9 Aralık 2012



TUTKULARININ KARANLIK ORMANINDA SYLVIA  PLATH

DİLEK DEĞERLİ


                 O hırslı, tutkulu, depresif, uçlarda gezinip hayata tutunamamış kadının en önemli tutkusu iyi şiir yazmak, diğeri ise ölümünü tetikleyen ama en iyi şiirlerini yazmasına neden olan Ted Hughes’du. Asıl tutkusu ölümdü belki de. Küçükken babasının ölümüyle başlayan ve on yılda bir giriştiği intihar denemeleri üçüncüsünde ölümüyle sonuçlandı. Ölüm hakkında birçok şiir yazdı. ‘Takip’ adlı şiirinde panter sembolünü kullandı; “İzimi süren bir panter var:/ Bir gün beni öldürecek”. ‘Kim’ adlı şiirinde  de; “Bir mumya midesi gibi küflü bir baraka: / Eskimiş aletler, paslı testereler. / Ölü kafalar arasındayım burada, evimde.” diyor, ölümü huzur duyduğu bir ev olarak görüyordu. Çocukluğundan beri ruhunu saran ölüm bir sanattı onun için. Şiirlerinin çoğuna hakim olan ölüm duygusu belki de onu özgürleştiriyordu. Günlüklerinden okuduğum kadarıyla Sylvia, gündüşünün yanı sıra uykusunda da çok fazla düş görüyordu ve şiirlerinde o düşlerin izleri görülüyordu. Bir düşünde mavi bir bebek ya da sakat bir bebek doğuruyor ama ona göstermiyorlardı ve hastanede ölüyordu. Diğer bir düşte lolipop büyüklüğünde kırmızıya boyanmış, kurumuş kafalar görüyordu. Smith Kolej’inde okurken de ölüm girdabı onu içine çekmeye çalışıyordu; “Korkuyorum. Katı değilim, içim boş. Gözlerimin ardında uyuşmuş, felç olmuş bir mağara, bir cehennem kuyusu, alaycı bir hiçlik duyumsuyorum. Hiç düşünmedim. Hiç yazmadım, hiç acı çekmedim. Canıma kıymak istiyorum, sorumluluktan kaçmak, aşağılık bir yaratık gibi sürüne sürüne dölyatağına dönmek istiyorum.”(1)
“Üç Kadın” adlı uzun şiirindeki şu dizeler ölüme duyduğu sevginin en açık kanıtıdır;
                                      “Bahçesiyim ben siyah ve kırmızı acıların. İçiyorum onları
                                       Tiksinerek kendimden, tiksinerek ve korkarak.
                                                                                       Kavrıyor sonunu şimdi.         
                                       Dünya ve kolları sevgiyle açılmış, ona doğru koşuyor.
                                       Her şeyi hasta eden ölüm sevgisi bu.
                                       Gazete kağıdını lekeliyor ölü bir güneş kırmızı.
                                       Yaşam üstüne yaşam yitiriyorum.
                                                                               İçiyor onları karanlık yeryüzü.” (2)
                                       (Çev.; Gürkal Aylan)

                    Sylvia, günlüklerinde kendini çekici bir kadın olarak anlatıyordu. Ted’i iri bir yaratık olarak görüyordu. Bazı şiirlerinde baba ve koca figürlerini birleştirdi. Çocuklarını  ise ‘Laleler’ şiirinde “küçük gülümseyen kancalar” a benzetti. Sylvia orta sınıftan geliyordu, Ted ise yoksul bir ailedendi. Karanlık tanrılara, şamanlara ve yıldızların zararlı etkilerine inanıyordu. Başlangıçta bu inançlar Sylvia’ya doğal gelmese de zamanla Ted’den bazı şeyleri hırsla öğreniyor ve uyguluyordu. Ouija tahtası denilen harflerin ve sayıların bulunduğu tahtada ruh çağırma seansları yapıyorlar, birbirlerinin yıldız fallarını okuyorlardı. Çocuklarını doğururken Ted’in onu hipnotize etmesine izin veriyordu. Ted şiirlerinde de mitolojik kargalar ve hayaletli kırları yazıyordu;
                                                       “Konuşmayı öğretecekti Tanrı Karga’ya:
                                                        “Sevgi” dedi. “Sevgi, de.”
                                                        Karga ağzını açtı ve bir köpekbalığı indi denize,
                                                        Dibe doğru yol aldı, kendi derinliğini kavrayarak.”(3)
Ted’in şiirlerinin çoğunda doğa ve gizden doğan bir romantizm vardı. Sylvia’nın şiirlerindeki karanlık onun şiirlerinde de olmasına rağmen sonunda umuda aralık bir kapı ve güneş ışığı vardı. Sylvia için yazmak öfkesini, düşlerini boşalttığı bazen kırmızı bazen siyah bir terapi deniziydi. Tanıştıklarında Ted için Sylvia “güzel, güzel Amerika”ydı. Sylvia  ise kendini; “şekil değiştirmiş/ ince yapılı ve taze ve çıplak / başını sallayan ıslak menekşe dalı” olarak görüyordu. Sylvia Ted’le birlikteyken ilişkilerini günlüğünde dile getirdi; “Mucize gibi, olanaksız olana, olağanüstü olana sahip olduğumu duyumsuyorum- Ted’le kusursuz bir biçimde o gülünç şarkıdaki gibi beden ve ruh olarak kusursuz bir bütünüm- mesleğimiz yazmak, sevgimiz birbirimiz için, dünya keşfetmemiz için önümüzde açık… Temelde yalın, kolay kanar, kadınca, sahiplenilmekten, ilgi gösterilmekten hoşlanan biriyim – ama güçsüz, sahte, ruhsal bakımdan hasta olan herkesi zihnimle, buz gibi, bakışlarımla öldürürüm- öyle de yaptım. Gereksinimlerimiz – yalnızlık, dinginlik, uzun yürüyüşler, iyi et, bütün günlerimizi yazmaya ayırma- az sayıda ama hiçbir şeyi dış görünüşe bakarak ölçmeyen iyi dostlara duyduğumuz gereksinimler- bütün bunlar birbiriyle uyuşuyor, karışıyor. Cinlerimle meleklerim doğru yoldan sapmaktan korusun beni, saçlarımız ağarıncaya, yaratıcı usa ulaşıncaya dek uzun yaşayalım ve bir ışık parıltısında birbirimizin kolları arasında ölelim.”(4) Bir başka günlüğünde “Onunla birlikte yaşamak, sonsuza dek süren bir öykü dinlemek gibi: kafası bugüne dek rastladığım en büyük, en imge dolu kafa.”(4) diyordu. Sylvia  ve Ted yazdıkları şiirleri birbirlerine okuyup eleştiriler, önerilerle birbirlerinin sanatını beslemeyi biliyorlardı. Ted’in şiirlerini, yazılarını daktiloya geçme işini Sylvia severek yapıyordu. Zaman zaman Ted ona şiir konusu veriyordu. Onu yaşama bağlayan bir güçtü Ted. “Sanırım, onun sıcaklığında, varlığında, onun kokuları, sözcükleri için yaşamalıyım – sanki duygularım istemeksizin onunla besleniyormuş, ondan birkaç saatten fazla yoksun kalırsam, halsiz düşer, kurur, dünya için ölürmüşüm gibi…” (5). Sylvia, bazen yazdığı şiirleri çok beğeniyor bazen de yerden yere vuruyordu; “ Şiirlerim tek bir iz üstünde, tek boyutlu başlıyor, hiçbir zaman şaşırtıcı, sarsıcı olmuyor, pek de haz vermiyor hatta. Dünya tümüyle dışarıda bırakılmış. Dünyanın eleştirisinin bir amacı vardı: gereğinden çok düş, gölgeli yer altı dünyaları.”(6)
                 Paris Review’de 1995 bahar sayısında yayınlanan bir söyleşide Ted’in Sylvia ile kendi sanatı hakkında söyledikleri; “Bana göre, doğal olarak o yalnızca kendisi değildi: o Amerika’ydı ve Amerikan edebiyatıydı. Ben ona göre neydim bilmiyorum. Koskocaman klasiklerden başka – Tolstoy, Dostoyevski ve başkaları – geçmiş okumalarım onunkinden tamamıyla farklıydı. Ama zihinlerimiz kısa zamanda bir çalışmanın iki bölümü haline geldi. Birçok pay çıkarılan ya da tamamlayıcı düşler düşledik. Bizim telepatimiz saldırgandı. Dizelerimizin fazlaca yer değiştirip değiştirmediğini bilmem, eğer o şekilde birbirimizi etkiledikse- ilk günlerde olmadı. Yöntemlerimiz farklıydı. Onunki keskin nesne ve doğru sözcük yığınını toplamak ve bir örüntü oluşturmaktı; örüntü, içinden derin bir yerden fırlatılmış oluyordu. Açıkça geliştirilmiş efsane, mitoloji öyküsünden tasarlanmıştı. Benim metodum, bir ipliğin ucunu bulmak ve saklanmış bir arapsaçının dışına çekip çıkarmaktır. Onun yöntemi daha çok ressamcaydı, benimki daha çok öyküydü, belki de. Birlikte olduğumuz zamanın tümünde birbirimizin dizelerine her aşamasında  baktık - Ayrıldıktan sonraki (Ekim 1962) Ariel’deki şiirlere kadar.”
                 Ted, bir kadın için Sylvia ve iki çocuğunu terk edince daha doğrusu evden kovulunca Sylvia onun müsveddelerini aldı, onları masasındaki tırnak ve kepek döküntüleriyle karıştırıp bir cadı ritüeli olan şenlik ateşinde yaktı. Alevler sönünce, tek bir kağıt parçacığı ayağının üstüne düştü. Kağıdın üzerinde Ted’in birlikte olduğu kadının adı vardı; Assia. Sylvia için yaşamının en önemli kaynağı kurumuştu. Ama yazmak onu kısa bir süre intihardan koruyabildi. Ona göre şiirler anın anıtlarıydı. Eleştirmenlere göre en iyi şiirlerini o gittikten sonra yazdı. Bu şiirler Ariel adlı kitapta toplandı. Bu son şiir kitabında  Ted’in önerdiği gibi oto-kontrolu bir kenara bırakıp, her çağrışımı, olayı, şiir yazmak için bir uyaran olarak gördü. İlk şiirlerinde uyak, ölçü vb. görsel özellikler ağır basarken, son dönem şiirleri ses ağırlıklıydı. Şiirlerini teknik bir deneyimle değil içsel dünyasını araştırarak cinleriyle yüzleşerek, dehlizlerinde gezinerek yazıyordu. Bir söyleşisinde, son şiirlerini yazarken yüksek sesle okunur olmalarına dikkat ettiğini söylüyordu. Ted’den ayrıldıktan sonra 12 Ekim 1962’de annesine yazdığı bir mektupta “Tek elimde kalan Ted’in yazdıklarına olan aşk ve hayranlıktır. Onun bir dahi olduğunu biliyorum bir dahi için bir bağ ya da sınır yoktur… Hendeğe yuvarlanmış olmak yaralayıcı. Ama tanrıya şükür ki kendi işimi yapıyorum. Gündoğumundan bebekler uyanana dek yazıyorum, günde bir şiir ve müthişler.”(7) diyordu. Son şiirlerinden biri olan “Sözcükler” adlı şiirinde onu yaşama bağlayan sözcükleri de yetersiz görmeye başladığı açıktı;

                  Sözcükler kuru ve sürücüsüz,
                  Yorulmak bilmeyen toynak vuruşları.
                  Sabit yıldızlar havuzun dibinden
                  Yönetirken bir hayatı.
                  (Çev.; Dilek Değerli)

                “Plath’ın narin, incinebilir ruhani varlığı ve her şeyin sürekli kirlenişinin iç karartıcı bir şekilde farkında oluşu, onu ölüme sürüklemiştir.”(8) diye yazdı Nilgün Marmara. Üçüncü intihar denemesi ölümle sonuçlanmıştı. Sylvia’nın intiharına neden olduğu için Ted sürekli suçlandı. Yıllarca suskunluğunu koruyan Ted, ölmeden önce 1998’de 88 şiirlik “Doğumgünü Mektupları”nı yayınladı. Sylvia’yla yaşadıkları hakkında ve onun ölümüne duyduğu tepkiyi yazdı. Belki de vicdanını temizlemek için yazmıştı. Bu kitabı çocuklarına (Frieda ve Nicholas) adadı. Balıkçılık ve okyanus bilimleri profesörü olan oğulları Nicholas Hughes 47 yaşında Alaska’daki evinde kendini astı. Ted “Ölümden Sonra Hayat” şiirinde “Öldükten sonra bilmediğin hayata dair ne anlatabilirim sana?” diyordu Sylvia’ya. Yine aynı şiirde oğulları için “ıslak mücevherler oluştu / en saf acının en zor varlığını / yüksek beyaz sandalyesinde beslerken” diyordu. Sylvia Plath “Nick ve Şamdan” şiirinde oğluna “ambardaki bebeksin” diyordu. Ted Hudges’un ölümünden sonra ortaya çıkarılan “Son Mektup” adlı şiiri Sylvia Plath’ın öldüğü gecenin sabahı yazılmıştı. Şiirde bir iç hesaplaşma, öfke, suçluluk duygusu, itiraflar ve birlikte yaşadıkları son anılar yer alıyordu. “O gece neler oldu, o son gece?” diye başlayan şiirin son dizeleri; Sonra özenle seçilmiş silaha benzer bir ses/ Ya da dozu belli bir enjeksiyon,/ Soğukkanlılıkla akıttı iki sözcüğü / Kulağımın derinliklerine: “Karın öldü.” idi.
                                                  
                    “Aşkı, acıyı, deliliği yaşadım ben, bu yaşantıları anlamlı kılamazsam, hiçbir yeni yaşantının yardımı olmaz bana” (9) diyordu Sylvia günlüğünde. Bu yaşantılar senin yazdıklarında anlam kazandı. Sevgili Sylvia, ‘sevgili arsız ölüm’ünü kucaklasan da, “Ölümsüzdür bir ağaç, benimle kıyaslarsan” desen de yazdığın şiirler ormanında baykuşların, zambakların, panterlerin, gelinciklerin, yılanların, karaağaçların, kaplanların ve nergislerin  arasında diriliyorsun kızıl saçlı hiçlik düşesi.


KAYNAKÇA:
-          (1) Sylvia Plath’ın Günceleri, Sylvia Plath, Çeviren:Şadan Karadeniz, Oğlak Yayıncılık, 2000, s.84
-          (2) Üç Kadın, Sylvia Plath, Çeviren: Gürkal Aylan, Artshop Yayıncılık, 2006, s.28
-          (3) Seçilmiş Şiirler, Ted Hughes, Çevirenler: Şavkar Altınel, Roni Margulies, Adam Yayınları,     1987, s.44
-          (4) Sylvia Plath’ın Günceleri, Sylvia Plath, Çeviren:Şadan Karadeniz, Oğlak Yayıncılık, 2000, s.265,266
-          (5) a.g.e., s.277
-          (6) a.g.e., s.363
-          (7) Letters Home, Sylvia Plath, HarperPerennial, 1992, s.467
-          (8) Sylvia Plath’ın şairliğinin intiharı bağlamında analizi, Nilgün Marmara, Everest yayınları, 2006, s.22
-          (9) Sylvia Plath’ın Günceleri, Sylvia Plath, Çeviren:Şadan Karadeniz, Oğlak Yayıncılık, 2000, s.410


Hiç yorum yok: