Yatakta yarı çıplak uyandıkları bir sabah, Leyla Kevin’in gövdesinde onlarca ufak pembe leke fark etti. Hemen dirseğinin üstüne doğrulup, “Bak,” dedi, sevgilisinin üstüne titremeye her an hazır haliyle. Kevin, başının tüm ağırlığını taş gibi sert yastıklarının üzerine bırakmış, sessizce tavana bakıyordu. Budist bir rahip gibi ne kadar da bilge ve huzurlu görünüyordu-kendisinin asla ulaşamayacağı bir dinginlikti bu-diye düşündü Leyla. Yine de kalbine kara gölgeler düşüren derin bir şüphe yok değildi. Belki de Kevin Budist bir rahip gibi tüm benliğiyle orda olmanın tam tersine, bir doksan dörtlük gövdesiyle yatağın yarısından fazlasını kaplarken bile oradan çok uzaklardaydı.
Kevin’in ona tepki vermekte geciktiğini derhal fark eden ve uzayan sessizlikle her an daha da tedirginleşen Leyla, çareyi dikkatini sevgilisinin ipeksi tenindeki pembe beneklere çevirmekte buldu. Benekler sütlacın yanık yüzeyindeki kabarcıkları andırıyordu. (Kevin’e sütlacı Turkish Kitchen’da ilk tattırdığında, Kevin’in sütlacı beğenmesi Leyla’yı çok sevindirmiş, hatta gururlandırmıştı. Sanki Kevin Türklüğe ya da bizzat ona bayılmış gibi hissetmişti Leyla.)
Bahar mevsimlerinde parmak aralarında mantar çıkmasına alışkın Leyla, Kevin’in tenindeki beneklerin de bir çeşit mantar olduğuna karar verdi. O pembe noktacıkların üzerinde parmak ucuyla sek sek oynamak geldi bir an içinden. Oynadı da, ama dokunuşlarını okşarcasına hafif tutmak kaydıyla. Çünkü içten içe, grimsi puslu gözleri hâlâ tavana dikili ve iletişime kapalı olduğu tüm hücrelerine yayılan sevgilisine dokunmaya çekiniyordu.
Üç ay önce, ülkesi yakın tarihe kadar Yugoslavya olarak bilinen, gözleri okyanus mavisine çalan yakışıklı nakliyeciyle bir iş arkadaşı Leyla’nın son eşyasını da Kevin’in dördüncü kattaki Brooklyn dairesine teslim ettiği, o mutluluğa gebe fakat bir o kadar da garip ve gergin akşamüstü başlayıvermişti iki sevgilinin didişmeleri. Evde ne kime ait ve kim neye özgürce dokunabilir ya da daha ziyade dokunamaz konulu tartışmalara anlamsız vakitler ayırır olmuşlardı. “Telefon bana ait, sen sakın cevap verme. Telesekreterime gelen mesajları da dinleme,” demişti Kevin. (Leyla’yı Türkiye’den ailesinin ve arkadaşlarının da aradığı numaraydı bu oysa). 70 metrekarelik bir dairede uygulanması her zaman mümkün olmayan bu kural, ancak Leyla’nın yeni bir hat için başvurmasıyla gündemlerinden kalkmıştı. Hareket ettikçe belindeki kemere takılı telsiz-telefon görünümlü aleti hoplayıp duran, kovboy aksanlı ATT çalışanıyla hiç zorlanmadan laflarken içten içe utanmıştı Leyla, bir yabancının aşklarını nasıl yaşadıklarına şahit olmasından. Avuç içi kadar evde yaşayan iki sevgiliye iki ayrı telefon, iki ayrı fatura!
Kevin, New Yorkluların “tren yolu tipi” dedikleri, bir odadan diğerine kapısız geçilen dar ve uzun dairenin ucundaki büyük odayı kendine ofis olarak belirlemiş ve kendi sınırlarına saygı gerekçesiyle Leyla’nın o odaya girmesini de yasaklamıştı. Leyla’yı kendi gözünde istilacı hissettiren bir kural daha! Yatak odalarındaki komodinin Kevin’e ait kısmında duran asık suratlı eski sevgililerine ait fotoğraflara bakmaya da izni yoktu Leyla’nın, ki bunu anlayabiliyordu. Çekinmeden dokunmak istediği Kevin’in bedeniydi aslında. İnsan kendi sevgilisine dilediğince dokunamaz mıydı? Bu doğal istek şimdi önünde nasıl çözeceğini bilemediği bir ikilemdi.
Uyuyan dev nihayet kımıldadı. Aynen, bazen sevişme sonrasında karnında birikmiş spermleri kâğıt mendillerle silerken yaptığı gibi boynunu bir akordiyon misali katlayarak başını kaldırdı ve kendi bedenine şöyle bir baktı. “Ah, önemli bir şey değil. Bunlar tinia versikolor,” dedi ve o Latince kelimeler meseleyi halletmişçesine yorganı üzerinden attı. Ama yataktan kalkmadan gizemli puslu gözlerini Leyla’ya çevirdi, yüzünü sıcak ellerinin arasına alıp Leyla’nın saşimiye benzettiği dolgun dudaklarıyla onu öptü. Öpücüğü Leyla’ya da öğretmeye çalıştığı gibi yumuşak ve nemliydi, Leyla’nınkiler gibi sert ve ısrarlı değil. Leyla bu konuda beceriksiz olduğunu ya da bu yaşında (otuz iki) öpüşme derslerine ihtiyacı olduğunu düşünmüyordu elbette. Fakat evdeki tartışmalara bir yenisini eklememek adına bu itirazlarını kendine saklıyordu. Gerçi her öpüştüklerinde o bir türlü dillendiremedikleri tekrar yüzeye çıkıp Leyla’nın dikkatini dağıtıyordu. (Kim bilir, belki de bu yüzden kötü öpüşüyordu.) Kevin alelacele verdiği geçiştirmeöpücüğünün sonrasında hemen yataktan fırlayıp kapısız yatak odalarından çıktı ve banyoya daldı. Geride uyanmış bir arzu ve kendi hayaletini bırakmıştı. Sanki Kevin diye bir sevgilisi yoktu da, onu hayalinde Leyla yaratmıştı!
Başının tüm ağırlığını yastığına bırakıp gözlerini tavana dikme sırası Leyla’daydı. Banyoyla yatak odasını ayıran duvara duşun tazyikli suyu çarpıyordu. Artık duşta olduğuna göre evden yarı çıkmış sayılırdı Kevin. Önce yazı dersleri için Rutgers Üniversitesi’ne, oradan da yazarlık kariyerine faydası olabilecek insanlarla sosyalleşmeye giderdi -yazar olmasalar da, bir dolu önemli insan tanıyan eski sevgilileri de dahil…
Kevin duştan çıkmadan yataktan kalkmaya karar verdi Leyla, onun bütün gününü yatakta geçirdiği teorisini güçlendirmek istemiyordu. “Al örgünü, evin dışında bir yerlerde yap, biraz ilişki alanından dışarı çık,” demişti Kevin bir keresinde hararetli bir kavganın ortasında. Bir kez de sakince hatırlatmıştı, bu tavsiyeyi gerçekten onun iyiliği için veriyormuş gibi. Evden çalışmanın bin bir artısını aklından geçirirken kendi hayatımı nasıl yaşayacağıma ben karar versem, diye içinden geçirmişti Leyla. Doğrusu ilişkileri üzerine fazla kafa yoruyordu ve bu durum modacı olma hayallerinden bolca vakit ve enerji çalıyordu. Ama hayatta aşktan daha önemli ne olabilirdi ki? Aşkı her şeyin üstünde tutmak onu akıllı ve haklı, hatta içten içe soylu hissettiriyordu.
Yerde duran buruşuk kırmızı eteğini ve daracık odalarında açılınca neredeyse yataklarına değen çekmeceden çekip aldığı lacivert çizgili beyaz tişörtünü geçirdi üzerine. Bu eve taşınırken beraberinde getirdiği eşya miktarıyla Kevin’in onun kullanımına ayırdığı çekmece ve dolap hacmi arasında öyle bir uçurum vardı ki, etrafta başkaları varken, özellikle Kevin’in duyacağından emin olduğu anlarda, bu konuda şaka yapmayı ihmal etmiyordu Leyla. Hakkaniyet duygusu bu ilişki alanında ona biraz daha fazla yer ayrılmasının doğru olacağını fısıldıyordu: Hiç olmazsa büyük odanın yarısını!
Her sabah giyindikten sonra ilk durağı mutfaktı. Kevin’in ona alıştırdığı gibi espresso içerek başlıyordu güne. Leyla’nın hayalinde, ruh sağlığı ona göre daha bir yerinde, ne yaptığını az çok bilen, daha az yaralı insanlar da böyle başlıyordu günlerine. Dahası bu şanslı insanlar, Leyla’nın aksine, her gün yaşam kılavuzunun ilk sayfalarına geri dönmek yerine, hayata tam ortasından dalıyorlardı!
Sabahları birlikte espresso içiyorlardı, ama öğle ve akşam yemeklerinden sonra Leyla onlara mis kokulu birer Türk kahvesi yapıyordu. Eğer Kevin ofisindeyse lokum veya kurabiye de koyduğu tepsiyi dairenin bir ucundan diğer ucuna büyük bir dikkatle taşıyordu (kahvenin köpüğü fincandan asla taşmamalıydı!). Bu özenli ikramı çoğunlukla ona sevgilisinin kucağında tatlı bir ziyaret hakkı kazandırıyordu. O anlarda Leyla kalbini mutluluktan patlayacak gibi hissediyordu; kendini bu ilişkide daha güvende hissedeceği zaman, Kevin’le sevişirken ilk kez yaşamayı umduğu orgazmların sağanak yağmurlar gibi yağıp onu sarsacağı hissine kapılıyordu. En azından Kevin’e henüz yaşayamadığı orgazmlar konusunda sunduğu çözüm önerisi ve verdiği söz bu yöndeydi. Kevin bu konuda oldukça kızgındı. “Daha önce hiç başıma böyle bir şey gelmedi,” deyip duruyordu. Bu Leyla’yı üçüncü dünya ülkesinden gelen defolu bir mal gibi hissettiriyordu. Farkındaydı, birinci dünya ülkesinden bir adamın sevgisini kazanmak için o ayardaki kadınlarla nasıl rekabet edeceğini kendi çözmeliydi.
Daha şimdiden aydınlanmıştı mutfak. Güneye bakan pencerelerden ışık yağmıştı içeriye. Pencerelere yakın bir yerlerde Leyla’nın göremediği kumrular ötüyordu. Bu güzel atmosfer sebepsiz görünen bütün acılarına rağmen hayatın pekâlâ güzel olabileceğini hissettirdi ona. Ne aç ne açıktaydı ne de hasta. Üstelik Kevin vardı!
Espressoyu fincanına dökerken banyonun kapısı açıldı ve bir buğu bulutu arasından belinde havluyla Kevin belirdi. Koca köşeli ayaklarından birini bir tabureye koydu ve gövdesindeki benekleri gözlerden saklayan bir şekilde öne eğilip ikinci bir havluyla ayak parmak aralarını kurulamaya başladı. Bir erkeğin bedenini her gün bu kadar yakından izlemek Leyla’ya hâlâ büyük bir başarı, hatta minik bir mucize gibi geliyordu.
Kahvaltı için kırmızı Formika masaya iki kâse, iki kaşık, bir kutu yoğurt, biraz granola ve taze meyvelerle dolu bir kâse yerleştirirken dört sene önce Fashion Institute of Technology (FIT)’de okumaya gelirken yanında getirdiği, şimdi mutfak musluğunun altındaki dolapta, amonyaklı Mr. Clean’ın yanında duran ilaç çantasında neler olduğunu hatırlamaya çalıştı. Bir keresinde parmak aralarında yine mantar belirdiğinde ona bir merhemle bir de hap vermişlerdi. O ilaçları hatırlıyordu da, ilaçları ona kimin verdiği uçup gitmişti aklından. Bir cilt doktoru mu, eczacı mı yoksa hayatta her ağrı ve sancının bir ilaçla giderilebileceğine inanan amatör doktor babası mı? Babasının eril dünyasında acıları abartmak bir güçsüzlük işaretiydi; her sıkıntının bir an önce üstesinden gelip hayata devam etmeliydi insan…
Kevin üzerinde, ıslak göğüs kıllarının alttan bir desen gibi göründüğü zeytin yeşili tişörtüyle mutfağa döndüğünde Leyla masanın etrafındaki taburelerden birine oturdu. Onu zorlayan bir sabırla önce meyvelerin kâselere dökülmesini, sonra ikisinin de meyvelerin üzerlerine yoğurt ve granola koymalarını bekledi. İşte ancak o zaman sesinin, dünyanın en sıradan sorusunu sorarmışçasına doğal çıkmasına gayret ederek, “Şu benekler için bir şey yapmayı düşünüyor musun? İstersen iyi bir mantar kremim var…” dedi.
“Yok istemem. Sağ ol,” dedi Kevin, Leyla’nın tüm planlarının önünü bıçak gibi kesen bir netlikle.
Nasıl oluyordu da Kevin tişörtünün altında tüm gövdesini pembe benekler kaplamış halde her şey yolundaymış gibi oracıkta oturuyor ve günün diğer öğünlerinde Türkler gibi yoğurt yemeyi inatla redderken eski bir sevgilisinin (sevişirken beş dakikada geliveren Norveçli!) ona öğrettiği gibi kahvaltıda yoğurt yiyor, fakat Leyla’nın ona önerdiği basit bir merhemi kullanmaya tek celsede hayır diyordu! Leyla, “Bana güvenmeyen bir adamla yaşayamam,” derken buldu kendini. Laflar ağzından ne dediğini düşünme fırsatı olmadan yuvarlanıvermişti. Ama pişman da değildi. Dün akşam Kevin haber vermeyi ihmal ettiği bir sergi açılışından saat onda gelmişti eve. Leyla yemeği pişirmiş, sofrayı hazırlamış, ve saatlerce onu beklemişti yemek için. Nihayet eve vardığında özür dilemek yerine, “Sana günler önce açılışa gideceğimi söylemiştim,” demişti Kevin. Sanki Leyla sevgilisine dair böylesi bir detayı atlayabilirmiş ya da bu hatırlamama halini sırf hır çıkarmak için uyduruyormuş gibi.
“Peki niye beni de açılışa davet etmedin?“ diye sorunca (ki böylece ilişki alanından çıkmış olurdu), “ilgileneceğini düşünmedim, diye kestirip attı Kevin. Pek de ince ve düşünceli!
Doğrusu Leyla’nın Manhattan’daki iki oda arkadaşıyla paylaştığı evin kira kontratı bitiyor diye Kevin’le aynı eve çıkma kararları biraz aceleye gelmişti. Ama biri otuz iki, diğeri otuz yedi yaşındayken ve ilişkilerinin ilk dokuz ayında tek bir geceyi bile ayrı yataklarda geçirmemişlerken mutluluğu daha fazla ertelemenin ya da iki kira ödemenin ne anlamı vardı? Altı saat süren, ve muhabbetin sular seller gibi aktığı, o ilk buluşmalarının hatırası hâlâ tazeydi Leyla’nın zihninde. Nerdeyse 36 saat hiç yataktan çıkmadıkları ilk sevişmelerinin de öyle. Özellikle New York için görülmemiş bir açıklıkla karşılamıştı ikisi de birbirini. Peki ama, aynı eve çıktıklarından beri, Kevin niye kendisini böyle birdenbire geri çeker olmuştu; sanki Leyla’nın peşinde olduğu şey sevgi değil de, Kevin’in özbenliğiymiş gibi?
