14 Ağustos 2007

nabız - alıntılamak

Feminist Eleştiri 1960’larda Amerika’da, Ingiltere’de, Fransa’da toplumsal ve siyasal bir savaşım olarak yeniden canlanan genel feminist hareketin edebiyat alanına da kaydırılması sonucu çıktı ortaya. Deniyordu ki, edebiyat yapıtlarına bakıldığında, yalnız gerçek yaşamda değil romanlarda, şiirlerde, oyunlarda kadının aşağılandığı, horlandığı ve böylece ataerkil düzenin bu yoldan da desteklenip sürdürüldüğü görülür. Onun için feminist eleştiri, edebiyat yapıtlarında kadına karşı bu tutumu ortaya koymak amacıyla başladı, ama kısa zamanda başka sorunlara da yöneldi. Ayrıca Amerika, Fransa ve Ingiltere’de farklı sorunların vurgulandığını söyleyebiliriz. Amerika’da feminist yazınsal eleştiri daha çok üniversitelerde, kadın öğretim üyelerinin elinde gelişmiş ve kadının, okur ve yazar olarak yaşantısına eğilmiştir. Fransa’daki feministler ise yapısalcılıktan, Jacques Lacan’ın psikanaliz kuramından ve Jacques Derrida’dan yararlanarak daha soyut ve kuramsal çalışmalara yönelmişlerdir. İngiltere’de ise feminist eleştiri sosyalizmle bağıntılı olarak yürümüştür demek yanlış olmaz. Tabii bunlar, vurgulanan genel yaklaşımlardır, kesin sınırlar olduğu anlamına gelmez. Zaten bizim de burada yapmak istediğimiz, feminist eleştiriyi ülkelere göre değil, soruna yaklaşımlar bakımından ayırarak incelemek. Feminist eleştirmenlerin edebiyata iki ana yaklaşımları olduğunu söyleyebiliriz.
1. Okur olarak kadına yönelik.2. Yazar olarak kadına yönelik.

Feminist eleştiride 1. evre

Okur Olarak Kadına Yönelik Feminist Eleştiri:
Her kadın okurun edebiyat yapıtını bir kadın olarak okuduğu anlamına gelmez, çünkü bu bağlamda kadınlık biyolojik bir cins ayırımına dayanmaz; sonradan, kültürle kazanılan belli bir kadınlık bilincine dayanır. Kadın olarak okumak için dişi olmak yeterli değildir,
Okur olarak kadına yönelik eleştiri yönteminin amaçlarını şöyle özetleyebiliriz: Erkek yazarların yapıtlarına kadın okur gözüyle bakarak bu yapıtlarda sergilenen cinsel ideolojiyi, kadın imgelerini, klişe kadın tiplerini saptamak ve bunların feminist açıdan yorumunu ve eleştirisini yapmak.
Bu tür eleştirinin ilk örneklerini Simone de Beauvior’un La Deuxiéme Sex (1949) adlı yapıtında buluyoruz. Feminist hareketin çok şey borçlu olduğu ve Türkçeye Kadın başlığı altında çevrilen bu kitapta Simone de Beauvoir Marksçı bir yaklaşımla ataerkil toplumu eleştirirken Stendhal, D.H. Lawrence, Montherlant, Clodel, Breton gibi erkek yazarlarda kadının konumunu da incelemiş ve bu kültürün içinde kadının dışlandığını, marjinal konuma itildiğini göstermiştir. Marksçı terminolojiyle ifade edecek olursak diyebiliriz ki, Simone de Beauvoir kadının politik ve ekonomik alanda ezilmesini bir alt-yapı, kadını aşağılayan ve edebiyatı da bu durumu yansıtan bir üst-yapı olarak saptamaktadır.

Ayrıca Kate Millet’in Cinsel Politika(1969) adlı yapıtı gerçek yaşamda kadının ezilişi ve aşağılanışının, erkeklerin yazdığı romanlara da yansıdığını kanıtlamaya çalışan bu kitap üç ana kısımdan oluşur: .1. “Cinsel Politika”, 2. “Tarihsel Gelişimi”, 3. “Edebiyattaki Yansımadan Örnekler”.
Birinci kısımda Millet ataerkil toplumda kadını baskı altında tutmak için başvurulan “politika”yı incelemekte, ikinci kısımda cinsel devrimin tarihsel gelişimini ele almakta, üçüncü kısımda da örnek olarak seçtiği dört yazarın (D.Lawrence, Henry Miller, Norman Mailer, Jean Genet) romanlarında kadına ne gözle bakıldığını, nasıl aşağılandığını göstererek ataerkil düzen hakkındaki iddialarını pekiştirmektedir. Cinsler arasında toplumsal ve kişisel güç ilişkilerine ışık tutmak isteyen Millet, romanları da, cinsel politikayı nasıl yansıttıklarını açıklamak için inceler. Seçtiği parçalarda yazarın cinsel ideolojisini belirtmek için, romanda sergilenen cinsel tutumları, inançları, kadına karşı alınan tavrı irdeler ve kanıtlamaya çalışır.

Edebiyat yapıtlarındaki kadın karakterlere yönelik eleştirinin ortaya çıkardığı gerçeklerden biri de erkek yazarların yarattığı klişe iki karşıt tipin varlığıdır. The Mad Woman in the Attic adlı üç ciltlik yapıtın yazarları Sandra M. Gilbert ve Susan Gubar bu konu üzerinde uzunca durur ve “evdeki melek” ile “canavar” adını verdikleri bu klişe uç tiplerin özelliklerini, kaynaklarını gösterirler. “Evdeki melek” tipi ataerkil toplumda erkeğin kafasında ideal olarak yaşattığı kadın tipidir ve erdemleri arasında namusluluk, alçakgönüllülük, uysallık, masumiyet başta gelenlerdir. Gilbert ve Gubar bu imgenin, ortaçağlarda, Bakire Meryem’in saflık imgesiyle beslendiğini, sonra Dante, Milton ve Goethe’den geçerek 19. yüzyılda dinsel hüviyetini bırakıp “evdeki melek” tipine dönüştüğünü söylüyor ve İngiliz yazarlarından örnekler vererek 18. ve 19. yüzyıllarda kadınlara nasıl bir kişilik ve görevin uygun görüldüğünü belirtiyorlar. Bu melek kadın ayrıca erkeğini mutlu etmenin görevi olduğunu bilecek ve kendini evine, kocasına, çocuklarına adayacaktır. Karşıt uçta, bağımsızlığına düşkün, çıkarını kollayan, erkeklerin kendisine biçtiği kişiliği kabullenmeyen ve bundan ötürü erkekleri ürküten “canavar” tipi yer alır.
Tanzimat’ın ilk romanlarında karşıt iki kadın tipi vardı. Benim “Kurban” ve “Ölümcül Kadın” dediğim bu tipler Gilbert ve Gubar’ın melek ve canavar tiplerinin özelliklerini taşırlar. Kurban tipi masum, namuslu, yumuşak başlı, uysal ve kendini erkeğini mutlu etmeye adayan genç kız ya da kadın olarak çizilmiştir romanlarda. Şemsettin Sami’nin “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat” adlı romanının kahramanı Fıtnat, Namık Kemal’in “lntibah”ındaki Dilaşup, Ahmet Mithat’ın “Felütun Bey ile Rakım Efendi”sindeki Canan, Sami Paşazade Sezai’nin “Sergüzeşt”indeki Dilber, erkek yazarların ideallerindeki melek huylu, güzel ve erkek egemenliğini severek kabullenmiş kadınlardır. Tanzimat romancılarının işlediği karşıt tip, ölümcül kadın ise, erkeğin egemen olduğu toplumda, otoriteye başkaldıran bağımsız kadını temsil ettiği için melek değil, bir şeytan olarak sunulur okura. Hile, yalan, entrika, cinayet onun silahlarıdır. İntibah’taki Mehpeyker’i, Zehra’sını, “Yer yüzünde Bir Melek”teki Arife’yi bu tipin örnekleri arasında sayabiliriz.

Edebiyat yapıtlarında böyle klişe kadın tipleri çizilmesinin anlamı ve önemi nedir? Feministler, bu işte, kadınların oyuna getirildiği kanısındadırlar ve oynanan oyunu sergilemek için, dişilik ve kadınlık kavramlarını ayırmakla işe başlarlar. Dişilik kavramı cins ayrılığının biyolojik yönünü, kadınlık ise toplumsal ve kültürel normların belirlediği davranış biçimlerini gösterir. Dişilik doğaldır ve doğuştandır, kadınlık ise eğitim ve terbiye sonucu sonradan kazanılır. Ataerkil oyun bu kavramları özdeşleştirmekle oynanır. Erkekler işlerine gelen kadınlık tanımını bütün dişilerin tanımı olarak ileri sürerler. Toril Moi’nin sözleriyle “bu perspektiften bakıldığında, ataerkil baskı, birtakım toplumsal ölçütlerin, tüm dişiler için geçerli olduğunu söylemekle sağlanır. Çünkü böylece, seçilen kadınlık ölçütlerinin doğal olduğuna inanmamız gerekecektir.” Bu ölçütleri reddeden kadın da hem doğaya ters düşmüş olacak, hem de kadın
sayılmayacaktır. Yani Toril Moi’nin dediği gibi ataerkil düşünce, dişiliğin, kadınlık denen bir özü olduğu inancını yaratmaya çalışmaktadır. Bu öz, yukarıda saydığımız, uysallık, alçakgönüllülük, masumiyet gibi niteliklerden oluşur.Görüldüğü gibi feminist eleştirinin bu ilk evresinde erkeklerin yazdığı yapıtlara, daha çok ideolojik bir tutumla eğilinir ve bu yapıtlarda görülen kadın düşmanlığı, kadın sömürüsü belirtilir; kadın tipleri araştırılır ve edebiyattaki kadının durumuyla ataerkil toplumdaki kadının durumu arasındaki ilintiye dikkat çekilir. Böyle bir eleştiri, doğal olarak, erkeklerin kadına bakışını, onun hakkında düşündüklerini, onun değerlendirilişini ortaya çıkarır, ama
edebiyatta yazar olarak kadın konusunu aydınlatmaz. Bu tür araştırmayı feminist eleştirinin ikinci evresinde buluruz.


Yazar Olarak Kadına Yönelik Feminist Eleştiri

Feminist eleştiride 2.evre:

Bu tür eleştiriyi de ikiye ayırmakta yarar var, çünkü amaç bakımından farklı iki yaklaşım görülüyor. Birincisi edebiyat tarihindeki kadın yazarları incelemekte, ikincisi yeni bir kadın söyleminin olanaklarını araştırmakta.

Birinciyle başlayalım. Yazar olarak kadına dönük bu tür eleştirinin de çeşitli sorunlarla uğraştığını söylemeye gerek yok. Kadın yazarların erkeklerinkinden ayrı, kendilerine özgü bir edebiyatı var mıdır? Varsa, bir gelişme göstererek evrelere ayrılır mı? Kadın yazarlar arasında, tema, olay örgüsü, karakterler bakımından ortak özellikler saptanabilir mi? Bunların ataerkil düzenin yarattığı koşullarla ilintisi nedir?
Yazar olarak kadına dönük eleştirinin ilk örneğini A Room of One’s Own (1924) kitabıyla Virginia Woolf vermiş sayılırsa da, kadını yazar olarak ele alan Feminist Eleştiri, bir yöntem olarak ancak elli yıl kadar sonra, 1975-1980 yılları arasında art arda yayınlanan incelemelerle kabul ettirmiştir kendini. Belli başlıları arasında şu eserler anılır: Janet Kaplan Feminine Consciousness in the British Modern Novel (1975); Ellen Moers, Literary, Women (1976); Elaine Showalter, A Literature of Their Own (1977); Gilbert and Gubar, The Madwoman in the Attic (1979).
Şu görüşten yola çıkar bu eleştirmenler: kadın yazarların ayrı bir geleneği vardır, çünkü tarihte kadınlar aynı türden baskılara maruz kalmışlardır. Bu durumda kadın yazarların dünyayı ve yaşamı, erkeklerden farklı şekilde algılamaları doğaldır, ama bu farklılık biyolojik bir ayrımdan kaynaklanmaz. Kadınların, toplumda uğradıkları aynı türden baskıların yarattığı bir sonuçtur. Kadınlar toplum içinde bir alt-kültür oluştururlar ve bundan ötürü kadın yazarların romanlarında dile getirdikleri yaşantılar, sergiledikleri davranışlar ve savundukları değerler arasında bir birlik, en azından bir benzerlik vardır.
Birinci evrede (1840-1880) kadın yazarlar erkek yazarları taklit ederler; onların kadın tabiatı hakkındaki görüşlerini, varsayımlarını kabullenerek yazarlar, yani erkek kültürü içinde onlarla yarışır, giderek takma erkek adları kullanmayı yeğlerler.

1880-1920 yılları arasına düşen ikinci evrede kadın yazarlar artık erkeklere öykünmezler, bilinçli olarak erkek geleneğinden ayrılırlar ve feminist bir tavırla kadınların uğradıkları haksızlıkları dile getirirler. Bir karşı çıkış, bir protesto dönemidir bu.

1920’den beri süregelen üçüncü evre, kadınların taklidi de protestoyu da bir yana bırakarak kadına özgü sanatın kaynağı olarak kadın yaşantısına eğildikleri, kadınlara özgü bir estetiği araştırdıkları evredir.

Yazar olarak kadına eğilen eleştiriye bir başka örnek yukarıda sözünü ettiğimiz The Mad Woman in the Attic adlı yapıttır. Birinci ciltte 19. yüzyılın Jane Austen, Mary Shelley, Charlotte Bronte, George Eliot, Elizabeth Barret Browning ve Christina Rosetti gibi romancı ve şairlerini seçerek inceleyen Gilbert ve Gubar, kadın yazarların ataerkil bir toplumda karşılaştıkları zorlukları, baskıları ve bunlara karşı örtülü bir biçimde tepki gösterirlerken nasıl bir strateji kullandıklarını ortaya koymaya çalışırlar.
Gilbert ve Gubar ilk önce kadın yazarların romanlarını nasıl ters bir ortamda yazmak zorunda kaldıklarına dikkati çekiyorlar. Bu ortam terstir, çünkü yazarlığın bir erkek işi olduğu ve kadının elinin hamuruyla bu işe burnunu sokmaması gerektiği inancı çok yaygındır. Neden erkek işi? Çünkü yaratma erkeğe vergidir. God The Father (Allah baba) nasıl evreni yaratmış ve Doğa Kitabı’nı yazmışsa erkek de bir baba gibi yapıtını meydana getirir. Yani erkek, penisiyle çocuk yarattığı gibi kalemiyle de sanat yapıtı üretir.“Bundan ataerkil Batı kültüründe metnin yazarı bir baba, bir ata, hayat verici estetik bir patriarktır; kalemi penisi gibi doğurtucu gücün bir aracıdır.” Öyleyse kadının eline kalem alması yalnızca yakışıksız bir davranış değil, adeta doğaya karşı bir suç, bir yerini bilmeme örneğidir. Bir küstahlıktır en azından. Türk edebiyatında bu konu araştırılmış değil, ama kadının yazarlığa soyunmasına karşı duyulan tepkiye ilginç bir örnek gösterebiliriz. Peyami Safa’nın “Bir Tereddütün Romanı “ndaki baş kişi Peyami Safa’yı temsil eden bir romancıdır ve Pirandello’yü çevirmekte olan Vildan ile tartışırlarken aralarında geçen aşağıdaki konuşmada romancı Vildan’ı şöyle suçlamaktadır:“Kadının ebediyeti zekasında değil, rahmindedir. Yeni kadın, yaratıcılığın merkezini şaşırmıştır. Senin ümitsizliğin buradan geliyor. Pirandello mütercimi olarak değil, bir çocuk anası olarak ebedileşebilirsin.— Ya erkek?— Onların içinde de yaratmak için ruh sancısı çekenler müstesna, baba olmayanlar ana olmayanlar dan farksızdır.”Peyami Safa’nın bu konuda ne düşündüğü açık. Erkek ya baba olmalı, yani penisiyle çocuk yapmalı, ya da sanatçı olmalı ve doğum sancısı gibi “ruh sancısı” çekerek kalemiyle yaratmalıdır. Başka bir deyişle erkek ister penisi ile ister kalemiyle yaratabilir ve her iki şıktada görevini yerine getirmiş olur. Kadının görevi ise doğurmak, ana olmaktır.Gilbert ve Gubar’a göre Ingiltere’deki koşullar altında eli ne kalemi almak bir kadın için psikolojik olarak çok zor bir şeydi. “Evdeki melek” rolünü bırakırken, duyacağı yetersizlik korkusunun, aşağılık duygusunun ve yasak bölgeye tecavüz kaygısının kadında bir yazarlık bunalımına yol açması doğaldı. On dokuzuncu yüzyıl boyunca kadın romancılar bu olumsuz koşulların doğurduğu öfke içinde yazdılar, ama zamanla bunalımı aşmayı, ataerkil düşüncenin kendilerine uygun gördüğü rolü reddederek kadınlara özgü bir roman geleneği oluşturmayı başardılar. Bu gelenekte, kadın yazarların ataerkil toplumda yazabilmek için birtakım stratejiler geliştirdiklerini saptayabiliriz diyor Gilbert ve Gubar. Bir kere yapıtın açık olan ve yüzeyde görülen anlamının altında, toplumda pek iyi karşılanmayacak kadınca yönünü meydana getiren derin bir anlam gizlenmiştir. Romancılar ataerkil düzene duydukları isyanı açıkça değil de kaçık bir kadın karakter aracılığıyla dile getirirler. Bir yanda yapıtın kadın kahramanı melek prototipini temsil ederken, deli kadın “canavar” prototipine uyar ve aslında bu ikisi yazarın bölünmüş kişiliğini, iki ben’ini dramatize ederler. Çünkü yazar kadın, gerçekte ne olduğu ile ne olması istendiği arasındaki bölünmüşlüğü yaşamaktadır ve yapıtın karakterleri bu yaşantıyı sergilerler. Gilbert ve Gubar’ın kitabından şu sonuç çıkar: 19. yüzyıl kadın romancıların yapıtlarında ortak temalar, ortak örüntüler gözlemlenir, çünkü hepsinde ortak feminist bir öfke, bir hınç vardır. Bu hınç yine benzer stratejiler yoluyla gizlenir ama örtük bir biçimde dile getirilir.

Yazar olarak kadına dönük eleştirinin kadın söylemine eğilen ve sorunu daha kuramsal düzeyde ele alan başka bir tür olduğunu söylemiştik. Daha çok Fransa’da gelişen ve ecriture feminine olarak tanımlanan kadın söylemine yönelik bu çalışmaları yürüten Héléna Cixous, Luce Irigaray, Julia Kristeva, Monique Wittig gibi feministler, kuramlarını psikanaliz, dilbilim ve biyoloji gibi bir bilim dalı üzerine temellendirmeyi denerler ve özellikle Derrida ’ya ve Lacan ’a yaslanırlar. Bu kuramcılar amacı ne erkeklerin yazdığı edebiyat yapıtlarında kadını küçülten, aşağılayan cinsiyetçi tutumu ortaya çıkarmak, ne de kadın yazarların tarihini araştırmak, yapıtlarını incelemektir. Amaç, kadınlığın (biyolojik anlamda) kadın söylemiyle bağıntısını, kadına özgü söylemin özelliklerini belirlemektir. Başka bir deyişle, kadınlığın kuramını oluşturmaktır amaç. Bu kuramcıların kadın söylemini bu denli önemli saymalarının nedeni, kadın için baskıcı olan, onları ezen Batı kültürünün dil ile olan bağıntısıdır. Erkeğin üstün ve merkez olduğu varsayımına dayanan bu kültürde erkeğin bu konumunu destekleyen yalnızca din ve felsefe değil, aynı zaman da dil olmuştur. Bundan ötürü erkeklerin egemenliğini sağlamaya uygun bu dile karşı savaşmak, onun egemenliğini kırmak ve yerine kadınlığa dayanan bir dil, bir écriture féminine yaratmak gerekir. Gerçi adı geçen Fransız kuramcıları kadın söylemi hakkında tam bir fikir birliği içinde değildirler, ama burada hepsinin görüşünden ayrı ayrı söz edemeyeceğimize göre, yalnızca en önemlilerinden Cixous’un kuramına değinmekle yetineceğiz.Yapıtlarını 1970’lerde veren Hélène Cixous ataerkil Batı kültürünün diline saldırmak için Derrida’dan yola çıkar, çünkü bildiğimiz gibi Derrida da Batı felsefesi ve kültürünün temelinde logocentrism (sözmerkezcilik) dediği, dil ile ilgili yanlış bir görünüşün yattığını söyler. Cixous, batı düşününün bir yanılgıyı açığa vuran bu dil anlayışı yerine, logocentric olmayan bir kadın söylemi oluşturmaya çalışır. Ne ki Batı kültürü yalnızca sözmerkezcilik (logocentrism) ile nitelenmiş değildir, aynı zamanda phallocentric’dir, yani fallusu gücün simgesi olarak gören fallus merkezci bir kültürdür. Ve bu kültürün dilinde, fallusmerkezcilik, en açık şekilde ikili karşıtlıklarda gösterir kendini. Cixous açısından Derrida’nın felsefesinde asıl önemli olan konu da, bu ikili karşıtlıklar konusudur. Batı
düşününde değerler sistemi, dilde, ikili karşıtlıklarda bulur
ifadesini. Ve Derrida’nın işaret ettiği gibi, yerleşmiş, geleneksel değerlendirmede üstün bilinen, karşıtlığın ilk terimidir. Sözgelimi doğa-kültür, form-madde, ruh-beden, yaşam- ölüm, erkek-kadın gibi ikili karşıtlıklarda birinci terim ikincisine üstün sayılır. İkincisi birincisine oranla kusurlu olanı, eksik olanı, birincinin bozulmuş şeklini ifade eder. Buna karşılık Derrida kavramlarda görülen bu değer hiyerarşisinin ideolojik sistemin ürünü olduğunu ve kendi “yapı-sökücü” yöntemiyle, zor da olsa ortadan kaldırılabileceği kanısındadır.Cixous da, Batı kültürünün dayandığı bu ikili karşıtlıkların temelinde, etken-edilgen karşılığıyla eşleştirilen erkek- kadın karşıtlığının yattığı kanısındadır ve Derrida’nın yaptığı gibi ikili karşıtlıkların içerdiği hiyerarşiyi ve özellikle erkek-kadın hiyerarşisini yıkmaya çalışır. Çünkü bu ideolojik bir değerlendirmedir ve asla gerçeği yansıtmaz.Tüm ataerkil toplumlarda üstün değerler erkeğe, aşağı değerler kadına özgüdür. Dinsel kitaplara bakarsak Tanrı ilk önce erkeği, sonra onun kaburga kemiğinden kadını yaratır. Mitolojide Zeus baş Tanrı’dır, eşleri olan Tanrıçalar o denli önemli değildir. Erkek etkendir, kadın edilgen. Erkek kuvvetlidir, kadın zayıf. Erkekte akıl, kadında duygu egemendir. (Kadının saçı uzun, aklı kısadır.) Erkek dürüst, kadın kancıktır. (Tevfik Fikret’in deyişiyle “deniz kadın gibidir, hiç inanmak olmaz ha”.) Freud’a göre erkek organı penis, kadınların klitorisinden üstün bir organdır. Norm penistir, klitoris bir eksikliktir, normdan düşüştür. Bundan ötürü Freud’un psikanaliz kuramında erkeğin kadına üstün olduğu sonucu çıkarılmıştır.

Şurası açık ki, erkek-kadın karşıtlığı hep erkeğin üstünlüğünü belirten bir değer hiyerarşisini yansıttığı için fallusmerkezci bir ideolojinin göstergesidir. Bundan ötürü, Derrida Batı kültürü sistemini tanımlamak üzere, logocentrism ve phallocentrism terimlerini birleştirir ve phallogocentrism kavramı altında toplar. Cixous da kadınların ezilmesine ve susturulmasına hizmet eden bu kültür sistemini yıkacak kadınca bir dile gereksinim olduğu inancındadır. Bu nedenden ötürü Derrida’nın kuramını benimser ve sözünü ettiğimiz diğer Fransız feministleri gibi phallogocentric olmayan bir dil arar. Nasıl bir dil olmalıdır bu alternatif dil? Nerden kaynaklanacaktır? Héléne Cixous, Luce Irigaray, Julia Kristeva’nın önerdikleri kadınca dil, ataerkil dili yıkmayı hedefleyen, ikili karşıtlıklar mantığına yer vermeyen, bir başkaldırı dili olacaktır. Başka bir söyleyişle, Derrida’nın sözmerkezci metinlerde bulduğu yanılgıya düşmeyen, yenilikçi diyebileceğimiz, yazınsal ya da şiirsel özellikler taşıyan, differance’ın bilincinde olan bir dil. Feministler bu özellikleri dil kurallarına aldırmayan kimi erkek yazarlarda da bulabileceğimizi söylüyorlar. Çünkü önemli olan yazarın cinsiyeti değil, metnin dili. Bu bağlamda Kristeva’nın adlarını andıkları arasında S. Mallarme'nin, J. Joyce’un, A. Artaud’nun adlarına rastlıyoruz örneğin. Bununla birlikte feministler, kadınların bu dili yaratmaya daha yatkın oldukları kanısındadırlar. Gerçi Cixous yazılarında ritmik, imgeli, adeta şiirsel bir dil kullanarak amacını gerçekleştirmeye çalışır, ama ecriture feminine sorunu henüz çözümlenmiş sayılmaz.
Söylediklerimizi son bir kez toparlayacak olursak diyebiliriz ki feminist hareketin bir parçası olarak 1960’lardan bu yana gelişen feminist eleştiri, erkek yazarların eserlerinde kadına karşı takınılan tavrı meydana koymakla işe başlamış, daha sonra kadın yazarlara yönelmiş, onların eserlerindeki özellikleri saptamış ve edebiyat tarihinde de kadın yazarların ayrı bir gelenek oluşturduklarını kanıtlamaya çalışmıştır.Ve nihayet, ataerkil düzende dilin de kadını aşağılama ve ezme aracı olduğunu belirterek kadın söylemi sorununu gündeme getirmiştir.

Edebiyat Kuramları ve Eleştiri-Berna Moran –İletişim Yayınları

Hiç yorum yok: