlardaki bir delikten dışarı beyaz tüyler dökülüyordu. Şehrin göbeği rahatlasın diye bütün köprüler düğmeler gibi açılmıştı. Kent yanan her lambanın altına kendini çizip duruyordu.
Ağaçlar, evler, telgraf direkleri yana yatmıştı. Eskici çatılar, mahzenler, soluk alıp veren kanalizasyonlarla açık boruların çevresinde dolanıyor, kırık şişe, atık eşya, kâğıt, teneke ve bayat ekmek gibi döküntüler arıyordu. Uyuyan kentin ceplerine girip çıkıp torbasını dolduruyordu. Kentin göğsündeki saat ceplerini, kol yenlerini ters yüz ediyor, kirli yakasını, saçlarını karıştırıyor, kopuk telleri topluyordu. Mandolin tamiri içindi kopuk teller. Kol ağzına geçirilmiş pervazlar, ekmek kabukları, kırık saat camları, tütün parçacıkları, metro bileti, tel ve pul. Eskici kirler ve kokular arasında sessizce çalışıyordu.
Torbası giderek şişiyordu.
Kent yavaşça sol yanına döndü ama evlerin gözleri hala kapalı, köprüler ise açıktı. Eskici sessizce çalışıyor ve sağlam şeylere hiç bakmıyordu. Gözleri hep kırık, eski, solmuş, parçalanmış bir şeyler arıyordu. Sağlam öteberi onu üzüyordu. Sağlam eşyayla ne yapılabilirdi ki? Alın müzeye kaldırın. Dokunmayın bile. Oysa yırtık bir kâğıt, tek kalmış bir ayakkabı bağcığı, tabağı olmayan bir fincan onu heyecanlandırırdı. Bunlar değişebilir, dönüşebilir nesnelerdi. Bükülmüş bir boru parçası, sapı olmayan sepet ne güzel. Tıpası olmayan bu şişe, anahtarı kayıp kutu ne güzel. Yarım yamalak bir elbise, bir şapka kurdelesi, tüyü eksik bir yelpaze ne güzel. Bir fotoğraf klişesi, bir bisiklet tekerleği, kırık bir plak... Parçalar, eksik dünyalar, döküntüler, enkaz, eşyaların sonu, değişimin başlangıcı.
Eskici mutlulukla başını salladı. Adlandırılamayan bir nesne bulmuştu. Parlak ve yuvarlaktı. Anlatılmaz bir şeydi. Eskici mutluydu. Aramaya son verecekti artık. Şehir taze ekmek kokusuyla uyanmak üzereydi. Torba dolmuştu. Hatta torbasında şans getirsin diye bir kedi kuyruğu vardı ve üzerinde pireler uçuşuyordu.
Gölgesini peşinde sürükleyerek iki kez yere iyice eğildiğinde torbanın gölgesi deve hörgücü gibi göründü. Sakalı devenin ağzı, yürüyüşü devenin kum tepelerinde sallanarak gidişi gibiydi. Ben devenin hörgücünde oturuyordum.
Beni kentin dışına götürdü. Burada ağaç yoktu. Köprü yoktu. Kaldırım yoktu. Toprak. Sadece sertleşmiş toprak yol vardı. Yıkılmış evlerden kalan isli ağaçlardan yapılmış barakalar. Barakalar arasında Romanların at arabaları. Barakalar ve at arabaları arasında ancak tek kişinin geçebileceği bir patika. Barakaların çevresinde çitler, içinde paçavralar. Yatak, iskemle, masa yerine kullanılan paçavralar. Üstlerinde erkekler, kadınlar ve çocuklar. Kadınların içinde yeni çocuklar. Pireler. Eski bir ayakkabıya yaslanmış bir dirsek. Süzgün gözleri mandolin teline bakan doldurulmuş geyiğe yaslanmış bir baş. Eskici isimsiz nesneyi kadına uzatıyor. Kadın bu yuvarlak nesneyi eline alıp evirip çeviriyor. Tik tak sesleri duyuyor. Bunun bir saat olduğunu söylüyor. Eskici alıp kulağına dayıyor ve saat gibi tik tak sesi çıkardığını ama akreple yelkovanı olmadığına göre zamanı gösteremeyeceğini söylüyor. Tik tak diye zamanın geçtiğini gösterebilir belki ama saati gösteremez.
Barakanın tepesi Arap çadırı gibi sivri. Pencereler Asyalıların gözleri gibi çekik. Pencere pervazında bir çiçek saksısı var. Bir mezardan kopmuş demir saplar üzerine iliştirilmiş boncuklar. Kadın çiçeği suladıkça demir saplar paslanıyor.
Çamurlu suda oturan çocuklar eski bir ayakkabıyı sandal gibi yüzdürmeye çalışıyor. Kadın kırık makasla ipi kesiyor. Eskici kırık gözlükle gazete okuyor. Çocuklar su sızdıran kovalarla çeşmeye gidiyor. Geri dönünceye kadar kovaları boşalıyor. Eskiciler torbalarından çıkan nesnelerin başına çömeliyor. Çiviler dökülüyor. Bir kiremit. Harfleri düşmüş bir trafik levhası.
Arkalarındaki arabadan çamurda sürüklenerek getirilen bir büst çıkıyor. Büstün başı bir yana dönmüş. Kolları ve bacaklarına ne olmuş? Eski öteberi yığını içinde mi? Pencereden atılıvermiş mi? Şafak vakti bulunmuş bir insan heykeli parçası.
Barakanın çatlaklarından tek telli mandolinin sesi geliyor. 
Eskici iltihaplı tek gözüyle bana bakıyor. Dibi olmayan bir sepeti tutuyorum. Bir şapka kenarı. Bir palto astarı. Kendime dokunuyorum. Ben de yarım mıyım? Kollarım, bacaklarım, saçım, gözlerim var mı? Ayak tabanım nerede? Ayakkabımı çıkarıp bakıyorum. Gülüyorum. Ayak tabanıma mavi bir bez yapışmış. Eski püskü ama kobalt tozu gibi bir mavi.
Yağmur yağıyor. Bir şemsiye iskeleti buluyorum. Şarap kokan şişe mantarları yığını üstüne oturuyorum. Bir eskici geçiyor. Elinde bir bıçak sapı var. Onunla istiridye kabuklarıyla dolu bir patikayı işaret ediyor. Patikanın öteki ucunda benim mavi elbisem var. Elbisemin yitişine ağlamıştım. On yedi yaşındayken bu elbiseyi parçalayıncaya dek dans etmiştim. Elbiseyi giymeye çalışıyorum ama üzerimden düşüyor. İçinde kalamıyorum. Ben buradayım; elbise de burada ama yine de onu sonsuza kadar yitirmişim işte. Açık havada dans ediyorum. Topuklarımdan biri kırılıyor ve yere düşüyorum. Yağmurlu bir gece sevgilimi deli gibi öperek bir tepeye tırmandığım sırada yitirdiğim topuk bu.
Ya öteki şeyler, kaybettiğimi düşündüğüm bütün öteki şeyler nerede acaba?
Eskici bana bir akıl dişi ve uzunken kestiğim saçımı uzatıyor. Sonra bir paçavra yığınına dalıyor ve ben onu kaldırmaya uğraşırken, kolları saman dolu bir korkuluk ve üzerinde kurşun deliği olan bir silindir şapka buluyorum. 
Eskiciler kırık kepenkler, pencere çerçeveleri, naylon sakallar, kestane, atkuyruğu, geçen yıldan kalma kutsal palmiye yapraklarıyla yaktıkları ateşin başına toplanmış. Sakat adam gövdesi üzerinde oturuyor. Takma ayakları yanında duruyor. Barakalarla arabalardan kadın ve çocuklar çıkıyor.
İnsan bir şeyini attıktan sonra bir daha hiç bulamasa olmaz mı diye soruyorum.
Eskici yarım ağız gülüyor. Bir gülüş parçası bu, yarım gülüş. Hep birlikte şarkıya başlıyorlar. Barakalarında bir Çin feneri gibi asılı duran sarımsağın kokusunu duydum ilkin. Sarımsak kokusunu karışık bir şarkı izledi. 
Hiçbir şey yitmez, olsa olsa değişir
Yeni tele dönüşür eski tel
Yeni torbaya eski torba
Yeni tavaya teneke tava
Yeni pabuca eski pabuç
Yeni ipeğe eski saç
Yeni şapkaya hasır şapka
Genç adama çocuk
Ve yeni, yeni değildir
Yeni, yeni değildir
Yeni, yeni değildir
Ve bütün gece eskici şarkıya devam etti: Yeni, yeni değildir; yeni, yeni değildir. Sonunda ben uykuya yenildim. Beni kaldırıp torbalarına atmışlar.

*Ç.N. :Piyanoda iki elin birbirinden ayrı ritimler çaldığı, kesik tempolu erken caz müziği. 20 yüzyıl başlarında ABD’de popüler olmuştu. Aynı zamanda rag sözcüğü paçavra anlamına geliyor.
Çeviren: Şefika G. Kamcez (kamcezsefika@gmail.com)

cin ayşe 8'den, güz 2012

Hiç yorum yok: