Sedat kayıptı. Belki bir bakıma Ayça da. Anlam veremediği çok şey vardı. Kendi haline anlam veremiyordu misal. Kendi haline herhangi bir zamanda herhangi bir anlam vermiş miydi onu da bilmiyordu. Haberi aldığında turuncu Japon balıklarının ağır ağır süzüldüğü bir akvaryumun önündeydi. Kusmuştu. Bir süre turuncu balıklarla renklenen, loşışıklandırılmış akvaryumun görüntüsü gözünün önüne geldiğinde midesi kalktı. Daha sonraları bu görüntü onu rahatlatmaya ve dinginleştirmeye başladı. Gerildikçe akvaryumun görüntüsünü çağırarak sakinleşti. Buna da anlam veremedi.
Kendini eve hatta odasına kapadı. Belki sadece kendini kapamak istedi. Kimseyi ve hiçbir şeyi düşünmemek için üzüntüsüne sığındı ya da üzüntüsünü bahane etti. Daha Sedat dahil olmadan hissettiği kendinden sıkılmışlık haline bir tıpa olmuştu sanki Sedat ve yokluğu ile baskılanmış bütün bir sıkkınlık ortalığı ve Ayça’yı darma duman etti. Sedat’ın gidişinden çok bu hale üzüldüğü fikri aklına geldikçe daha da çok hüzünlendi. Bu onu ne biçim bir insan yapardı? Bencil bir insan? Ya da kendine bile yalan söylemekten aciz bir insan? Evet, bu bir acizlik diye düşündü. İnsan kendini bile yalan söyleyerek avutamıyorsa evden dışarı çıkmaması, başkaları ile konuşmaması isabetli bir tercihti. Bu dönemde Ayla genelde evde olmadığı zaman odasından çıkar, kendine bir kahve hazırlayıp, küllük ve sigarasını alıp salona geçerdi. Terzi Hasan’dan edinilmiş ceviz sandığın üzerine bardağı, küllüğü ve sigarayı bırakıp, pencereyi açar, pufları dağıtıp, sandığın yanında kalana kırmızı, yeşil, lacivert ya da turuncu fark etmeksizin otururdu. Oysa oldukça uzun bir süre turuncu olandan uzak durmuş, puflar alınırken Ayla turuncu olanı istediğinde en baştan buna karşı çıkmış ama alınmasına engel olamamıştı. Kahve ve sigarasını içip hava alırken arada sırada kütüphaneden rastgele aldığı bir kitabı, genellikle bir şiir kitabını karıştırır, üstün körü göz gezdirir hoşuna giden bir şiir olursa birkaç kez okur belki işaretler, kitabı ve her şeyi yerine koyduktan sonra odasına dönerdi. Okumak da Japon balıklarının akvaryumu gibi en başta bulantıya benzer bir his verirken zamanla rahatlatıcı bir etkiye sahip oldu.
Emre’nin geldiği gün odasında salona çıkmak için evin ona kalmasını bekliyordu. Emre’nin neden geldiğini tahmin etti. Salona çıkıp çıkmama konusunda kararsızdı. Ayla’nın mutfağa geçtiğini duydu. Mutfaktan çıktığını da. Bir süre daha bekleyip salona gitmeye karar verdi. Tam salonun kapısındayken Ayla’nın sinirli bir şekilde “Beni süzmezsen sevinirim. Çok rahatsız oluyorum. İnsanların beni süzmesinden, izlemesinden. Çocukluğumdan beri kaçamıyorum.” dediğini duydu ve olduğu yere çivilendi. Ne odasına dönebildi ne de salona girebildi. Ayla, yine bir odada bir erkekle birlikteydi. Ayça yine kapıdaydı. Bu sefer izlemiyor ve dinliyordu. Bazı şeyler şekil değiştirse de temelde aynıydı. Dinlemesi de izlemesi kadar iradiydi, kaçınamamaktan hallice. Ayla’nın Emre’ye çıkışmasını takiben içeride ne konuşulduğu tam olarak duyduğunu söylemek zordu. Çocuklukları, Ayla’nın nekahet dönemi, yatakta yatışı ve pencereden dışarı seyredişi, kendinin yine aralık bir kapının önünde dikilmesinin anıları musallat oldu Ayça’ya. Midesine keskin bir ağrı saplandı. Bunu ani bir bulantı takip etti. İçerdekiler duymadan derin derin nefes alması mümkün değildi. Salonun kapısının önünde adeta hareket etme yetisini yitirmişçesine çakılıydı. Birden aklına turuncu Japon balıklarının kuyruklarını usulca dalgalandırarak süzüldüğü akvaryumun mat aydınlığı geldi. Bu görüntüye tutundukça, ufak turuncu balıkların ağır ağır yüzüşünün imgesine odaklandıkça ağrısıazaldı, bulantısı geçti. O anda bir güç bulup parmaklarının ucunda odasına geri dönüp, kendini yorganın ağırlığının altına atıp güvende hissetti. Sokak kapısının kapandığını duydu. Sonra odasının kapısının tıklatıldığını ve ardından açıldığını. Ayla’nın yatağa doğru ilerlediğini hissetti. Ayla yorganı kaldırıp, yanına yattı. Ayça’ya sırtını döndü ancak Ayça ona doğru dönüp ona sarılacak cesareti kendinde bulamadı. Bir süre sırt sırta uzandılar. Sonra Ayla, Ayça’ya doğru döndü ve ona arkasından sarıldı. Bazı şeyler şekil değiştirse de temelde aynıydı.
Emre’nin ziyaretinden sonra Ayla daha çok dışarıda vakit geçirmeye, eve daha seyrek uğramaya başladı. Ev yalnız ara ara istediği gibi yalnız ona kalmış gibiydi. Her şeyden ve herkesten kaçarcasına davrandığı düşünüldüğünde bu durum onu mutlu etmeliydi ama etmedi. Evin boşluğunda, betonunda yankılanıyordu ama bu sefer bank, Sedat ve fısıldaşmalar olmadan. Yine de dışarı çıkma isteğini kendinde bulamadı. Salondaki koltukların ve etrafa dağıttığı pufların her birinde yeterli süre geçirdiğine kanaat getirdiğinde, evdeki yankısı Ayla’nın odasına taşmaya başladı. Rafet Bey’in Ayla’ya verdiği kendi gazetesindeki yazılarından oluşan kara ciltlerle de bu taşkınlığı sonucu karşılaştı. Kütüphanedeki şiir kitaplarının yerini raf olarak kullanılan tüplü televizyonun üzerinde tozlanmaya bırakılmış, Rafet Bey’in kara ciltlerini aldı. Hangisinin ilk cilt olduğunu anlamaya çalıştı ancak yazıların tarihleri karışıktı. Bu sebeple tarih sırasına göre ayrılmadığını düşündü. Başka bir şekilde ayrıldıysa da bunu gösterir bir işaret yoktu. O sebeple rastgele bir sayfa açıp okumaya başladı. Bazen aynı ciltteki yazıları art arda okuyor bazen ciltlerin ve sayfaların arasında geziniyordu.
Ayça’nın Rafet Bey’in ilk okuduğu yazısı, Rafet Bey’in annesinin ona çocukken anlattığı bir hikâyeyle ilgiliydi. Oturdukları yere yakın sahil şeridine düzenli olarak gidip vakit geçirirlermiş. Annesi ona denizi gösterip o koya eskiden pembe koy dendiğini söylemiş. Oradaki resifler koyu pembe cam gibi taşlarla doluymuş; etrafta yaşayanlar toplayıp satarlarmış taşları. Taşlar bitince herkesler de gitmiş. Yok olan pembeliğin ardını öfkeli bir lacivert almış, sonrasında çığırtkan bir turkuaz sonrası da gözyaşı maviliği. İşte bu mavilikmiş baktıkları. İnanmamış annesine. Yalancı kelimesini ve insanlara yalancı demeyi yeni öğrendiği ama ne yalanı ne yalancılığı bilmediği bir zamanmış. “Yalancı” demiş ona. Annesi de “Evet, yalancıyım.” demiş. Gülümseyerek “Böylesi daha eğlenceli.” diye eklemiş. Sonra onun elinden tutup ileride balık tutan üç adamı göstermiş. Adamların ikisi oltayı denize sallandırmış. Biri arkalarında çömelmiş avlanmak için oltasına yem takıyormuş. Saçları hırçın, yüzü güneş yanığı, tekiyle oltaya bastığı çıplak ayakları iri, kaba ve etliymiş. “Gel!” demiş annesi “Şimdi şu balıkçılara ilişkin yalanlar söyleyeyim ister misin?”. İstemiş, böylece yalan onların arasındaki yakınlığın ve samimiyetin sıcak bir tonu olmuş. Annesinin ölüm yıldönümünde, onun anısına yazmış bu yazıyı Rafet Bey. Annesi o çok gençken ölmüş.
Ayça, Rafet Bey’in annesinin balıkçılara ilişkin ne yalan söylediğini merak etti. Sonra balıkçıya ilişkin kendi annesine söylediği yalanı düşündü. Evlerinde salonun büfesindeki sırtına dayadığı bir sopanın sağında ve solunda balıklar taşıyan yaşlıJapon adamın seramik biblosu ile yasak olmasına rağmen oynamak istemiş, biblo elinden kayıp yere düşüp kırılmıştı. Ayla’nın kazadan sonra daha yeni yürümeye başladığı bir zamandı. Düştüğü zaman da dahil olmak üzere dengesinin en kötü olduğu zamandı. Annesine Ayla’nın evde yürüme alıştırmaları yaparken sendeleyip büfeye çarptığını ve biblonun böylece kırıldığını söyledi. Bulundukları koşullar altında Ayla’ya bunun hesabının sorulmayacağı kaç yaşında olduğu fark etmeksizin herkesçe hesaplanabilirdi. Onun da kendi annesi ile arasındaki yakınlık ve samimiyetin tonu böyle bir hesap ve yalanın soğuğunda belirlenmişti belki.
Nedenini bilemediği bir şekilde Ayça, Rafet Bey’in yazılarını okuduğunu Ayla’nın fark etmesini istemedi. Öyle ki ciltleri kendi odasına ya da salona bile götürmeyip nereden ne şekilde aldıysa aynı şekilde bırakıyordu. Ayla’nın evden çıkışve giriş saatlerini not edecek derecede takıntılı şekilde takip edip, okuma süresini ona göre hesapladı. Her seferinde Ayla evden çıktığında bir süre bekleyip sonra kalp çarpıntısı eşliğinde onun odasına geçerek televizyon setinin yanındaki yerini aldı. Ayla, mesela evde bir şey unutup aniden geri gelse kalp krizi geçirebilecek kadar büyük bir heyecan yaşıyordu. Bu kızın hayatına temasında adeta bir zorunlulukmuşçasına deneyimlediği gizliliğin, baş döndürücü iflah olmaz bağımlılığının pençesinde gibiydi. Bu da Ayça’nın anlam veremediği şeylerdendi.
Boşluk, doluluk, hareket, Rafet Bey’in yazılarında tekrarlanan unsurlardandı. Hareket canlılıktı ve boşluk olmaksızın hareket düşünülemezdi. Bu sebeple kalabalıkları sevmiyordu Rafet Bey. Hatta kapalı alanları da. İnsanın da içini doldurmaması yoksa bir taş gibi ağırlaşacağını yazmıştı mesela ve bir taşın nihai olarak ona batmayı ve düşmeyi düşündürdüğünü. Suyun yüzeyini delen taş, yüksekleri de sevmez ve kendini aşağı bırakırdı. Bazıları bu hareketlerin sebebinin şeyin ait olduğu yere dönme isteği olduğunu söyleyebilir. Belki hepimizin hareketi alttan alta ait olduğumuz yere dönme isteği, olabileceğimiz şeyi olma arzusunun neticesiydi. Bunlar eskimiş düşünceler diye de ifade etmiş Rafet Bey ama doğruluk ve yenilik her zaman el ele değildir ve bazen eskiyi düşünmek, eski düşüncelere dikkat kesilmek algıyı keskinleştirebilir diye eklemişti. Ayça gizliliğe doğru hareketini düşündü. Ayla’ya doğru hareketinin gizliliğini. Ait olduğu yerin bu olduğundan şüpheliydi. Ya da Sedat’la birlikte vakit geçirdikleri iki beton binanın arasına doğru hareketini düşündü. Tek bir harfin bile yankılanarak gürültüye dönüştüğü bu boşluğa olan hareketini. En ufak fısıltının bile gizli kalamayacağı beton boşluk ile gizliliğe doğru hareketi çelişkiliydi. Belki aidiyet biraz da uyumsuzluk biraz da çelişkiydi ya da onun aidiyeti böyleydi. Sedat’a doğru hareketini düşündü, şimdi de Rafet Bey’e yönelmesini. Yoğunluğu. Hiçbir şeyin onun için öylesine olamayışını ve anında katran gibi yoğunlaşmasını.
Bütün ciltleri bitirmediği halde Ayça’nın aklına, Rafet Bey’in başka yazıları olup olmadığı sorusu takıldı. Bu soruyu bir huzursuzluk takip etti. Onu harekete iten bir huzursuzluktu bu. “Benim için hareketin sebebi boşluk değil, huzursuzluk olabilir mi?” diye düşündü. Ya da boşluk onun için huzursuzluktu, üstesinden gelinmesi, doldurulması gereken. Yine bir gün Ayla’nın evden çıkmasının ardından Ayça hazırlandı. Rafet Bey’in ciltlerinden birini de yanına alınarak evde çıktı. Kendini Terzi Hasan’ın dükkanının önünde buldu. Dükkânın kepenkleri açık, kapısı kapalıydı. Terzinin camının önündeki ortancaların yanına çöktü. Elindeki cildi evirip çevirdi. Kapağını şefkatle okşadı. Sonra yine rastgele bir sayfayı açıp okumaya başladı. Okumaya dalmıştı ki ani bir patlama sesi ile irkildi. Nefesinin kesilip, kanının çekildiği hissetti. Cilt elinden kayarak yere düştü. Neyi tutmak istese elinden kayıp düşüyor gibiydi. Bir araba terzinin önünden hızla geçti. Patlama sesi bu aracın egzozundan gelmişti anlaşılan. Ama bu coğrafyada, bu ülkede bir patlama sesi duyduğunda kimsenin aklına ilk olarak egzoz ya da lastik ya da tüp patlaması gelmezdi. “Bilmem ki bir zaman gelecek ve birileri bu coğrafyanın, bu ülkenin patlamalar tarihi diye bir araştırma yapıp, bunu yazacak mı? Bu araştırmayı yapmak ve yazmak isteyen kişi bu isteğini iyi saklamazsa yazmayı düşündüğü bu patlamalar tarihinin söndürdüğü hayatlara eklenmez mi? Bir bomba patlamasa bir silah patlamaz mı onu hedefleyen? Bombalar, silahlar bazen belirli kişileri hedefler, bazen yaşamı ve yaşayışı. Faili genelde meçhuldür. Hep eksiltir. Hem de telafisi olmamacasına.” diye yazmıştı Ayça’nın daha önce dönerek birkaç kez okuduğu bir yazısında Rafet Bey. Tam bu esnada dükkânın kapısı açıldı. Bir kadın başını uzatarak “Birine mi bakmıştınız?” diye sordu. Ayça kardeşini, onun burada geçirdiği vakti, Rafet Bey’i ve Rafet Bey’in kardeşine ciltlerle verdiği yazılarından bahsetti ve Rafet Bey’in burada başka yazısı olup olmadığını sormaya geldiğini söyledi. Kadın önüne bakıp, gölgeli bir şekilde tebessüm etti. “Ben de bilmiyorum. İstersen içeri gel kendin bak dedi.” Ayça ayağa kalktı. Kadının arkasından terziye girdi. Kadın orta boylu, zayıftı. Çene hizasında dalgalı kumral saçları vardı. Çiçekli bir bluzu diz altı koyu mavi bir etekle giymişti. Ayça çekingen bir şekilde etrafa bakınmaya başlamışken dikiş makinesinin yanına koyduğu şakayıkları alıp, sol tarafta duran cam fanusa doğru ilerledi. Ayça’ya dönerek “Bu arada ben Seher” dedi. “Hasan’ın karısıyım. Rafet Bey’i, onun ailesini, eşini Hasan’dan eski tanırım. Sormak istediğin bir şey olursa sorabilirsin, ben de anlatırım. Anlatmak istiyorum. Artık herkesin bildiği ama kimsenin söylemediği şeylerden yoruldum.” dedi bir solukta. Sonra işine kaldığıyerden devam edip, şakayıkların saplarını kesip, ayarlayarak özenle cam fanusa yerleştirdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder