23 Temmuz 2011

CLAIRE JONES Kadınlar ve Delilik







19.yy’da deliliğin dişilikle ilişkisi kadınların tarihini araştıran tarihçilerin çok ilgisini çekmiştir. Bu ilişkilendirme ta ortaçağa uzanıyor olsa da, mesela Norwich’li Julian gibi kadın mistiklere göre asıl Viktoryen çağda delilik bir “kadın hastalığı” olarak anılmaya başlamıştır.
O dönemde özentili orta sınıfın yükselişiyle birlikte kadınlar üzerinde baskı kuran ve onların özgürlüğünü kısıtlayan bazı yeni görgü kuralları getirildi. Bu orta-sınıf ailelerin status, ev dışında çalışmayan asil bir eş düşüncesine dayanıyordu (Coventry Patmore’un zamanın ünlü şiirinde, kadından “evdeki melek” diye bahsediliyordu). Bu yaklaşımların kaynağı olan Viktoryen tıp bilimi kadınları gitgide biyolojik terimlerin içine sığdırmaya başlamıştı: kadınlar doğası gereği pasif, bağımlı, cinselliğe isteksiz, anne olmak için doğmuş olan kocalarının hizmetlileriydiler. Bu inanışlar kadınların ve kızlarının ifade özgürlüğünü, eğitim ve mal mülk edinme haklarını çok katı bir biçimde kısıtlıyordu. Bu kodların dışında davranan kadınlar ‘sapkın’, ‘yapay’ ve ‘kadınsı olmayan’ davranışlar sergiledikleri gerekçesiyle kendilerini deli olarak yaftalanmış buluyorlardı. Tarihçiler, Viktoryen çağı doktorlarının ve akıl hastalıkları uzmanlarının ve ilk psikiyatristlerin tıbbi dergilere yazdıkları yazılardan, hasta raporlarından, kitaplar ve diğer yayımlardan kadın deliliğine ait birçok kayıt bulmuşlardır. Kadın hastaların deneyimlerini bulmak çok daha zor ancak kadınların yazdığı ve kadın deliliğini işledikleri sayısız romanın sayfalarına bakmak doğru olabilir.
Charlotte Bronte (Jane Eyre, 1847), Mary Braddon (Lady Audley’s Secret, 1862) ve başka yazarlar da yarı-otobiyografik romanlarında kendi kişisel deneyimlerini yazdılar. Florence Nightingale’in Cassandra’sı (1860) and Charlotte Perkins Gilman’ın The Yellow Wallpaper’ı (1892) kadınların deliliğinin tanımlarını yaparken bir yandan da orta sınıftan kadınların yaşamaya zorlandığı kıstırılmış entelektüel ve sosyal yaşamlardan deliliği sorumlu tutarlar.
Benzeri şekilde, Victoria Glendinning’in, Cambridge, Newnham Koleji’nde öğrenciyken muhtemelen astımdan nefesi tıkanarak 22 yaşında ölen teyzesini anlattığı A Suppressed Cry’ı (1969, 2. Baskı 1975) da sayabiliriz.
Deliliğin Dişileştirilmesi
Viktoryen çağda deliliğin dişilikle ilişkilendirilmesi edebiyatın yanı sıra sanat ve resimde de göze çarpar. 1850’lerden itibaren karşılaştırmalı istatistikler aracılığıyla, daha çok kadının akıl hastanesine kapatıldığı ve deliliğin temsilcisi olarak kadınların daha çok yaftalandığı doğrulanmıştır.
18. y.y’ın sonlarına gelinesiye kadar delilik maskülen olarak sunulmaktaydı.Bu kaymanın en iyi örneği de Viktoryenlerce çok popüler olan Ofelya imajlarıydı.
Ofelyanın çocuksu ve yaldızlı sunumları- John Everett Millais’s 1852’de Royal Academy’de sergilenen ünlü tablosu gibi- cinselliği de çağrıştıran kararsız imajlardı. Ofelya o dönem belirli bir ‘tip’ deliliği tanımlamak için de kullanılmıştır.
Bu değişimin zamanlamasının böyle olmasını, Viktoryen toplumdaki değişim ve kadınlığın özünde cinsellik taşıması anlayışının artmış olması bağlamında değerlendirmek yerinde olur. Cinsellik kadının doğasının belirleyici özelliğiydi: bu yüzden de iffetli olma kodları, rehber kitaplar, buluğ çağıyla beraber cinsel ayrım, evlilik ve diğer patriyarkal toplumsal düzenlemeler kadının ‘zayıf’ karakteri ve eğilimini korumak ve yönetmek için gerekliydi. ‘Zayıf’ ve ‘bağımlı’ kadının öbür tarafında tabii ki, erkeksi, güçlü, ahlaken doğru, kadınını koruyan, disiplinli, ideal Viktoryen erkeği duruyordu.
Delilik, Kadınlar ve Viktoryen Çağda Roman
1860’ların sansasyonel kadın romanları zamanlarının en çok satış rekoru kıran edebi eserleriydi. Ortak konu ya karanlık bir sırrı olan saygıdeğer bir aile ya da dolapta saklanan tüyler ürpertici iskeletlerdi. Genellikle öykü eviçi alana odaklanıyordu ve özellikle kadınların sırları üzerine oturtuluyordu.
Mary Braddon’un ilk romanları kadınların gizledikleri geçmişleriyle ilgili hikâyelerdi ve çoğu kadın karakteri ya katil, ya iki kocalı ya da suçluydu. En önemli iki romanı, Lady Audley’s Secret and Aurora Floyd’da kadın karakterler iki kişiyle birden evliydi. Bu iki kadın kahraman, patriyarkal aile tarafından kısıtlanmazlarsa, kadınların nasıl tutkularının ve şehvet düşkünlüğünün kurbanı olup ‘vahşi hayvanlar’a dönüşecekleri korkusunu (orta sınıf içinde yaygınlaşmış) sömürerek somutlaştırıyordu.
Lady Audley’s Secret’ın konusu ise, kadınların üremelerindeki istikrarsızlığa bağlı olarak deliliğe eğilimli oldukları ve bunun da anneden kızına genlerle aktarılabileceği yönündeki çağdaş tıp teorisini birebir yansıtıyordu. Lady Audley’nin garip davranışları oğlunun doğumundan sonraya ve ateşinin yükseldiği bir loğusa nöbetine denk düşüyordu (doğum, kadınların akıl hastalığına en eğilimli oldukları zaman olarak kabul görüyordu)
Lady Audley’nin deliliğinin sorusu- O gerçekten deli mi yoksa sadece kötü biri mi- anlatının ana ekseni. Kitabın sonunda kadın ‘düzgün’ kadınsılığın sınırlarını aştığı için özel bir akıl hastanesine kapatılıyor ve sorun çözülüyor. Böylece, ‘evdeki melek’ ‘evdeki dehşet’e dönüşmüş oluyor.
Wilkie Collins’ın The Woman in White’ı (1859/1860 arası dizileştirilmiş) haksız yere özel bir akıl hastanesine kapatılmış iki kadını konu edinir. Bu özel akıl hastaneleri, devlete bağlı hastanelere alternatif olarak kurulmuştu.
Jane Eyre’da, Rochester’ın ilk eşi Bertha ‘Mad Woman in the Attic’’e model oluşturur. Cinselliğine düşkün, iffetsiz, asi olarak çizilir ve kabul görmüş kadınlık davranışlarına uymayı reddeder. Ve sonuç olarak da göz önünden kaldırılır ve deli diye damgalanıp kapatılır.
Viktoryen Çağda Psikiyatri
Zamanın tıbbi yazını, doktorların, kadınların akıl hastalığına karşı savunmasız olduğu ve onu korumak için de cinselliğinin ve adetlerinin düzenlenmesi gerektiğine inandıklarını açıkça ortaya koyuyordu. Annelere kızlarının menstrüasyonunu geciktirmeye çalışmaları öğütleniyordu ve doktorlar kadınların bedenlerini denetim altında tutup zihinlerini düzenlemek istiyorlardı. Dr Isaac Baker Brown, Londra’daki özel kliniğinde kadınların deliliğini tedavi amaçlı ilk klitoridektomi (klitorisin çıkarılıp atılması) pratiğinin cerrahi öncülüğünü yaptı. Hastalarından biri sadece 10 yaşındaydı ve 1857’de yeni Medeni Kanun gelesiye daha birçokları orada tedavi edildi. Bir başka genç hasta, ‘ruh halinde değişiklikler yaşadığı’, ‘okumaya çok zaman ayırdığı’ ve erkeklere karşı çok girişken davrandığı gerekçesiyle ailesi tarafından kliniğe getirilmişti.
Elaine Showalter klitoridektomiyi, kadınların cinselliğini sadece üremeye indirgeyen bir ideolojinin cerrahi yaptırımı olarak görür, çünkü bu ideoloji, o dönem deliliğin semptomu olarak kabul edilen kadınların cinsel arzusunu tasfiye etmiştir.
Kaynaklar:
Lisa Appignanesi, Mad, Bad and Sad: A history of the mind doctors from 1800 to the present (Virago 2008) Sandra Gilbert and Susan Gubar, The Madwoman in the Attic: The woman writer and the nineteenth-century literary imagination (Yale University Press, 1979) Elaine Showalter, The Female Malady: Women, madness and English culture 1830-1980 (Virago, 1985).
Çeviren: Anita Sezgener
cin ayşe sayı 5

Hiç yorum yok: