👆
Visual Diary[1] “Intimacy”
< The Moss Sister by Inga Markstrom – collage
>M. Jitnesh Pai/Linchen Huntsman Spider – photography
YAKINLIK
Han Kang’a
Kızkardeşler birbirine düşkün olur. Ayça, Ayla’yla olan ilişkisini bu düşkünlük üzerinden tanımlardı. Aralarının bir buçuk yaş olması, daha mı yakın olmalarına sebep oldu yoksa daha mı uzaklaşmalarına bunu cevaplayabilir miydi, işte bundan hiç emin değildi. Annelerinin onları benzer şekilde giydirmesinin üşengeçlik ve tembellik mi yoksa adalet duygusu ve hak geçmemesi arzusu yüzünden mi olduğunu hiçbir zaman cevaplayamayacağı gibi.
Ayça yedi, Ayla beş buçuk yaşlarındayken annelerinin ciğerlerinin kötülemesiyle, yeşilliğin nispeten bol olduğu şehrin biraz dışında küçük bir beldeye taşındılar. Babasının işe geliş-gidişlerinin süresi uzamıştı ancak akla yatkın başka ihtimal de yoktu. Oturdukları binaya yakın geniş sayılabilecek dağınık birkaç tane çayırlık vardı. Onların boyutları düşünüldüğünde bu çayırlıklar göz alabildiğine uzanan yeşilliklerdi. Bu yeşillikleri yer yer öbeklenmiş kayalıklar bölerdi. Ağaçlar tek tüktü ve birkaç tanesi hariç hepsi cılız ve bodur yapıdaydı. Havalar nemli değildi ancak yine de ağaçların ve kayaların gövdeleri kuzeye baktığınca yosunla kaplıydı. Çocukluklarını geçirdikleri bu yerde yeşil rengi hem alan açarak hem istila eden bir şekilde her şeye baskındı denebilir. Taşındıkları bu yerin durağanlığına inat bir hareketliği vardı Ayça ve Ayla’nın. Bu çayırlıklar onlar için adeta bir cennet işlevi görürdü. Cılız ağaçlar tırmanmaya elverişli olmadığı ve cılız olmayanlar da yıldırıcı bir heybete sahip olduklarından oyun oynamak için kayalıkları tercih ederlerdi. En başlarda kayalıkların etrafında koşup birbirlerini kovalar, ebeler ve yakalarlardı. Daha sonraları kayalıkları tercih eden başka canlılar dikkatlerini çekti. Kayalıkları kendilerine siper alıp, yarı yarıya saklanarak orayı ziyaret eden örümcekleri, kertenkeleleri, çekirgeleri izleyip onlardan hem korkup hem onları korkutarak oyalandılar. Bir süre hayvanlarla içli dışlı vakit geçirip zarar görmemeleri korkularını yenmelerine yardımcı olup, cesaret bulmalarına sebebiyet verdiğinden olsa gerek kız kardeşlere bu hayvanları yakalama isteği hasıl oldu.
Örümcekleri, kertenkele ve çekirgeleri yakalama isteğinin hasıl olması bir bayram öncesine, ikisine de bir çift siyah rugan kösele ayakkabı alındığı zamana denk geldi. Ayakkabıların kösele tabanı, yürürken kaymamaları için babaları tarafından bir anahtar yardımıyla itina bir şekilde çizildi. Yine de köselenin hiçbir zaman tam anlamı ile yatışmayan yosunsu bir kayganlığı vardır. Her ikisi de bu yeni ayakkabıları çok sevmişti. Ancak Ayla ayakkabıları hiç çıkarmak istemiyor, ayakkabıları çıkarmamak için ağlayıp sızlayıp, yerlerde dövünüyordu. Anneleri bütün bu gürültülü çırpınmalara soğukkanlılıkla göğüs gererek ayakkabıları Ayla’nın ayağından zorla çıkarıp saklıyordu. Ayakkabıları Ayla’nın istediği gibi her zaman giyememelerine rağmen ayakkabıların kutuları onlar için vazgeçilmez oldu ve buna da anne ve babalarından bir itiraz gelmedi. Bu kutulara küçük küçük delikler açıp kapağı ile birlikte kurdukları düzenek yardımıyla örümcek, kertenkele ve çekirge yakalama girişimleri ayakkabıları her daim giyilmesine izin verilmemesinin Ayla’da yarattığı mutsuzluğa teselli olmuş gibiydi. Her denemelerinde başarıya ulaşmasalar bile birkaç kez hayvanları yakalamışlıkları oldu. Örümcek, kertenkele, çekirge peşine düşmüşlerken kayalıkların etrafındaki düzleşmiş yeşilliklerde soluklanan serçeler dikkatlerini çekti. Ayla’nın ayakkabıları kaçak olarak giyip tam kapıdan çıkacakken annesine yakalanıp yine ağlaya sızlaya ayakkabıların ayağından zorla çıkarıldığı bir gün bir iki avuç ekmek kırıntısını mutfaktan alıp ceplerine koyup, kayalıklara yöneldiler. Bir dalla serçenin gireceğinden biraz daha yükseğe sabitledikleri kutunun tabanına bu kırıntıları koyup beklediler. Serçe ekmek kırıntılarını izleyip tuzağa çekildiğinden kutuyu sabitledikleri dalı çekerek serçenin üzerine kapadılar. Serçe şimdi kutudaydı. Yan yana bağdaş kurup kutuyu öncelerine alıp bir süre beklediler. Sonra kutunun kapağını yavaşça kaldırarak aralayıp içine baktılar. Serçe kutunun içinde büzüşmüştü, olduğundan da küçük görünüyordu. Ayla, serçeyi eline aldı. Onu iki eliyle sıkı sıkı tutuyordu. Ayça serçeyi sıkmamasını ve kuşu bırakmasını söylediğinde oralı olmayıp sıkmaya devam etti. Serçeyi kanadından tutarak ayağa kalktı ve koşmaya başladı. Ayça da Ayla’nın peşinde koştu. Ayla kanadından tuttuğu kuşu sallaya sallaya gittikçe hızlanarak koştu. Soluğu kesilene kadar hızlanarak koşmaya devam etti. Nefesi tamamen kesilecek gibi olduğunda durdu. Ayla durunca birkaç adım gerisinde Ayça da durdu. Soluk soluğaydılar. Ayla kanadından tuttuğu kuşu bıraktı. Kuş bir taş gibi yere düştü. Tüyleri avuç içinde tutulduğu zaman Ayla’nın teriyle ıslandığından olsa gerek yosun gibi donuk ve kaygandı. Ayça arkasını dönüp eve doğru ağlayarak yürümeye başladı. Ağladı ve yürüdü. Ayla bir süre sonra Ayça’nın ardından hareketlendi. Sakinleşmiş hissediyordu.
O günden sonra oynamak için aynı yere gitseler de hayvanlara ilişmediler, ayakkabı kutularını ayakkabıları saklama işlevine bıraktılar. Yine gülerek, itişip kakışarak, nefesleri tıkanana, yüzleri al al olana kadar birbirlerini kovalayıp, kaçma, yakalama ve ebeleme oyununa geri döndüler. Ayla’nın ayakkabı hevesinin geçtiğini sandığı için annelerinin onlar üzerinde evden çıkarken uyguladığı istibdattın hafiflediği bir gün, Ayla bunu fırsat bilerek Ayça’nın tüm itirazlarına rağmen rugan ayakkabıları giyerek kapıdan hızlıca dışarı sıvıştı. Koşarak hep oynadıkları kayalıklara seyir etti. Ayça da arkasından onu takip etti. Ayla nispeten daha alçak olan birkaç taş öbeğindeki bir taşın üstüne çıktı. Taşların üzerinde birinden diğerine her seferinde düşmeye yazarak atlamaya başladı. Her bir taşın üzerinde yosunlu, pürüzlü yüzeylere ve ayakkabıların kayganlığına rağmen dengelendiğinde Ayça’ya dönüp dil çıkarıp “Korkak!” diye bağırarak onunla dalga geçti. Sonra daha ileride daha yüksek olan kayalara doğru koşmaya başladı. Ayça ona yetiştiğinde zar zor ilkine tırmanmıştı. İkincisine sekti, yalpalamaya başladı ve dengesini yitirip düştü. Düşerken sağ bacağı üzerinde olduğu kayayla, ona çok yakın olan diğer bir kayanın arasına sıkıştı. Ayla can havliyle bağırmaya başladı. Ayça eve doğru bütün gücüyle koşmaya başladı. Hem ağladı hem koştu. Eve vardığında ciğerleri patlayacakmış gibi hissediyordu. Annesine seslenebilmek için kendini yere atarak soluklanmaya çalıştı. Nefes alabildiğinde avazı çıktığı kadar haykırdı.
Ayla’nın bacağındaki kemik üç yerden birden kırılmıştı ve durumu ciddiydi. Kayalıkların arasından bacağını oldukça zorlanarak çıkarmışlardı. Kırılan kemikler etini yırtarak dışarı fırlamıştı. Bacağı koptu kopacak gibi görünüyor sanki yalnız derisi bacağını bir arada tutuyor gibi görünüyordu. Doktorun dediğine göre Ayla’nın bacağının kopmaması bir mucizeydi. Çok kan kaybetmişti ve baygın bir şekilde ambulans ile hastaneye götürüldü. Uzun bir ameliyattan sonra bir süre hastanede kaldıktan sonra eve dönebilmişlerdi. O hastanede kalırken birlikte uyudukları odadaki ranza yerine iki ayrı yatak alındı, Ayla’nın yatağı cam kenarına yerleştirildi. Doktorun Ayla’nın bacağının tam anlamı ile iyileşemeyeceğini söylemesi herkesi huzursuz etti. Bu endişeli halin annesi ve babasının soluklaştırdığını düşünüyordu Ayça. Ya da kendi endişe ve korkusu sebebi ile daha mat gözlerle bakıyordu etrafına. Kızkardeşler birbirine düşkün olur. Ayça, Ayla ile ilişkisini bu düşkünlük üzerinden tanımlardı. Düşkünlüğün daha aydınlık tezahürlerinden biri yakınlıktır. Dengesi yitmiş bir ilişkiyi yakınlık üzerinden düşünmek iki kaya arasında sıkışmış ve üç yerden kırılmış bir bacağın kaderine öykünür.
Ayla’nın uzun bir süre yatakta yatması gerekti. Başını yatağının yanındaki pencereye doğru çevirip, oradan dışarıyı izlerdi. Bazen o kadar dalgın görünürdü ki Ayça onun dışarıyı bakıp bakmadığını, bakıyorsa bile bir şey görüp görmediğini bilemezdi. Güneş batarken pencereden odaya ışığını bırakırdı. Camdan giren ışık Ayla’nın koyu kestane dalgalı saçlarını, kahverengi gözlerini ve beyaz tenini bal rengine boyardı. Bu anları sever ve kaçırmak istemezdi Ayça. Ayla’nın sıkışmışlığından beri tebessüm ettiğini gördüğü tek anların o anlar olduğunu düşünürdü. Ya da zannederdi. Bazen düşünmek ve zannetmek birbirine karışabilir. Düşkünlük ve yakınlık gibi. Ayça, Ayla’nın durmadan camdan dışarı izler halini onun mutsuzluğu olarak algıladığından ve onu mutlu edeceğini düşündüğünden tek başına kayalıklara gidip daha önce yakaladıkları şekilde bir serçeyi yakalayıp, ayakkabı kutusu içinde ona getirdi. Kuşu ona verip ileri geri yürüyerek tepki vermesini bekledi. Ayla kucağında kutuyu tutup açmaya bile tenezzül etmeden camdan tarafa doğru bakmaya devam edince, oda kapısını hafif aralık kalacak şekilde bırakarak odadan çıktı. Bir süre evin içinde gezindikten sonra oda kapısının önüne dönüp, kapının aralığından Ayla’yı izlemeye başladı. Ayla’nın yüzü cama dönüktü. Güneşin batması yakındı. Bir anda yüzünü camdan kucağındaki kutuya çevirdi. Kutunun kapağını hafifçe aralayıp serçeyi elleriyle kutudan aldı. Bir süre serçeyi okşadıktan sonra onu iki eliyle sıkı sıkı tutmaya başlayıp kafasını yine cama doğru çevirdi. Güneş dalgalı saçlarını, kahverengi gözlerini ve beyaz tenini bal rengine boyarken o da kuşu iki eliyle gittikçe sıkarak tutmaya devam etti. Kuş avucunda hareketsizdi, güneş ışığını Ayla’nın saçlarını, gözlerini ve teninin bal rengine boyayıp yoluna devam etmişti. Ayla avuçlarındaki serçeye baktı. Serçenin hareketsiz bedenini kutuya geri koyup, kutunun kapağını kapadı. Ayça usulca odaya girdi. Ayla’nın yüzü yine cama dönüktü. Tam bu esnada Ayça Ayla’nın tebessüm ettiğini gördüğüne yemin edebilirdi. Ayça’nın geldiğini görünce Ayla ona doğru dönüp kutuyu uzattı ve “Yeterince delik açmamışsın kutuya. Kuş havasızlıktan ölmüş.” dedi. Sonra yine her zamanki esaslı duruşuna geri döndü.
Ayça’nın alçısı çıktığında yüzleşilmesi gereken iki durum söz konusuydu. İlki bütün bacağını, bacağının ön tarafının tam ortasından eğimlenerek kasığına kadar boydan boya takip eden enli ve koyu dikiş iziydi. İkincisi ise bacağının doktorun söylediği gibi tam anlamı ile iyileşmeyeceği ve Ayça’nın bundan sonraki hayatına topal olarak devam edeceği gerçeğiydi. Bir kırılma noktası… Evde yaşananlar yaşanmamışçasına bir görmezden geliş hakimken dışarıda, okula başladığında, diğer çocuklarla, diğer insanlarla ilişkisini ilk belirleyen bu topallık oldu. Okulun ilk yılları zorluydu. Evet, Ayça ile Ayla’nın etrafındaki çocuklar da hep söylenilen ama tam olarak da neye işaret ettiği belli olmayan çocukların acımasızlığından nasibini almıştı.
Kazadan sonra bütün bu anlatılanlar üç aşağı beş yukarı herkes tarafından öngörülebilir. Talihsiz olayları yaşayan, onlara maruz kalan insanların bu olayı olabildiğince gerçekçi bir şekilde göğüsleme olgunluğu gösterdiği sayılıdır. Olmamış gibi yapmak, yokmuş gibi davranmak, olanları aza indirerek baş etmeye çalışmak daha sık gözlemlenebilir. Çocukların birbiri ile dalga geçtikleri, birbirlerine ve etraflarına karşı vahşileşmeleri söylene söylene kanıksanmıştır. Engelli bir insanın topluma karışması onun topluma nasıl dahil olacağı ve bunu mümkün kılacak aracılar ve yapılanmalar olmaksızın bu durumun fazlaca zorlayıcı olacağı da aklı başında, hayata ve insana biraz dokunmuş herkesçe düşünülebilir. Ancak Ayla’nın topal kalmasının üzerinde hiç durmaması çoğu insan tarafından şaşırtıcı bulunabilir. Ayla kazadan sonra kazadan önce nasılsa bedeni imkân verdiğince o şekilde davranmaya devam etti. Bedeninin imkân vermediği yerde bedeni buna imkân vermediği için öfkelenmek yerine bedeninin ona dayattığı sınırlara uyum sağladı. Ayla’nın durum ile uyumlanmasının, kabullenişinin bilinçli bir tercih mi yoksa bir mizaç meselesi mi ya da başkaca bir eğilimin sonucu mu olduğunu kesin olarak söylemek oldukça güç. Belki gerçekten de insanların doğuştan da getirdikleri bir mizaçları vardır. Ağlamadı, isyan etmedi, şikâyet etmedi. Ancak kazanın ardında bıraktıklarının onu rahatsız eden bir boyutu yok değildi. Bütün bacağında boylu boyuna uzanan yara izine karşı kuvvetli bir sevmezlik hissine sahipti. Bu yara izi o büyüdükçe küçülmedi, ilk ameliyatını takip eden başkaca ameliyatlar olması gerekti. Etek ve şort giymekten nefret etti, mayo bikini giymeyi kesinlikle reddettiğinden uzunca bir süre denize ya da havuza girmedi. Yine de arada ailecek gittikleri tatillerde sahilde gölgede şezlongda otururdu. Lisenin ilk yılını tamamladıktan sonraki yaz olmalıydı. Yine gölgede şezlongunda oturup uzaktan etrafı izlerken bir adam gözüne çarptı. Adam hem ondan hem Ayça’dan yaş olarak büyüktü. Sırtında iki omzuna yaslanan bir kartal figürünün dövmesi vardı. Ayla adama çarpıldığından dolayı mı dövmelerle ilgilenmeye başladı, dövme dikkatini çektiği için mi adamdan gözlerini alamadı kimsenin çözemediği bir şeydi ancak o günden sonra onda engellenemez bir dövme aşkı baş gösterdi. Farklı dövmelerin görsellerini buluyor, çıktılarını alıyor, bu görselleri kesip yapıştırıp farklı dövmeler elde ediyordu. İlgisi dövmelerin görselliği ile de sınırlı kalmadı. Bu konuya ilişkin bulabildiği her türlü yazıyı da okudu. Dövme yaptırmak için ısrar etmeye başladı. Kimse oralı olmayınca ilk defa yaşadığı kazayı kendi istediği şeyi elde etmek için öne sürüp, kullandı. İstediğini de aldı. Yara izinin üstünü yavaş yavaş renk renk ortanca, şakayık, leylak, dağ lalesi, lotus, manolya, zambak çiçekleri ile döşemeye başladı. Bunları, bacağını dolanarak saran bir sarmaşık etrafında serpiştirtiyordu. Yara izini üstü örtüldüğünde de durmadı. Parça parça yaptırdığı dövmeler bütün bacağını kapladı. Daha sonra herkesten gizleyerek biriktirdiği bütün parasını bacağındaki dövmesini sağ kalçasından devam ettirerek bütün sırtını kaplayacak şekilde genişletmek için harcadı. Bu gösterişli dövmede ortancaların canlılığı göze çarpıyordu. O zaman ortaya çıktı ki kazadan sonra eve geldiğinde hep pencereden dışarı bakmasının sebebi ortancalara olan düşkünlüğüymüş. Kazadan sonra yatağının yanındaki pencereden huzur ve sükunetle neredeyse bütün gün pencerenin az ilerisinde öbeklenmiş pembe, mavi, kırmızı, beyaz, eflatun ortancaları izleyip, incelermiş. Ayla ortancalara düşkündü. Ortancalarla ilişkisini bu düşkünlük üzerinden tanımlardı. Bacağındaki yara izinin dövme ile kaplanması ancak daha henüz sırtına sıçramadığı günlerle birlikte şort ve etek giymeye başladı Ayla. Ve de evden kaçmaya. Bir yaz gecesi sabaha karşı eve döndü. Kapıyı ona Ayça açtı, sessizce odalarına geçtiler. Yüzü pencereye dönük yatağa girmeden önce vurgusuz bir şekilde “O dövmeli çocuklaydım.” dedi. Kıyafetlerini bile çıkarmadan yatağına yatıp, hemen uykuya daldı.
Ayça’nın üniversite sınavını bir sene kazanamadığı için bir sonraki sene birlikte üniversiteyi kazanıp iki ayrı odası kısa bir koridor ve küçük bir salonu olan bir eve çıktılar. Apartmanın en üst katında olduğundan havalar ısınınca bunaltıcı derece sıcak olan, kışın da ısınmak bilmeyen bir daire. Eve ilk kez birkaç arkadaşını çağıran Ayça oldu. Ayla odasından uzunca bir süre çıkmadı. Daha sonra salonun kapısına gelip sessizce dikilerek Ayça ve misafirlerine baktı. Ayça’nın eve davet ettiği arkadaşlarından birinde bütün kolunu kaplayan farklı geometrik şekillerle yapılmış bir dövme vardı. Ayla çocuğa doğru ilerledi. Kendini tanıtıp yanına oturdu. Bütün gece çocukla oturdu. Herkes gittiğinde Ayça, Ayla ve çocuk kaldılar. Ayça konuşmaların dışında kaldıkça fazlalık olduğunu fark etti. Odasına çekildi. Bir süre sonra tuvaleti geldiği için kalktı. Salondan konuşma sesi gelmiyordu ama ışığı açıktı. Salona doğru ilerledi. İçeride kimsenin olmadığını görünce ışığı kapadı. Tuvalete yöneldi. Ayla’nın odası tam tuvaletin karşısındaydı. Penceresinden sızan ay ışığı hafif aralık kapıdan koridoru aydınlatıyordu. Ayça, düşünmeksizin Ayla’nın kapısına yöneldi. Kolu dövmeli çocuk Ayla’nın altında yüzüstü şekilde yatıyordu. Ayla adamın üstünde sırtı adamın suratına dönük, gözleri kapalı yüzü tavana doğru şekilde yavaş yavaş inip kalkıp, hafif inleyerek soluyordu. Adam aylanın sırtını dokunuyordu. Ayla’nın dövmelerini, sırtındaki çiçekleri okşar gibiydi. Sanki Ayla da bir eliyle adamın kolundaki dövmeye dokunup, okşuyordu. Ayla bir anda başını indirip hızla kapının aralığına doğru çevirdi. Ayça nefesini tutup parmak uçlarında uçarak odasına doğru gidip, son hız yatağına yattı. Tuvalet faslını sabaha ertelemeye karar verdi. Sabah karşı gözünü açtığında irkildi. Ayla tepesinde dikiliyordu. Uyuyamadığını söyleyip yanında yatıp yatamayacağını sordu. Ayça yatabileceğini söyleyince örtüyü kaldırıp yatağa girdi, Ayla sırtını Ayça’ya dönüp derin derin nefes almaya başladı. Ayça arkasından Ayla’ya sarıldı. Sabaha kadar az bir vakit sarmaş dolaş uyudular. Ertesi gün Ayla, Ayça’ya “Akşam sen bir ara benim kapımın önünde miydin?” diye sordu. Ayça telaşla “Yo, ben hiç kalkmadım akşam.” diye cevap verdi. Ayla “O zaman salonun ışıklarını kim kapadı? Odama geçerken açık olduğuna eminim.” dedi. Ayça tek bir solukta “Belki kapadın da hatırlamıyorsundur.” dedi. Ayla kaşlarını çatarak kısa bir an Ayça’nın yüzünü süzdü, dudakları bir şey diyecekmişçesine kıpırdadı ama hiçbir şey söylemedi. Anahtarını alıp, kapıdan çıktı.
Ayça o geceden dolayı tam anlamı ile ne hissettiğini çözemedi. Ayla’nın da olayın üstüne gitmemesini aralarındaki sessiz bir anlaşma gibi algıladı. Bu adeta çocukken ortaklaşa olarak icra edip birlikte üzerine sustukları şeylerden biri gibiydi. Belki bu da yakınlığın veya düşkünlüğün kendini ifade ettiği farklı yüzlerinden biridir. Ayça daha düzenli olarak yeni insanlarla tanışıp daha sık olarak evde küçük toplaşmalar düzenlemeye başladı. Her gruba dövmesi olan bir çocuğun dahil olmasını garantiledi. Ayla yaz kış evde şortla geziyordu. Sakat bacağını hafifçe sürüyerek dövmesini gururla gösteriyordu. Eğer eve gelen dövmeli misafirin dövmesi kıyafetleri sebebi ile gözükmüyorsa Ayla odasından çıkıp salona uğradığında Ayça mutlaka çocuktan ve dövmesinden bahsediyordu. Ayla böylece kimle konuşması, kimle ilgilenmesi gerektiğini anlıyordu. Ayla çocukla odasına geçerken salonun ışığını açık bırakıyordu. Odasının kapısını da aralık. Ayça tuvalet için kalkarmış gibi yapıp, salonun ışığını kapayıp, usulca Ayla’nın aralık oda kapısı önüne geçerdi. Ayla’nın yüzü kapıdan yana dönük olsa bile gözleri hep kapalı olurdu. Ayça, Ayla’nın adamlarla hiç yüz yüze olduğuna denk gelmedi. Adamlarla yüz yüze gelmeye en yakın olduğu zamanlar adamların bacağındaki dövmenin ön kısmına ilgi gösterdiği zamanlardı. Ya da adamların dövmesi gövdelerinin ön tarafındaysa ve Ayla bu dövmelere ilgi göstermeye karar verip, ilgilendiğindeydi. Adamlarla öpüştüğünü de hiç görmedi. Adamların üstünde sırtı onların yüzüne dönük şekilde sevişmeyi tercih ediyordu sanki. Bazen yan yatar ve adam da aynı şekilde arkasından ona sarılarak onun içine girerdi. Bazen de dizleri ve dirsekleri üzerinde durur ve yine adamların arkasında olmasını sağlardı. Bazen adamlar oturur pozisyondayken kucaklarına ters oturup kalçasına iyice adamın kasıklarına bastırarak sevişirdi. Hiçbir zaman acele etmez hep yavaş yavaş sevişirdi. Ayça bir tek adamla bir an için yüz yüze geldiğini gördü Ayla’nın. Adamın üstüne ters değil de düz oturdu kısa bir an. O adamın diğerlerinden farkı neydi diye düşündüğünde bulabildiği tek cevap adamın bütün bedeninin dövmeyle kaplı olmasıydı. Bu gecelerin hepsinde sabah doğru Ayla, Ayça’nın odasına gelirdi. Artık Ayça’ya sormaksızın örtüyü kaldırır, sırtı Ayça’ya sırtı dönük olarak onun yanına yatardı. Ayla’nın yatağa yatması ile Ayça’nın uykusu hafifçe bölünür uyku uyanıklık arasında dönüp Ayla’ya sırtından sarılır sabaha kadar kısa bir süre öylece uyurlardı.
Her ne kadar sık sık birlikte uyusalar da Ayça, Ayla’nın gittikçe uzaklaştığını hissediyordu. Eve birileri gelmediği sürece odasından çıkmıyor Ayça odasına gidip onunla konuşmaya çalıştığında onu başından savıyordu. Okulda da yalnız başına ayağına sürüye sürüye gezip uygun bulduğu köşelerde hep bir şeyler okuyor ya da müzik dinliyordu. Bir ders çıkışı Ayça, Ayla’nın her zamankinden farklı olarak onu beklemeden okuldan çıkıp eve gittiğini öğrendi. Ayla’nın tek başına olmadığını yanında arkadaşı olduğunu da söylediler. Ayça, hangi arkadaşı olduğunu sorduğunda onun her yanı dövmeli adamla olduğunu öğrendi. Ayça’nın içini korkunç bir endişe kapladı. Sanki eve getirdiği insanlar yabancı insanlar değil, o ana kadar Ayla’nın seviştiği adamları kendi odasında tek başına bırakıp ikisinin aynı odada uyumasının hiçbir tehlikesi yokmuş da şu an için Ayça olmadan evde başkası ile olması bir tehlike teşkil ediyormuş gibi. Elleri soğuk soğuk terliyor, kalbi kulaklarını sağır edercesine çarpıyordu. Buz kestiğini hissetti. Ya adam Ayla’ya zarar verirse ya onu istemediği bir şeye zorlarsa, ya evi soyarsa gibi türlü düşünceler girdabında koşarak okuldan çıktı. Cebindeki sayılı paraya rağmen taksiye bindi. Bir taraftan da Ayla’yı arıyordu. Telefon açılmadıkça kalbi daha da hızlanıp, nefesi daha da daralıyordu. Eve bir kilometre kadar yaklaştıklarında trafik tıkandı. Taksiden inip koşmaya başladı. Kalbi ağzında atıyor nefesi daha da tıkanıyordu ama koşmaya devam ediyordu. İki kez soluklanmak için durdu. İlkinde bedeni buz gibi olmasına rağmen yüzünün alev alev yandığını ayrıca çaresizliğini hissetti. Ağlamaya başladı. Hem koştu hem ağladı. İkinci durması zorunluluktandı. Apartmanın sokağının girişinde yol çalışması vardı ve parça parça kırılmış asfalt çayırlıktaki kayalıklar gibi yolda öbeklenmişti. Bunlardan irice bir tanesine takılıp yüzü koyun yere kapaklandı. Pantolonunun sağ kısmı yırtıldı, sağ dizi yarılmış ve sağ kaşı açılmıştı. Acıdan kısa bir süre inleyip ayağa kalkıp dizinin acısından sağ bacağını sürüyerek koşmaya devam etti. Apartmana vardığında asansörün en üst katta olduğunu gördü. Bekleyemedi. Kalan son gücü ile merdivenleri koşarak çıktı. Neredeyse hiç nefes alamıyordu. Evin kapısının önüne yığıldı. İlk soluklanmasında avazı çıktığı kadar “Ayla!!” diye bağırdı ve kapıya doğru dönüp kapıyı yumruklamaya başladı. Ayla şortuyla kapıya açtı. Ayça’ya hayretle baktı. “Bu halin nedir?” diye sordu. “Beni beklemeden çıkmışsın hem de o adamla. Başına bir şey gelecek diye çok korktum.” diye soluk soluğa cevap verdi Ayça. “Telefonunu da duymayınca” diye ekledi. Ayla, Ayça’nın yüzüne kaşlarını çatarak kısa bir an baktı bir şeyler söyleyecek gibi dudaklarını kıpırdattı. Duraksadı. Söyleyecek bir şey bulamadığı için mi yoksa söyleyeceklerinden vazgeçtiği için mi duraksadığı bilinmez. Kapıyı açık bırakıp, içeri ecza dolabına doğru bacağını sürüyerek ilerlerken “Her şeyi çok büyütüyorsun Ayça, hep öyleydin ve korkarım hep de öyle olacaksın” diye fısıldadı. Ayça onu duymadı. Soluklanmaya çalışmakla meşguldü.
[1] Visual Diary, benim zaman içinde arşivlediğim görselleri ikili-üçlü montajlayarak sosyal medyadan gün gün paylaştığım bir projeydi. Halen ara ara arşivlediğim görselleri montajlayarak paylaşmaya devam ediyorum. Ancak ilk başta otuz gün olarak planlayıp otuz gün boyunca paylaştım. O otuz günlük deneyime ilişkin yazdığım nota https://lalhitay.wordpress.com/2022/02/24/30-gunluk-ve-kucuk-hareketliligin-sonu-visualdiarynin-dusundurdukleri-kendime-not/linkinden ulaşılabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder