Ellen G. Friedman
Gramercy Park Hotel, New York, 1 Şubat 1988
ELLEN G. FRIEDMAN: Don Quixote başlıklı romanınızla başlamak isterim. Don Quixote’nin II. Bölümü’nün girişindeki okuma şöyledir: "Don Kişot öldüğü için artık konuşamaz. Erkek bir dünyanın içine doğduğu için kendine ait bir dili yoktur. Bütün yapabildiği, kendine ait olmayan, erkeklerin metinleri okumaktı.” Parodileriniz ve intihalci (başkalarının yazdıkları metinler üzerine çalışan) yazınınızda erkek metinler okuyan Don Quixote siz misiniz?
KATHY ACKER: Benimle Don Quixote arasında ironik denecek bir mesafe var ama bu noktada onun ben olduğumu söyleyebilirim.
EGF: Don Quixote okumasında, siz Don Quixote’yi okuyan kadınsınız. Bu dili kadınlara uyarlamanın bir yolu mu?
KA: Tam öyle değil. Don Quixote’nin orijinal kopyası da vardı elimde. Sanki bir şaka gibi başladı, basitçe erkekleri kadın yapıp ne olacağını görmek istedim. Bu basit ve direk dürtünün ötesinde bir şey düşünmemiştim. Ne zaman “ben”, benim ve ben değilim” gibi deyişler kullansam, biraz da tiyatrodaki gibi olur: Ben bir aktristim ve bu da benim rolüm.
EGF: Bu çalışmada fazla bir dozda açık feminizm mevcut. Eril metinleri uyarlıyorsunuz ve çalışmanın konusu bu oluyor. Eserlerinizin bu boyutu hakkında yorum yapmak isterim.
KA: Don Quixote’yi yaparken, aslında bir Sherrie Levine resmi yapmak istedim. Sherrie’nin işleri beni büyüler.
EGF: Sherrie’nin işlerinde sizi büyüleyen ne?
KA: Benim ilgimi çeken hiç bir gerekçe olmadan bir şeyi kopyalarken ne olduğu -Sherrie’nin bunu yaparken kuramsal bir gerekçesi olmadığını söylemek istemiyorum- ama beni büyüleyen şey bu basit kopyalama eyleminin kendisi. Düzyazıda buna benzer bir şey yapıp yapamayacağımı görmek istedim. Başka bir bakış açısıyla intihalciliğe geldim, şizofreni ve kimliği keşfederek. Saf bir intihalciliğin neye benzeyeceğini görmek istedim çünkü temelde ondan neden bu kadar büyülendiğimi anlamamıştım. Don Quixote’yi konu olarak seçmem şans eseri oldu. Biraz da rastlantısal olduğunu düşünüyorum, belki de erkek metni olduğu için bilinçli bir rastlantıydı. Ben hep kız okullarına gittim. Feminizmi ilk duyduğumda kolejdeydim. Büyüyüp bu toplumun ne kadar cinsiyetçi olduğunu fark edene kadar feminizm hakkında hiç düşünmedim. Don Quixote‘nin birkaç yerinde Andrea Dworkin’le uğraşıyor olsam da, bilinçli bir şekilde feminist olarak yazmıyorum ben. Don Quixote ‘de Andrea Dworkin’e karşı bir saldırım var, kesinlikle şahsi değil (doğrusu onu bir kere TV’de görmüştüm ve feminizmi savunuşuna hayran kalmıştım), onun dünyadaki bütün kötülüklerden erkeklerin sorumlu olduğuna dair ikili argümanıydı benim saldırımın hedefi. Onun düşünceleri cinsiyetçiliği de aşıyordu. Cinsel ilişkideki gidip gelme eylemini suçluyordu. Bunu sadece çılgınca değil, tehlikeli de buldum. Dünyada bunca problem varken, böylesi bir görüş feminizmi ileriye götürmeyecektir. “Evet, ben bir kadınım, bir feministim ve bir erkeğin yazdığı metni uyarlayayım” gibi bir kuralım yok benim. Yaptığım şey, yazdıktan sonra onu bir çerçeveye oturtmak. Başta alıntıladığınız bölüm “Ben bütün bu metinleri neden yazdım?” sorusuna bir cevap olarak çıktı. Doğrusu, Don Quixote’nin ikinci bölümünü Sherrie Levine tarzı bir şevkle önce metinleri tekrar yazarak yaptım. Birinci ve üçüncü bölümleri daha sonra yazdım. Lulu kısmı Pete Brooks’un bir oyunundandı. Daha öncesinde de Leopardi kısmını yapmıştım sanırım. Sonra da kürtaj oldum. Kürtaj olmayı beklerken, Don Quixote ‘yi okuyordum. Çok düşünmeden aslında öyle bir anda Don Quixote’yi kopyalamaya başladım. Sonradan parçaların bir araya nasıl geleceğini düşündüm. Don Quixote’nin diğer kitaplarımdan daha çok bir erkek yapıt uyarlaması olduğunu fark ettim ve özellikle orta kısım kadın olarak sesimi bulmanın çabasını fazlasıyla yansıtıyor. Feminizm her ne olursa olsun, her zaman insanın aklına bir fikir daha gelebilir ve bu feminizmi hiçbir şekilde geçersiz kılmaz. Ben bir feministim demiyorum bu nedenle istediğimi yapacağım. İnsanların benim işlerimle ilgili en büyük şikayeti, ahlaki ve ideolojik bir gelenekten beslenmemem. Ben malzemeleri seçiyorum ancak sonunda o yazıyla ne yapabileceğimi bulabiliyorum. Mesela Blood and Guts in High School‘u yazarken onun özellikle eril karşıtı olduğunu hiç düşünmedim ama insanların bu kitap yüzünden çok keyifleri kaçtı. Yazarken aklımda geleneksel bir anlatı kuruyordum. O sırada sevimli olduğunu düşünmüştüm ama tabii ki değildi.
EGF: Ben bunu tanımlamak için sevimli sıfatını kullanmazdım herhalde.
KA: Çocuklar hakkındaydı ve çocuklar da sevimlidir. Ben onu yazarken çocuk oldum sanki. Sorununuzu cevaplamanın dolaylı yolu oldu bu.
EGF: Şizofreni ve plagiarizme gelirsek…İntihalciliğin sizin orijinal yolunuz olduğunu söylediniz.
KA: İlk yazmaya başladığım zamanlar, şiirden etkilenmiştim, özellikle Black Mountain şiir ekolünden, bunun için de o kitapta biraz şiir de var. Kendi aracımı bulmaya çalışıyordum.Kitabın orta bölümü beni çok ilgilendiriyor çünkü o sırada bir seks şov’da çalışıyordum ve bu orta bölüm tamamıyla seks şovları ve seks şovları günlükleriyle dolu. Burroughs’dan çok etkilenmiştim, hem Burroughs, hem de seks şov günlükleri aracılığıyla sanki “”üçüncü aklımla” yazıyordum. Seksin eğlenceli olduğu, herkesin herkesle yattığı hippi dönemlerimdi. 42. Cadde’den bakan yeni bir bakış açım olmuştu. Politize olmuştum.
EGF: Burroughs‘un üzerinizdeki etkisinden bahsettiniz.
KA: O benim ilk göz ağrım.
EGF: Burroughs’da neye hayran olduğunuzu ve ondan neyi aldığınızı söyleyebilir misiniz?
KA: Ben şiir dünyasından geliyorum. Black Mountain’da okudum, Charles Olson, Jerry Rothenberg ve David Antin öğretmenlerimdi. Ama ben şiir yazmak istemedim. Düzyazı yazmak istiyordum ama çevremde benim etkilendiğim şairlerin tarzında düzyazı yazan kimse yoktu. Dertleri hiçbir şekilde anlatımcı olmak değildi zaten. Nesir yazarı ne kadar anlatımcı tarzdan uzak olsa da ki anlatımcılık gelenekseldir, yine de anlatımla uğraşmak zorundadır. Yani okuyucu A'dan Z’ye gitmek zorundadır ve bu da zaman alır ve bu anlatımcılığı ister. Bundan kaçmanın bir yolu yok, biçim bu.
EGF: Ve bu durumda da Burroughs size doğal mı göründü?
KA: Sadece Burroughs ve Kerouac vardı. Kerouac okumayı çok severim, ancak Burroughs çok daha entelektüeldir. Politik bir metinde dilin nasıl kullanıldığını veya kötüye kullanıldığını bilir. Beni ilgilendiren de buydu. “The Third mind” kitabından bahsedersek, kadınlarla olan ilişkisi benim için eserin tümüne göre ikinci planda geliyordu. Aynı zamanda da hayatımın her yönünü dahil edebileceğim bir yol arıyordum. O sıralar da St. Mark’ın şair insanlarıyla bağlantıdaydım. Bir yanda üst orta sınıf şairler, öbür yanda 42. Cadde’nin kabalıkları vardı. Bu hayatımın iki yakasını çok birleşmez görünseler de birleştirmeyi istiyordum. İkiye bölünmüş gibiydim. Tabii ki bağlantılar politikti.
EGF: İki taraf arasında politik bir bağlantı mı vardı?
KA: Aralarındaki tek bağ politik bağlamlarından geliyordu. Politika bu sapmanın nedeniydi.Sınıf ve aynı zamanda cinsiyetçilik sorunuydu. O zamanki şiir dünyası ikisini de reddediyordu. Cinsiyetçilik konu edilmiyor, sınıfa hele unut gitsin gibi bakılıyordu. Para ise nasılsa hepimiz açlıktan ölen hippilerdik, haha. Benim para için seks şov yapmam kabul edilebilir değildi, özgür aşk retoriğinden tutturuyordum. Warhol da bu yakınsamayla ilgiliydi. 42. Cadde’den tanıdığım Warhol tayfası vardı ve bir tek onun grubu hiç taraf değiştirmedi …Warhol abartılı sekse, transeksüellere, striptizcilere, v.b düşkündü.
EGF: Sizi 42. Cadde’ye çeken ne oldu? Bahsettiğiniz politik durum neydi?
KA: Yo, hayır. Sadece paraya ihtiyacım vardı. Üniversiteden ayrılmıştım ve gidecek bir yerim yoktu.
EGF: Nerede okudunuz?
KA: Brandeis’da, UCSD’da ve bir sürede CCNY ve NYU’de.
EGF: İlk çalışmalarınızdan konuşuyorduk.
KA: Gerçekten herkese ilk gösterdiğim çalışmam The Childlike Life of the Black Tarantula by the Black Tarantula’ydı..
EGF:Ya şizofreni?
KA: Şizofreniye gelirsek: Black Tarantula’da çok fazla otobiyografik malzeme kullandım. Otobiyografik malzemeleri öyle bir yerleştirdim ki otobiyografik olmaktan çıktı.Asıl konu kimlik konusuydu, Tarantula’yla başlayıp Toulouse [The Adult Life of Toulouse Lautrec by Henri Toulouse Lautrec]’yla devam eden üçlemenin esas konusu buydu. Daha sonraları kimlik problemine karşı ilgimi yitirdim. Problem benim için bu üçlemede çözülmüştü. Daha sonra intihalcilikle-başkalarının yazdıkları metinler üzerine çalışmak- ilgilenmeye başladım.
EGF: Üçlemenin içindekiler neler?
KA: The Childlike Life of the Black Tarantula by the Black Tarantula, I Dreamt I Was a Nymphomaniac, and Toulouse Lautrec.
EGF: Ve bu üçleme kimlikle mi ilgili? Tarantula’da sürekli olarak “ben”in başkalaşması var. Çok istikrarsız bir “ben”.
KA: Tarantula’daki deney çok basitti. “ben” ile ilk karşılaşan okuyucu için ben, otobiyografik olan “ben”dir. Daha sonra o “ben” daha başka ve otobiyografik olmayan bir niteliğe bürünür ve kademe kademe “ben”i çevreleyen parantezler çözülür ve kimlikle yaptığım deney buradan ilerler. Nymphomaniac’ta dilin nasıl çalıştığını hiç düşünmemiş olduğumu bir anda fark ettim. Böylece dilin muayyen bir problemin parametreleri içinde nasıl işlediğini keşfetmeye başladım. Hafıza ve tekrar üzerine çalışmaya başladım. Okuyucu nasıl hatırlar ya da bir şeyi sürekli ve arka arkaya tekrar ettiğinizde nasıl hatırlar? En iyi kurulmuş mantıklı metinlerde dil ve hafıza bir arada nasıl çalışır?
EGF: Books in Print ‘in (yayımlanmış kitaplar) kitaplarınızı iki kere listelediğini biliyor musunuz? Black Tarantula’nın Black Tarantula isimli bir yazar tarafından yazıldığı bir liste ve sonra Black Tarantula ‘nın Kathy Acker tarafından yazıldığını gösteren başka bir liste . Toulouse için de aynı şey geçerli.
KA: O günlerde performansla ilgili çok şey yapmıştık. Birbirimiz için performans yapıyorduk. Aynı damardandı bu da. Black Tarantula’yı telefon rehberine koymuştum. Kadın sanatının çoğu kimlik ve performansla ilişkiliydi.O dönemki sanat partilerinde karşı cinsin giysileri giyilirdi sıklıkla ve kimlik ve toplumsal cinsiyet üzerine oyunlar oynanırdı.
EGF: Don Quixote’ye dönelim. Tabii ki biliyorsunuzdur ama Borges’in de kendi Don Quixote öyküsü var. Siz Cervantes ve Borges’le, ikisiyle birden mi oynuyordunuz?
KA: Tam öyle değil. Don Quixote’nin sonunu yazmaya çok yakınken okumuştum Borges’in öyküsünü.
EGF: Dilbilimle derdi olan bir alıntı yapalım Don Quixote’den: " Kendi işimden bahsedebileceğim bir dil sunmasıydı, bana verdiği buydu. Ondan önce yaptığımı tartışmanın bir yolu yoktu. Tabii ki yaptım ve bu şekilde çalışan arkadaşlarım da vardı ama birbirimizle konuşamıyorduk (54). Bu ifadede gerçeklik payı var mı?
KA: Sanat dünyası içinde çok yalnız hissediyordum. Punk hareketi ortaya çıkan kadar işim hakkında kimseyle konuşamıyordum. Sonra nasıl oldu, hangi sihir gerçekleşti bilmiyorum ama birdenbire herkes birlikte aynı dizelere çalışır oldu. Ama yine de ne yaptığımızı birbirimize tam olarak da anlatamıyorduk. Pasolini ve Bataille’in yapıtları bizi büyülüyordu ama neden ve nasıl olduğunu söyleyemiyorduk. Ve Sylvere Lotringer New York’a geldi. Onun eğitmenleri Felix Guattari, Gilles Deleuze ve bir bakıma Foucault’ydu. “Semiyotik” kelimesini bu yüzden kullanmak istemedim çünkü biraz hatalı. Tam Derridacı olmasa da ona eşdeğer bir manzaraya bakmak için gelmişti New York’a. Karşılaştığı ise sanat dünyasıydı, özellikle bizim grup, punkın bir çeşit şubesi gibiydik.
EGF: Sizin grubunuzda kimler vardı?
KA: Şu an Bomb’u yapan arkadaşlarım Betsy Sussler, Michael McClark, Robin Winters, Seth Tillett vardı. Mud Club’ı başlatan insanlar bunlar. X, Mars ve the Erasers gibi müzik grupları oluşuyordu. Richard Held ve Lydia Lunch ile bağı olan gruplardı. Daha çok da THA Contortions ile.Karşılaştığı aslında karışmış bir insan topluluğuydu. Sylvere sanatçı partilerinde dolanmaya başladı.
Foucault ve Baudrillard hakkında hiç bir şey bilmiyordum ben. Beni onlarla, onları herkesle tanıştıran oydu. Ama akademik bir bakış açısından olmuyordu bunlar, ama Lacancı ya da Derridacı bir bakış da değildi. Daha politikti. Sylvere Semiotext(e)'in İtalyan versiyonunu yazdığında, Autonomia ile çok sıkı bağları vardı ve çok politikti. Fransa’ya gittiğimde arkadaşlarım Değişim üzerine çalışıyorlardı. Bifo ve Radio Alice ile bağlantıları vardı. İlk defa olarak birbirimizle ne yaptığımızı konuşabildik. Benim için esas olan merkeziyetçiliği kırmaktı ve Don Quixote’de bu teorilerle uğraştım.
EGF: Empire of the Senseless senin için yeni bir yön gösterir görünüyor. Mesela, plagiarizm burada o kadar açık değil.
KA: Empire yeni bir yön ancak onu yazmak için bir sürü metin kullandım, aslında intihal daha örtülü, gizli. Kitabın neredeyse tamamı başka metinlerden alıntı.
EGF: Hangi başka metinler?
KA: Tonlarca başka metin kullandım-bazen bir cümle aldığım bile oldu. Bu konuda bayağı başarılı olduğumu biliyorsunuz. Sözgelimi bir sürü Genet var. Açılış bölümü William Gibson’ın kitabı Neuromancer’a dayanıyor. Ama sayfa sayfa başka metinler de adapte ettim aralara. Tam olarak söyleyemiyorum bile. Birinci bölüm oidipus kompleksi üzerine ve tabii ki bu yüzden de bir sürü Freud metni var içinde. İlk başta herkesi Freud’un hastalarının arkasından isimlendirecektim ama bunu bütün karakterlere uygulamadım. İlk faslın bütünü de Sade’dan alıntı çünkü oidipus kompleksinden bahsedeceksek o da de Sade’dır. Kötülüğü kişileştirmesi anlamında müthiş parlak biri ve aynı zamanda toplumda olan biteni de yansıtabiliyor. 2. bölümün ilk faslı ise, Haiti devrimi ve voodoo’yla ilgili. A Thousand and One Nights ve biraz da Genet var. Bu belirli metinleri seçmemin nedeni varmayı istediğim o yeri tanımlayan yazarlar olmaları. Empire’ın 3. bölümü ise, Huckleberry Finn’den. Özgürlük ve özgür olmayan bir yerde nasıl özgür yaşanacağını anlatan Amerikan metinlerinin belli başlılarından biri Huckleberry Finn.
http://www.centerforbookculture.org/ isimli siteden 26.08.2007 tarihinde alınmıştır.
Bu söyleşi, 1989 sonbaharında 9.3. sayısı
çıkan " The Review of Contemporary Fiction"da yayımlanmıştır.
ingilizceden çeviren: anita sezgener (cin ayşe sayı:1)
(2. bölüm)
Gramercy Park Hotel, New York City, 1 Şubat 1988
EGF: Empire‘daki yeni yönünüz nedir?
KA: Yaşanılası bir mitin arayışı. Amaç, Don Quixote’deki gibi, yapısökücümden ziyade yapıcı. Empire of the Senseless’ta en sevdiğim şey, karakterlerin canlı oluşu. Mesela, Blood and Guts’ta, Janey Smith daha karton bir tipti. Ama Abhor’la oturup yemek yiyebilirsiniz. Gene de beni ilgilendiren daha çok yapıydı, 3 bölümlü yapı. İlk bölüm ataerkil dünyaya bir ağıttı. Ataerkilliği ele alıp babayı her seviyede öldürmek istedim. Ve tabuyu ortaya çıkarıp kelimelere yedirerek kısmen yaptım bunu. Kitabın ikinci bölümüyse, ödipal faktörlerin belirleyici olmadığı ve tabuların artık tabu sayılmadığı bir toplumun nasıl olabileceğiyle ilgili. Tabusuz bir toplumun nasıl olabileceğini görmek için her tabuyu inceledim ya da en azından incelemeye çalıştım. Ne yazık ki, CIA engellediği için oraya ulaşamadım. Ulaşmak istedim ama bunu başaramadım. Son bölüm olan “Pirate Night” ise tabu olan bir topluma ulaşma isteğiyle ve bunun imkânsız olduğunun fark edilmesiyle ilgili. Burada CIA sembolik.
CIA neyin sembolü?
Kendinizi dünyadan soyutlayamayacağınızın sembolü. İki örnek vereyim: Hippi hareketi kendisini toplumdan soyutlayıp kendi yolunda giderek bir şeyleri iyileştirmeyi amaçlıyordu. Bu, ayrılıkçı feministler için de geçerli. Kendi grubunu oluşturuyorsun. Sonunda durumu biraz kıvama getirir gibi oluyorsun ama bunun başarılı olması olanaksız. Bu iki yol da yaşayabilir bir ayrılıkçı model değil. Bu imkânsız. Aynı şekilde fallosantrik mite göre yapılanmamış bir toplumu düşlemeye ya da bunu inşa etmeye çalışıyorsun. Yeryüzünde yaşıyorsan, bu imkânsız. İkinci bölümde yapmaya çalıştığım şey buydu ama CIA devreye girdip durdu. CIA sembolik derken bunu kastediyorum. Başka biri de olabilirdi. Ve böylece “Pirate Night” ile bitirdim, fallusa göre inşa edilmemiş bir topluma ya da yere ulaşamazsın. Yalnızlığın içide sıkışıp kalırsın, peki bu yalnızlık ve tecritle nasıl baş edeceksin? Üçüncü bölüm de bununla ilgili. Aynı zamanda bir mit arıyorum. Onu kimsenin aramadığı yerde arıyorum. İşte bu yüzden Pasolini ile bu kadar ilgileniyorum.
Mit hiç su yüzüne çıkmıyor mu?
Bana kalırsa, mit korsanlar.
Korsanlar mı?
Evet. Dövme gibi. Kitaptaki en olumlu şey dövme. İdareyi devralmakla, kendi göstergeni oluşturmakla ilgili. Burası için ne kadar doğrudur bilmem ama İngiltere’de dövme toplum dışına itildiğini düşünen belirli bir sınıfın ve belirli insanların bunu gösterme biçimi. Benim için dövme yaptırmanın çok derin bir anlamı var. Bedenin ruhla buluşması; deri üzerindeki gerçek bir sanat. Hem somut hem değil ve de toplumdışının göstergesi. Yani mit aramak derken bunu kastediyorum; bu tarz insanlara dair; dövme sanatçılarına, denizclere, korsanlara dair bir mit.
Onlar toplumdışını mı temsil ediyorlar?
Sadece toplumdışılardan değil -onlar serseri de olabilirler- aynı zamanda kendi göstergelerini kendi elleriyle oluşturmaya başlayanlardan söz ediyorum. Onlar, yarattıkları göstergenin ne anlama geldiğinin bilincinde; gerçekten değerleri gösteriyorlar.
Kitaptaki kelime oyunları mükemmel, "dövme" [tatoo] ile "tabu" [taboo] arasındaki mesela. Size dövme yapmakla ilgili sormak istediğim bir şey var: Dövmeci, bir yazar imgesi mi?
Hayır. Dövmeci, dövme yapan imgesi. Aslında çok açık, dövmeci yalnızca dövmeci, benim dövmecim. Benim de fazlasıyla dövmem var.
Ama dövme yapan için gösterge yapan diyordunuz demin.
Yazar da aynı şeyi yapabilir. Beden ve dil arasındaki ilişki beni büyülüyor. Henüz çok kişi bunu çalışmaya başlamadı; ben dövmenin somut yönüyle ilgileniyorum. Bu konu çok da fazla insanın çalıştığı bir konu değil. Pierre Guyotat’a hayranım, çünkü bedeni bir metin olarak ele alıyor. Şu “Yazarak mastürbasyon yapıyorum” meselesi. İyi erotik metin örnekleri –pornografik olanları kastetmiyorum, onlar çok farklı- bedene çok yakın, arzuyu takip ediyorlar. Yazar için bu her zaman geçerli değil, ama dövmeci için geçerli; dövemci bedeni takip etmek zorunda. Dövmenin aracı bedendir. Eğer değer arıyorsanız, gerçek değerin temeli budur. Oysa bugünkü değerlerin temelinde politikadan başka gerçeklik yok, mesela dinde, özellikle aşırı protestan hareketlerde. Bu artık hastalıklı bir hâl aldı. Alışveriş merkezlerinden dine kadar Amerika’daki her şey bu hissi veriyor bana. Çok hastalıklı. Gerçek değil.
Amerika Birleşik Devletleri’ni neden terk ettiniz?
Param yetmiyordu.
Londra’da daha mı iyisiniz?
Bence Londra’da olmak bir yazar için daha iyi. Orada kabul edilmiş bir yazarım. Burada çok zor oldu, sanat dünyasının misafir üyesine benzer bir konumdaydım. Gerçekten New York’tan çıkmak istedim. Şimdi kırk yaşındayım. New York’tan ayrıldığımda otuz yediydim. Hayatım hiç değişmeyecekmiş gibi geliyordu. New York’ta hayatta kalmak, git gide daha hızlı dönen bir tekerleğin üzerindeki küçük farelerden biri olmak gibi bir şey. Çok ünlü olmam gerekti, hayatta kalabilmek için bir kartvizitim olmalıydı -film senaryoları yazmalıydım, yazarlar burada ne yapıyorlarsa onu yapmalıydım, popüler dergilerde yazmalıydım- yoksa sonum tanıdığım çoğu şairinki gibi olurdu; yoksulluğum gitgide amansız bir hâl alırdı. Ve ikisini de istemiyordum. İkisinin ortasını istiyordum. Ve buraya ulaşmanın mümkün olduğunu düşünmüyordum.
Londra’da mümkün mü?
Evet, gayet mümkün. Çok okuyan bir toplum ve paraya muhtaç olmuyorsun, dolayısıyla çalışabiliyorsun.
Londra’da üslubu size Amerika’dakilerden daha yakın olan bir yazarlar topluluğu var mı?
Hayır, galiba buradaki insanlara daha yakınım. Londra’da çok iyi arkadaşlarım var, ama en yakın olduğum insanlar buradakiler.
Eserlerini takip ettiğiniz çağdaş yazarlar var mı?
Mükemmel yazar arkadaşlarım var, Lynne Tillman ve Catherine Texier - kariyerlerini çok yakından takip ediyorum. Sara Schulman daha yeni After Dolores adında nefis bir romanını gönderdi. Ama İngiltere’deki feminist yazarlarla pek o kadar ilgilenmiyorum.
Fazla mı ideolojikler?
Hayır, fazla ideolojik değiller; bunu dert etmiyorum. Sadece toplumsal gerçekçiler, aşırı. “Kötü bir çekirdek evliliğim vardı ve artık mutlu bir lezbiyenim” tadında. Günlük gibi ve günlük bir yere varmaz. Ayrıca dille yeteri kadar uğraşmıyorlar.
Anlıyorum.
Bugünlerde daha çok Avrupa romanıyla ilgileniyorum. Pierre Guyotat’ın, Duras’nın eserleri ilgimi çekiyor. Violet Leduc’un bazı eserleri, Monique Wittig’in ilk dönemi, Beauvoir’in bazı eserleri, Nathalie Sarraute, Elsa Morante’nin yazıları var. Luisa Valenzuella’nın eserlerini seviyorum. Laure, inanılmaz bir kadın, Georges Bataille ile yaşamış üst sınıftan Fransız bir kadın. Harika bir yazar.
Pasolini’de Emily’den Charlotte’a mektuplar var. Bronte’unkiler neden?
Çünkü onlar Katolikti.
Katolik oldukları için mi?
Katolik olan herhangi bir şeydi önemli olan. Metni bütün bağlantılar nominalizme dayanacak biçimde kuruyordum da. Pasolini’nin çocukluğu da böyle; oğul/güneş [son/sun] kelime oyunu önem kazandı, oğulla ilgili herhangi bir şey, oğul Katolik, Pasolini de Katolikti.
Bu büyüleyici. Bundan biraz daha bahseder misiniz?
Kitabı böyle yapılandırdım. Muhtemelen okunabilecek bir şey değil ama yazmak beni büyüledi.
Hayır, hiç de değil. Benim en sevdiklerimden biri.
Fikir beni büyüledi. Bir daha asla yapmayacağım. Yapıda asla daha ileri gitmem. Kıtabı, nedensel olmayan farklı düzenlemelerle şekillendirmek istedim. Yine, ödipal yapıya karşı savaşıyordum.
Kitabın birinci bölümü Pasolini’nin ölümü, ikinci bölümü ise Pasolini’nin hayatı hakkında. Yani, ölüm ve hayata dair iki bölüm var. “Death”te onun cinayeti ve cinayetinin etrafındaki medya beni büyülemişti. Medyanın yaklaşımı şöyleydi: “Eşcinsel pornocu” kan dondurucu bir eşcinsel cinayetine kurban gitti. Davada her şeyin üstü örtülmüştü. Medyanın neden bu olayı sansasyona dönüştürdüğünü ve bundan ne gibi bir çıkarı olduğunu çok merak ediyordum. Her zaman adi bir suç kitabı yazmak istedim. Böyle yola çıktım. Pasolini cinayetinin Agatha Christie versiyonunu yazacaktım.
Agatha Christie versiyonunu mu?
Böyle yola çıktım.
Ama Agatha Christie’den çok farklı.
İlk okuduğum kitaplar anneminkilerdi. Annemin porno kitapları ve Agatha Christie kitapları vardı, 6 yaşındayken porno kitapları Agatha Christieler’in arasına saklardım. Onlar, çocukken okuduklarım en sevdiğim modellerim benim. Yazar olmamın gerçek sebebi bu –Agatha Christie tarzında kitaplar yazmak- ama kafam bulandı. Pasolini’nin ölümünün Agatha Christie versiyonunu yazacaktım. Ama planladığım gibi olmadı. Cinayeti çözmek için üç yol seçtim, politik olmayan bir yol olmasını istedim. Üç kategori aldım: seks, dil ve şiddet. Üç uygun kategori olmak zorundaydı. Bunu çözmenin yolu nominalizmden geçiyordu. Kategorileri belirler belirlemez her şey yoluna girdi. Seks kategorisini belirlediğimde, seksle ilgili olan her şey halloldu. Dil herhangi bir dil deneyiydi, o yüzden dil okulu teorisiyle oynadım. Sonunda hayatı ölümünden daha çok ilgimi çekmeye başladı. Cinayetini çözmeye giriştiğimde nasıl öldüğünü öğrenmedim, pek çok şeyin üzeri örtülmüştü. Ama ne kadar çokkatmanlı olduğunu öğrendim. Hayatı işinden ibaretti. Konusu daima beden malzemesiydi. İnsanların bedeni görmezden gelmesine izin vermedi hiç. Sanılanın aksine, bedeni istismar etmedi. Eserleriyle daha çok içli dışlı olmaya başladıkça, romanımın “My Life” bölümü daha önemli olmaya başladı. Benim kitabımda Pasolini’nin teorilerinin etkisi bilhassa önemlidir. O, türleri ayırmayı reddetti - film, şiir, eleştiri. Beden ile zihni ayırmayı reddetti. Yaşlandığında, kendi pornografik resimlerinin çekilmesini istedi.
İdeal okurunuz kim? Akademik okurları sever misiniz?
İdeal bir okur hayal etmiyorum. Kendim ve belki arkadaşlarım için yazıyorum. Gitgide daha çok halka açık okuma yapmama rağmen, hâlâ dinleyenlerin sıkılıp sıkılmadıklarını görmeye çalışıyorum. Dolayısıyla izleyicinin farkındayım. Eğlence unsuru olmalı gerçekten, yoksa erişilebilirlik çok sınırlı olur. O yüzden okurlarımla bu yolla ilgileniyorum. Akademisyenler… Akademi hakkında kafam karışık.
Siz de akademi kökenlisiniz?
Akademiden kesinlikle nefret ediyorum. İnsanların okuma zevkini yok eden fazlasıyla İngilizce bölümü gördüm. Bir şey bir kez akademik oldu mu, bu seviyeye taşınıyor - göstergebilim ve postmodernizm vakaları ortada. İlk karşılaştığım zaman, Foucault ve Deleuze’ün eserleri çok politikti, ekonomiye ne olduğuyla ve politik sistemi değiştirmekle ilgiliydi. Amerikan akademisi bunları çalışmaya başlar başlamaz, politika cehennemi boyladı. Bazı profesörler için kariyer yapma egzersizi oldu çıktı. Bildiğiniz gibi, bu da aynı şeyin devamından ibaret: Kültür, post-kapitalist toplumu ayakta tutmak için var, sanatın politikayla ilgisi olmadığı fikri sanatın sahip olduğu derin politik önemi gizlemek için inşa edilmiş mükemmel bir uydurma - imparatorluğun gerçek yapısı kadar temsiliyetini de ayakta tutmak için.
“Temsiliyet”le neyi kastediyorsunuz?
Sözgelimi İngiltere; her ne kadar bu gerçeği kabullenmeyi reddetseler de, artık bir imparatorlukları yok. Milton ve Shakespeare’leri var. Milton ve Shakespeare’e yönelik tavırlarının akıl almaz boyutta olduğu kesin. Birinin konuşma tarzı sınıfını gösterir. Milton ve Shakespeare’den konuşabilenler üst sınıftakiler. Bundan daha derin elbette. Okuryazar dünya popülist bir dünya olmalı, herhangi bir sınıfın kendini tartışabildiği bir dünya olmalı. Ama İngiltere’de edebi dünya sıkıca Oxford-Cambridge sistemine bağlı. Oxbridgeli olmayan hiç kimse bu dünyaya giremez. Bu yüzden onu kendinden üstteki sınıflar temsil eder. Ve Oxbridgeli olmayan sınıflar kendilerini ancak moda ya da rock’n roll alanında temsil eder. Yani iki İngiltere var: Biri moda ve rock’n roll ile temsil ediliyor, diğeri ise edebi temsiliyetle.
İngiltere için bu çok doğru ama Amerika için o kadar da değil.
Hayır, ama ben yine de burada da bir öğesinin olduğunu düşünüyorum.
Akademinin beslediği?
Evet.
O zaman deneysel ya da postmodernist bir kitabınız varsa...
Bazen “deneysel” kelimesinin bazı yazarların politik radikalliğini gizlemek için kullanıldığını düşünüyorum. “Deneysel” onlar, yani önemli falan değiller.
Yani marjinaller?
Bu toplum sanatçıları marjinalleştiriyor. “Aman işte sanatçı onlar, politikayla ilgileri yok.” “Deneysel” de bunun gibi – bir şeyleri söylemenin yolu. Şeyleri onların biçimiyle ifade etmekten nefret ediyorum. “Siktir, bok, yarak” demek istiyorum. Benim konuşma biçimim bu; ben böyle “senden nefret ediyorum” diyorum. Onların yaptığıysa deneysel olanı marjinalleştirmekten ibaret ve bu yüzden de “deneysel” kelimesinden nefret ediyorum. İnsanları köşeye sıkıştırmanın bir başka yolu bu.
New York’ta büyüdünüz?
Evet.
Manhattan?
Evet, 57. Cadde ve First Avenue’de.
Hiç evlendiniz mi?
İki kez evlendim. İkincisi 10 yıl önce bitti.
Çalışmalarınızda fark edilmeyen nedir?
“Deneyselcilik” kelimesini kullanacağım, dil ve postmodernizmle ilgili çalışmam için -çalışmam hakkında bu farkedildi- yani artık biraz biraz farkına varılıyor. Feministler benden nefret ederdi. Artık durum böyle değil. 10 yıl önce feministler beni lanetlenmişti. Ama şimdi İngiltere’de bile çalışmalarımda hoşlarına giden bir şey buluyorlar.
Burada, Amerika’da, feministler kesinlikle sizi övüyor.
İngiltere’de benim “kötü” bir yazar olduğumdan şikâyet ediliyor. Seks tamam ama edebi kültüre karşı oluşumu sakıncalı buluyorlar.
Kasıtlı olarak kötü bir yazar mısınız?
Tabii, kesinlikle –tüm sayfada “sidik, sik, bok” karalamaları- tabii ki. Bu edebiyat kurumunu dehşete düşürür. Bir radyo programına çıktığımda anonsu şöyle yaptılar: “Şimdi “Blood and Guts”ın yazarı Kathy Acker bizimle. O dünyanın en kötü insanı.”
Bu oldu mu gerçekten?
Tabii, tabii oldu, inanması zor olsa da. Bir defasında da, benimle röportaj yapan üst orta sınıftan bir kadın, “ Neden sürekli yoksulluktan bahsediyorsunuz?” diye sormuştu, ben de “Hep yoksuldum” dedim. İngiltere’de sınıf eşitsizliği gerçekten de telaffuz ediliyor, o yüzden beni bir ucube olarak ilan ediyorlar, onlar için bu rolü oynuyorum. Burada öyle değil.
Şu an ne üzerinde çalışıyorsunuz?
Şimdi üzerinde çalıştığım, üçte biri biten kitap Rimbaud’nun hayatı. Rimbaud’yu seçtim, çünkü beni kimin etkilediğini; hayalgücünün, düş kurmanın ve sanatın tarihini, sanatın toplumda nasıl politik önem taşıyabileceğini keşfetmek istedim. Bana göre, mirasını devraldığım nesillerden biri de Rimbaud’nun nesli. O yüzden Rimbaud’yu incelemek başladığım yere geri dönmekti benim için. Daha önce söylediğim gibi, o da beladan kurtulma yolunun mit olduğunu düşünüyordu.
Kaynak: The Review of Contemporary Fiction, Güz 1989, Cilt 9.3. (http://www.centerforbookculture.org adresinden erişilebilir, 26.08.2007
Çeviren: Özgül Akıncı (cin ayşe sayı:2)
2 yorum:
doğrusu bravo. kathy acker söyleşisine girişmek böyle... fanzini hiç görmedim maalesef ama buradan öğrendim çevirdiğinizi... fanzini de gözüm arayacak bundan böyle...
Nefis söyleşiyi okuma olanağı için Cin Ayşe'ye çok teşekkür.
Bu arada Süreyyya Evren'in son kitabı "Hiç kimseyi ilgilendirmeyen kişisel bir felaket" adlı güzel anlatıda Kathy Acker'e epey saygı duruşu, selam ve gönderi var.
Kathyseverler kaçırmamalı.
Yorum Gönder