Kevin ona “Vücut benim vücudum, sen karışma,” desin diye bekliyordu içten içe. Neyse ki bu sefer öylesine kırıcı bir tepki vermedi. “O-oo, gel buraya,” diyerek kollarını iki yana açtı. Kevin’in yorgun argın eve gelip hemen içmeye başladığı akşamların tersine, sabahları hep daha tatlı olduğunu bilen Leyla, bu kez çabuk pes etmek niyetinde değildi. Ama yine de sevgilisine sarılma fırsatına hayır diyemedi. Yerinden kalktı, Kevin oturur halde, kendisi ayaktayken birbirlerine sarılmalarıyla oluşan bu tuhaf, ters açı Leyla’nın boynunu ağrıtsa da sevgilisinin kollarında bir süre mutlu mesut kaldı. Fakat kendi taburesine döndüğünde yüzünü tekrar asmıştı. Bunu fark eden Kevin kaşığını kâseye daldırıp, “Tamam, akşama sürersin bana kremi. Şimdi daha yeni duş aldım,” dedi.
Nihayet hayatlarında bir şey Leyla’nın istediği gibi gitmişti! Bu küçük zaferin ona verdiği sevinçle bir kuzu gibi sessiz, kahvaltısına döndü.
Kevin evden çıkar çıkmaz Leyla doğruca musluğun altındaki mutfak dolabından İstanbul’dan New York’a taşınırken yanında getirdiği ilaç çantasını almaya gitti. Arka planda radyoda, onu tedirgin eden NPR haberleri eşliğinde çantanın içindekileri mutfak masasına boşalttı. Onlarca tüp, kutu ve şişe arasında sabah Kevin’e sürmeye niyetlendiği Fucicort’u, yine bir mantar tedavisi için verilmiş bir kutu hapı, bir de çok güçlü olduğu için A vitamini takviyesiyle alması önerilmiş ikinci bir mantar hapı şişesini buldu. Önünde duran tüm o ilaçlara bakarken aklından amma da sık hasta oluyormuşum diye geçirdi. Bir yandan da onca tedaviden, onca deneyimden sonra kendini Kevin’i iyileştirmeye iyice hazır ve donanımlı hissetti. Henüz tedaviyi abartmaya gerek yok diye düşünüp masanın üstüne kutu merhemle Flucan isimli hafif hapları yan yana, bir sanat enstalasyonu hazırlarmış özeniyle koydu.
Bu güneşle güzelleşen sabah, hayatın aslında insanlara her zaman seçenekler sunduğu hissiyle doldurdu Leyla’nın içini. Bugün işini evin hangi köşesinde yapacağının kararını vermekte de pek tabii ki serbestti. Işıl ışıl mutfakta mı örgü örecekti, yoksa (onun yokluğunda sıkça yaptığı gibi) Kevin’in evin kuzeye bakan, bir duvarı tamamen kütüphaneyle kaplı dingin ofisinde mi? Aklında bu soru, dairenin bir ucundan diğer ucuna mutlu mutlu yürürken Kevin’in eski sevgililerinin fotoğraflarına bir kez daha bakmak geldi içinden. Dik ve dolgun memeli Norveçli sevgilinin yüzünde Leyla’ya yarı deli, yarı seks sembolü havası veren cüretkâr bir ifade vardı. O da sarışın başka bir eski kız arkadaşı (Kevin’in uzun süreli sevgilileri arasında tek esmer Leyla’ydı), her resimde bir karış surat asıyor olmasına rağmen bunca sene sonra bile Kevin’in kalbindeki yerini koruyabilmişti. Bu kadınlar hayat ve aşk konusunda hangi bilgi ve becerilere sahipti ki hâlâ Kevin’in başucunda bir çekmecedeydi fotoğrafları? Peki ya Leyla? Hayat yolculuğunda hangi şıkları doğru işaretlemişti de tüm tereddütlerine rağmen Kevin’in birlikte yaşamayı kabul ettiği ilk sevgili olma ünvanına kavuşmuştu!
Kevin’in ofisinde çalışma fikri ağır bastı yine. Fırsat varken niye ihtiyacı olan tüm alanı kaplamasındı ki? Bir dolapta tuttukları katlanır plaj sandalyesini Kevin’in ofisine taşıdı. Yerde duran bir kule kitabı kenara çekip sandalyeyi hem pencere hem de kaloriferin önünde güzelce bir köşeye yerleştirdi, ayaklarının ucuna da örgü sepetini... Evet, o odayı Kevin’in izni olmadan kullanıyordu, ama çıkarken her şeyi aynen bulduğu gibi bıraktığı sürece orada olmasının ne zararı olabilirdi ki? En kötü ihtimalle, olur da yakalanırsa Kevin onu biraz azarlayacak, o da hayatındaki bir kükreyen erkeğe daha hiçbir zaman anlaşılmamış bir çocuk-kadının isyankâr sessizliğiyle karşılık verecekti.
Giderek daha bir güzelleşiyordu sabah gözünde ve gönlünde. Ördüğü küçük bebek kazağındaki Kim demiş taşıyamazsın? sloganlı esrar otu motifi bile bu sabah ona boynunu geren stresli bir zahmetten çok tatlı bir oyun gibi geliyordu. Bebekler için örgü fikrini henüz FIT’deyken geliştirmiş, şansı yaver gidince de koleksiyonu kısa sürede şehrin dört bir yanındaki şık butiklerde satılır olmuştu. Hatta bir gün sokakta yürürken kendi ördüğü kazaklardan birini koca kafalı, Churchill suratlı bir bebeğin üstünde görmüş, o an hayatın tam da istediği gibi gittiği hissine kapılmıştı; tabii bu yolunda giden hayata aşk yuvalarında dönüp duranlar da dahildi.
Akşamüstü, saat henüz dördü yirmi geçe, Leyla kendini durmadan saate bakar buldu. Saat henüz buçuğa gelmeden etrafı toparlayıp terketmişti bile ofisi. Kevin’in gelmesine daha çok vardı gerçi. Biraz kendini dışarı atmakla evde kalıp emaillerine bakmak dahil ucu bir yere varmayan birçok düşünceyle bir saate yakın vakit harcadı. Mutfakta oturup gazete okumaya niyetlendiyse de, binanın iç koridorlarından gelen çeşitli sesler sıkça dikkatini bölüyordu. Acaba duyduğu seslerin hangileri Kevin’e aitti, hangileri yabancılara? Bir seferinde bir ümit kapıyı açmış, bir komşuyla göz göze gelince, “Sorry,” diyerek kapatmıştı. Aşkını doyasıya yaşamak isterken sevgilisini kapı eşiklerinde bekleyen bir deliye mi dönmüştü şimdi?
Saat nihayet yediyi otuz dört geçe, artık beklemekten iyice bezdiği bir anda kapıda anahtar sesi duydu. Kapı açılır açılmaz musluğun üzerindeki aynada Kevin’i elinde bir buket pembe laleyle gördü. Eve daha erken bir saatte dönmüş olsa Kevin’in şık jesti (yoksa bu bir suçluluk duygusu ibaresi ya da bir özür müydü?) onu daha çok heyecanlandırabilirdi. Ama kimbilir, Kevin bu saate kadar nerede ve kimlerleydi?
Kevin mutfak masasına bir göz atıp, “Bak bak, sevgilim benim için neler hazırlamış. Ona çiçek, bana ilaç,” dedi. “İlginç!” diye ekledi.
Onun bu canı istediğinde beliriveren candan ve esprili hali, Leyla’yı yerinden kalkıp çiçek getirenini adabıyla karşılamaya motive etti. Sesinde bir gülümsemeyle, “İlaç senin iyiliğin için sevgilim,” dedi. İçten içe kadınların hayatı daha iyi kavradığını, erkeklerin bu gerçeği fark etmesinin biraz zaman aldığına inanıyordu.
Kevin onu kendine çekip uzun kollarını beline doladı. Aynadaki yansımalarında neredeyse bir kafa kadar boy fark vardı, adeta farklı canlı türlerine aitlermiş gibi. Farklıyız, evet ama uyumsuz değiliz, diye düşündü Leyla. Biraz eğilme ve uzanmayla gayet iyi bir denge tutturabiliriz, yeter ki ikisi de istesin!
Bu kez öpüşürlerken Kevin’in sabahki telaşından eser yoktu. Bu akşam Kevin buzdolabındaki soğuk biralara bir an önce kavuşma telaşına da düşmemiş, başka zamanların tersine Leyla onu hikâyelere ve öpücüklere boğarken, “Bırak da önce kapıdan gireyim,” diye onu terslememişti. Bunu fırsat bilen Leyla ona iyice sokuldu. Başını Kevin’in koltuk altına sığınır gibi dayadığında, kendini bildi bileli özlemini çektiği sevgi ve güveni nihayet orada bulduğuna inanarak öylece durdu.
Kevin omuzunun üzerinden ilaç dolu masaya bakıp, “Ben hap falan içmem, Madam Curie, ama yatmadan krem sürebilirsin,” dedi.
Ne! O beneklere merhem sürmek için bütün günü zar zor geçirmişken şimdi bir de yatma vaktini mi bekleyecekti? Kaçınılmaz bir hüsran duygusuna kapıldı. Ancak üstelerse Kevin’in vazgeçeceğinden korkuyordu, bu yüzden bir kelime daha etmemeye karar verdi Leyla. Belki ona vıdı vıdı yapmak ya da ne istediğini açıkça dile getirmektense sessiz kalır, beklentisini bakışlarıyla iletmeyi becerirse Kevin bu çabasını fark eder, “Hadi sür de bitsin bu iş,” derdi.
Fakat umduğunun tam tersine, “Artık bu gece yemeği de, temizliği de sen yaparsın,” dedi Kevin, sanki Leyla’nın bu hiç de makul olmayan talebine boyun eğmesinin bir karşılığını istermiş gibi. Buzdolabından soğuk bir bira alan Kevin, hafif adımlarla ofisinin yolunu tuttu.
Leyla buzdolabının soğuk ışığında duran yiyeceklere bir sürpriz beklentisi olmadan boş boş baktı. İyi bir şef olan Kevin’e yemek yapmak bir kalabalık önünde konuşma yapmak kadar ürkütücüydü onun için. Öncesinde gözüne alelade ve zararsız görünen tüm o tava ve tencereler, hatta sebzeler bile birdenbire düşman kesiliyorlardı adeta ona. Yine de bir şekilde içinden bulup çıkardığı yapay bir cesaretle eline bir bıçak, kesme tahtası ve soğan aldı, soyup doğramaya başladı.
Kevin yemek konusunda ona kendini kötü hissettirecek herhangi bir söz söylemese de, Leyla’nın pek tatsız tuzsuz bulduğu makarnayı yedikten sonra birlikte bilgisayarda film izlemek üzere mutfaktaki sokaktan toplanmış küçük kanepeye oturdular. (Leyla hiç bir zaman mı şöyle lezzetli, gurur duyacağı bir yemek pişiremeyecek, Norveçli sevgili gibi epik orgazmlar yaşayamayacak, ve son zamanlarda üniversitede Kevin’in etrafında dört dönen o yeşil gözlü kadın gibi kusursuz Fransızca konuşamayacaktı? Öyleyse, Kevin’in gönlünü nasıl fethedecekti?) Leyla bir Godard filmi izlemeyi önerdi ama Kevin altyazı okumaya üşendiği için, kendilerini en az Leyla’nın yaptığı makarna kadar ruhsuz bir Hollywood filmi izlerken buldular.
Yatma vakti geldiğinde Leyla’nın elinde merhemi görünce yüzünü buruşturdu Kevin. “Çok kötü kokuyor bu. Nerden aldın? Türkiye’den mi getirdin yoksa?” diye sordu.
Leyla Kevin’in Türkiye hakkında böyle ileri geri konuşmasına epey bozuluyordu. Ona göre Türkiye’deki sağlık sistemi birçok yönden Amerika’dakinden daha iyiydi. Her şeyden önce, Türkiye’deki sağlık hizmetleri Amerika’yla kıyaslanmayacak kadar ucuzdu. Yine de kendi fikrini kendine sakladı. Bu sessiz kalabilme becerisi onda bir üstünlük hatta bilgelik hissi yarattı.
Parmağına bir damla merhem sıkarken, “Hadi lütfen, söz verdin,” dedi nazlı bir tonla. Kevin sözünü tutmayacaktıysa niye hem yemek yapmış hem de kurduğu masayı kendi kaldırmıştı Leyla?
Kevin, “Ver şunu bana” deyip, tüpü Leyla’nın elinden kaptı. Ve yine boynunu bir akordiyon gibi katlayarak merhemi pembe noktaların büyük bir kısmına kabaca sürdü. Sonra komodinde duran kitabına uzanarak Leyla’ya bu konu burda kapanmıştır sinyalini net bir şekilde vermiş oldu.
Leyla, kendi parmağında hiçbir yere süremediği o bir gıdım merhemle Kevin’in yanı başında otururken kendini pek yılgın ve yenik hissetti. Tüm ümitleri boşa gitmişti. Ama bu kadar önemsiz bir şey uğruna huzursuzluk çıkaracak ya da Kevin’in önünde ağlayacak değildi. Küçükken babasıyla inatlaştığı gibi, canı çok yandığında bile hiç gıkını çıkarmadan sopa gibi sessiz durabilirdi. Önce parmağındaki merhemi silmek için komodinin üzerindeki kâğıt mendil kutusuna, sonra da yerde duran kitabına uzandı. Başını öylece aşağı sarkıtmak hem kırılan gururunu hem de gözyaşlarını bastırmaya yardımcı olmuştu.
Yaz, kış her daim soğuk olan bacaklarını önüne uzatıp, kitabın dün gece ne kadar zorlasa da dikkatini veremediği bölümünü açtı. Acaba o dairede Kevin’le kendini evinde hissediyor muydu? Hayır, diyordu ısrarla Kevin’in kalorifer gibi yanan bacaklarına yanaşmaya henüz reddeden içi. Beni hiç mutlu etmiyor, onu terk etmeliyim! Evet, gerçekten de terk etmeliyim. Peki ama Leyla (o yaşında bile) aynı kafası karışık ve ne yaptığını bilmeyen kadın olduğu sürece bir başkasıyla daha mutlu olabilir miydi ki? Hayır, mutsuzluğunun sebebi Kevin değildi. Aksine, ona âşık olmak son yıllarda Leyla’nın başına gelen en güzel şeydi ve birlikte son derece mutlu olabilirlerdi. Tabii bu aynı arzuyu ve hayali paylaşmaları koşuluyla! Büyük bir ihtimalle Kevin’in bu ilişkiyi benimsemek, hatta hazmetmek için zamana ihtiyacı vardı. Leyla’nın payına da biraz sabır düşüyordu…
Yaptığı bu analizin heyecanlı sevinci ve “iyi geceler” bahanesiyle uzanıp Kevin’in saşimi dudaklarına yumuşak ve ıslak olmasına özen gösterdiği bir öpücük kondurdu. Sonra kitabını yine dün gece bıraktığı yerden kapattı, başını yastığa gömdü ve kendini derin bir uykuya teslim etti.
NOT: Hikâyeyi İngilizce orijinalinden Mehmet Bilal Dede’nin yardımıyla çeviren, çevirirken yeniden yorumlayan, Lisa Sardinas
Cin Ayşe 20, dünyamın sınırları