ANAÏS NIN
Eskicinin Saati (ya da Ragtime*)
Kent
sağ yanına yatmış uyuyordu. Gördüğü korkulu düşlerle ürperiyordu. Bacalardan
horultular yükseliyordu. Bulutlar her yanını kapatamadığı için ayakları açıkta
kalmıştı. Bulutlardaki bir delikten dışarı beyaz tüyler dökülüyordu. Şehrin
göbeği rahatlasın diye bütün köprüler düğmeler gibi açılmıştı. Kent yanan her
lambanın altına kendini çizip duruyordu.
Ağaçlar,
evler, telgraf direkleri yana yatmıştı. Eskici çatılar, mahzenler, soluk alıp
veren kanalizasyonlarla açık boruların çevresinde dolanıyor, kırık şişe, atık
eşya, kâğıt, teneke ve bayat ekmek gibi döküntüler arıyordu. Uyuyan kentin
ceplerine girip çıkıp torbasını dolduruyordu. Kentin göğsündeki saat ceplerini,
kol yenlerini ters yüz ediyor, kirli yakasını, saçlarını karıştırıyor, kopuk
telleri topluyordu. Mandolin tamiri içindi kopuk teller. Kol ağzına geçirilmiş
pervazlar, ekmek kabukları, kırık saat camları, tütün parçacıkları, metro
bileti, tel ve pul. Eskici kirler ve kokular arasında sessizce çalışıyordu.
Torbası
giderek şişiyordu.
Kent
yavaşça sol yanına döndü ama evlerin gözleri hala kapalı, köprüler ise açıktı.
Eskici sessizce çalışıyor ve sağlam şeylere hiç bakmıyordu. Gözleri hep kırık,
eski, solmuş, parçalanmış bir şeyler arıyordu. Sağlam öteberi onu üzüyordu.
Sağlam eşyayla ne yapılabilirdi ki? Alın müzeye kaldırın. Dokunmayın bile. Oysa
yırtık bir kâğıt, tek kalmış bir ayakkabı bağcığı, tabağı olmayan bir fincan
onu heyecanlandırırdı. Bunlar değişebilir, dönüşebilir nesnelerdi. Bükülmüş bir
boru parçası, sapı olmayan sepet ne güzel. Tıpası olmayan bu şişe, anahtarı
kayıp kutu ne güzel. Yarım yamalak bir elbise, bir şapka kurdelesi, tüyü eksik
bir yelpaze ne güzel. Bir fotoğraf klişesi, bir bisiklet tekerleği, kırık bir
plak... Parçalar, eksik dünyalar, döküntüler, enkaz, eşyaların sonu, değişimin
başlangıcı.
Eskici
mutlulukla başını salladı. Adlandırılamayan bir nesne bulmuştu. Parlak ve
yuvarlaktı. Anlatılmaz bir şeydi. Eskici mutluydu. Aramaya son verecekti artık.
Şehir taze ekmek kokusuyla uyanmak üzereydi. Torba dolmuştu. Hatta torbasında
şans getirsin diye bir kedi kuyruğu vardı ve üzerinde pireler uçuşuyordu.
Gölgesini
peşinde sürükleyerek iki kez yere iyice eğildiğinde torbanın gölgesi deve
hörgücü gibi göründü. Sakalı devenin ağzı, yürüyüşü devenin kum tepelerinde
sallanarak gidişi gibiydi. Ben devenin hörgücünde oturuyordum.
Beni
kentin dışına götürdü. Burada ağaç yoktu. Köprü yoktu. Kaldırım yoktu. Toprak.
Sadece sertleşmiş toprak yol vardı. Yıkılmış
evlerden kalan isli ağaçlardan yapılmış barakalar. Barakalar arasında
Romanların at arabaları. Barakalar ve at arabaları arasında ancak tek kişinin
geçebileceği bir patika. Barakaların çevresinde çitler, içinde paçavralar.
Yatak, iskemle, masa yerine kullanılan paçavralar. Üstlerinde erkekler,
kadınlar ve çocuklar. Kadınların içinde yeni çocuklar. Pireler. Eski bir
ayakkabıya yaslanmış bir dirsek. Süzgün gözleri mandolin teline bakan
doldurulmuş geyiğe yaslanmış bir baş. Eskici isimsiz nesneyi kadına uzatıyor.
Kadın bu yuvarlak nesneyi eline alıp evirip çeviriyor. Tik tak sesleri duyuyor.
Bunun bir saat olduğunu söylüyor. Eskici alıp kulağına dayıyor ve saat gibi tik
tak sesi çıkardığını ama akreple yelkovanı olmadığına göre zamanı
gösteremeyeceğini söylüyor. Tik tak diye zamanın geçtiğini gösterebilir belki
ama saati gösteremez.
Barakanın tepesi Arap
çadırı gibi sivri. Pencereler Asyalıların gözleri gibi çekik. Pencere
pervazında bir çiçek saksısı var. Bir mezardan kopmuş demir saplar üzerine
iliştirilmiş boncuklar. Kadın çiçeği suladıkça demir saplar paslanıyor.
Çamurlu suda oturan
çocuklar eski bir ayakkabıyı sandal gibi yüzdürmeye çalışıyor. Kadın kırık
makasla ipi kesiyor. Eskici kırık gözlükle gazete okuyor. Çocuklar su sızdıran
kovalarla çeşmeye gidiyor. Geri dönünceye kadar kovaları boşalıyor. Eskiciler
torbalarından çıkan nesnelerin başına çömeliyor. Çiviler dökülüyor. Bir
kiremit. Harfleri düşmüş bir trafik levhası.
Arkalarındaki arabadan
çamurda sürüklenerek getirilen bir büst çıkıyor. Büstün başı bir yana dönmüş.
Kolları ve bacaklarına ne olmuş? Eski öteberi yığını içinde mi? Pencereden
atılıvermiş mi? Şafak vakti bulunmuş bir insan heykeli parçası.
Barakanın
çatlaklarından tek telli mandolinin sesi geliyor.
Eskici iltihaplı tek
gözüyle bana bakıyor. Dibi olmayan bir sepeti tutuyorum. Bir şapka kenarı. Bir
palto astarı. Kendime dokunuyorum. Ben de yarım mıyım? Kollarım, bacaklarım,
saçım, gözlerim var mı? Ayak tabanım nerede? Ayakkabımı çıkarıp bakıyorum.
Gülüyorum. Ayak tabanıma mavi bir bez yapışmış. Eski püskü ama kobalt tozu gibi
bir mavi.
Yağmur yağıyor. Bir
şemsiye iskeleti buluyorum. Şarap kokan şişe mantarları yığını üstüne
oturuyorum. Bir eskici geçiyor. Elinde bir bıçak sapı var. Onunla istiridye
kabuklarıyla dolu bir patikayı işaret ediyor. Patikanın öteki ucunda benim mavi
elbisem var. Elbisemin yitişine ağlamıştım. On yedi yaşındayken bu elbiseyi
parçalayıncaya dek dans etmiştim. Elbiseyi giymeye çalışıyorum ama üzerimden
düşüyor. İçinde kalamıyorum. Ben buradayım; elbise de burada ama yine de onu
sonsuza kadar yitirmişim işte. Açık havada dans ediyorum. Topuklarımdan biri
kırılıyor ve yere düşüyorum. Yağmurlu bir gece sevgilimi deli gibi öperek bir
tepeye tırmandığım sırada yitirdiğim topuk bu.
Ya öteki şeyler,
kaybettiğimi düşündüğüm bütün öteki şeyler nerede acaba?
Eskici bana bir akıl
dişi ve uzunken kestiğim saçımı uzatıyor. Sonra bir paçavra yığınına dalıyor ve
ben onu kaldırmaya uğraşırken, kolları saman dolu bir korkuluk ve üzerinde
kurşun deliği olan bir silindir şapka buluyorum.
Eskiciler kırık
kepenkler, pencere çerçeveleri, naylon sakallar, kestane, atkuyruğu, geçen
yıldan kalma kutsal palmiye yapraklarıyla yaktıkları ateşin başına toplanmış.
Sakat adam gövdesi üzerinde oturuyor. Takma ayakları yanında duruyor.
Barakalarla arabalardan kadın ve çocuklar çıkıyor.
İnsan bir şeyini
attıktan sonra bir daha hiç bulamasa olmaz mı diye soruyorum.
Eskici yarım ağız
gülüyor. Bir gülüş parçası bu, yarım gülüş. Hep birlikte şarkıya başlıyorlar. Barakalarında
bir Çin feneri gibi asılı duran sarımsağın kokusunu duydum ilkin. Sarımsak
kokusunu karışık bir şarkı izledi.
Hiçbir
şey yitmez, olsa olsa değişir
Yeni
tele dönüşür eski tel
Yeni
torbaya eski torba
Yeni
tavaya teneke tava
Yeni
pabuca eski pabuç
Yeni
ipeğe eski saç
Yeni
şapkaya hasır şapka
Genç
adama çocuk
Ve
yeni, yeni değildir
Yeni,
yeni değildir
Yeni,
yeni değildir
Ve
bütün gece eskici şarkıya devam etti: Yeni, yeni değildir; yeni, yeni değildir.
Sonunda ben uykuya yenildim. Beni kaldırıp torbalarına atmışlar.
*Ç.N. :Piyanoda iki elin birbirinden
ayrı ritimler çaldığı, kesik tempolu erken caz müziği. 20 yüzyıl başlarında
ABD’de popüler olmuştu. Aynı zamanda rag sözcüğü paçavra anlamına geliyor.
Çeviren: Şefika G.
Kamcez (kamcezsefika@gmail.com)
cin ayşe 8'den, güz 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder