23 Temmuz 2011

CİN AYŞE 5 / DELİLİK, SANAT VE ART BRUT KADINLARI dosyasına kısa bir girizgâh

Psikiyatri mesleğinin gelişmesiyle birlikte, Foucault’nun klasik çağının zirvesi, dinsel taşkınlığın yerini cadıların deli insanlar oldukları inancının yaygınlaşmasına bıraktığına tanık oldu. Bu kayma kendiliğinden olmadı, cadılığa inanma tam bırakılmasa da yeni bir rasyonellik içinde biçim değiştirdi. Bu dönüşümde, cadı ya da dinsiz olan deli ilan ediliyor ve rasyonellikten yoksun olduğu için tedaviyle tekrar akıl sağlığına kavuşturulacağına inanılıyordu.
17. yy’dan evvel kadınlar toplumsal olarak kabul görmeyen ya da garip görünen her davranışı için ya fişleniyor ya da cadı olarak cezalandırılıyordu, 17.yyın ilk yarısında, Avrupa’da kadınlar en alt sosyal statüde bulunuyor ve kiliseye karşı işlenen tüm suçlar için zan altında kalıyorlardı. Women’s Madness: Misogyny or Mental Illness? adlı kitabında Jane Ussher, ortaçağ cadısının, kadın düşmanlığının yaygınlaşmasında ve kadının şeytanileştirilmesi düşüncesinde nasıl da bir manifesto niteliği taşıdığını söyler ve kadınların gördükleri işkencelerden bahseder. Ussher, Kiliseden Aydınlanma çağına geçişin de kadınların durumunu tam olarak değiştirmediğini, sadece kadın düşmanlığının (misogyny) biçim değiştirdiğini de ekler. Ta ki Freud’un 19 yy.da cadının şeytani olmadığı ancak onun sadece farklı bir inançta ya da toplumsal normların dışında kalan kadınlar olduklarını söyleyene kadar devam eder bu görüş.
18.yy’ın sonuna doğru deliliğin yeni algısı akıl hastalarına “deli” statüsü getirdi. Geçici bir süreliğine akıllarını yitirdikleri söylenen ama normal kabul edilen bu insanlar, suçlular ve kimsesizlerle beraber hapsedilmiyor; özel olarak onlar için yapılan akıl hastanelerine(bakımevi)kapatılıyorlardı artık. Delilik tedavisinde uzmanlaşan hekimlere ise “akıl hastalıkları uzmanı” deniliyordu.
Fransa’da 18 yy’ın sonundan 1920’lerin ortasına kadar, akıl hastalarının sanat yapıtları üzerine yazılanlar, bu uzmanların yazdıkları ve yayınladıklarıyla sınırlıydı. Bu ilk yazılarda, üretilene semptomatolojik bir bakış açısından bakılıyor, hastaların sanat yapıtları incelenip deliliğin parametreleri oluşturuluyordu.
Pinel, delilerin sanatı üzerine yazan ilk akıl hastalıkları uzmanı. 1801’de yayımladığı Medical Treatise on Mental Disorder or Mania kitabında çizen ve resim yapan iki hastadan bahsediyor.
19. yy’ın sonlarına kadar akıl hastalarının üretimleri resmi sanat alanından dışlandı.
Ama 20.yy’ın başına gelindiğinde rüzgârlar değişti, özellikle alienist Marcel Réja’nın yazdıklarıyla birlikte. 1901 yılında Revue Universelle dergisinde yayımlanan “L’art malade: dessins de fous”başlıklı makalesi ve bir ara sembolistlerin dergisi olan Mercure de France dergisindeki “L’Art chez le fous” başlıklı makaleleriyle akıl hastalarının sanatını tanıtmış olsa da, asıl bu statü pskiyatrist Morganthaler ve Hans Prinzhorn’un yapıtları sayesinde tamamıyla değişti, onlar şizofrenik sanatçının görünmesini sağladılar. 1921’de Bern’de yer alan Waldau psikiyatri hastanesinde doktor iken (sonra müdür olacak) orada bir hasta olan Adolf Wölfli ile ilgili bir monografi yazdı ve onun daha çok sanatsal tarzına odaklanarak onu bir hasta olarak değil bir sanatçı olarak inceledi. 1922’de ise Henry Prinzhorn Heidelberg Üniversitesi Psikiyatri hastanesinin koleksiyonundan derlediği bir kitap yayımladı. Bu gerçek bir sanat kitabı olarak sunuldu ve bu konudaki tüm algıyı değiştirdi. Çalışmaların çok renkli olması da ilgi çekmesi ve yaygınlaşmasında büyük rol oynadı.
19.yy’ın başında delilerin sanatına olan ilgiyi uyandıran iki önemli faktör var, bunlardan biri Romantizm akımı ki, deliliği gizli alemlere girmeyi sağlayan ulu bir durum olarak niteliyorlardı, ikinci olarak da akıl hastanelerinin ortaya çıkması (bu sayede hastaların üretmesi için mekân olmuş oluyordu) Romantikler nesnelliğe ve bireyselliğe özellikle vurgu yaptıklarından dolayı deliyi gerçekliğin yeni düzlemlerine seyahata çıkan bir kahraman olarak selamlıyorlardı. Delilikle dahiliğin eşitliğini ilk Platon ortaya atmış olsa da, ancak 19.yy’a gelindiğinde kültürel söylemin önemli bir öğesi haline geldi. Akıl hastanelerinin gelişimi ve psikiyatri mesleğinin yükselişi, Michel Foucault'nun Deliliğin Tarihi’yle (Madness and Civilization) birlikte başlayan çok yoğun bir tartışmanın konusu oldu.
Sembolistler, ekspresyonistler ve sürrealistler akıl hastalığını yüceltiyor ve onu kendi görsel araştırmalarında sıçrama tahtası olarak kabul ediyorlardı. Alman dışavurumcular akıl hastalığından ‘gerçek güç’, ‘sahicilik’ şeklinde bahsediyorlar ve çocuk resimlerine hayranlıkları gibi buna da hayranlıklarını belirtiyorlardı. Sürrealistler için de durum böyleydi. Max Ernst Köln’de düzenlediği Dada sergisinde kendi işlerinin yanı sıra diğer avangart işlere, çocuk resimlerine, Afrika heykellerine ve delilerin çalışmalarına yer vermişti. Andre Breton, Jean Dubuffet İsviçre ve Fransa’daki psikiyatri kliniklerinde araştırma yapmaya başlamadan 15 yıl önce yani 1930’da bu konuda araştırmaya başlamıştı bile.
ART BRUT tanımı
Jean Dubuffet’nin 1945 tarihli özgün kavramı Art Brut, önem verdiği için topladığı işler için kullandığı bir kavram, daha sonra bu kavram Lozan’daki Collection de l’Art Brut tarafından benimseniyor. Art Brut ‘ham sanat’ anlamına geliyor. Ham çünkü ‘pişmemiş, çiğ’ ya da kültür tarafından ‘bozulmamış’; ham çünkü direk ve çekingen olmayan bir yaratı formunda.
İşlerin biricik ve özgün olmasının yanı sıra, yaratıcılarının kabul görmüş toplum ve kültürün dışında var olduğu göze çarpar. Art Brut yaratıcılarının en hasları kendilerini sanatçı olarak görmez, sanat yaptıklarının farkında bile olmazlar.
21. yy’ın ikinci yarısına girerken, Art Brut alanını ve alaylı sanatı üç konu meşgul etmeye devam ediyor. Bunlardan ilki, Art Brut ile Jean Dubuffet’nin Kültürel sanat diye nitelendirdiği akademik sanat dünyası arasındaki kurumsal zıtlaşma. İkincisi ise farklı olsa da yapışık ikizler gibi denebilecek iki akademik olmayan sanat formunu –Avrupalı Art Brut konseptiyle kendi kendini eğitmiş, vernaküler sanatın Amerikan formülasyonu.
Bizi meşgul etmeye devam eden başka bir konu da: Varolan ve varolagelmiş sanat ortamında olsun, kültürün köşesinde bucağında kalmış unutulmuş üretim alanlarında olsun yeniden kadının durumuna ışık tutmak.
Derleyerek çeviren: Anita Sezgener

Hiç yorum yok: