29 Aralık 2022

LAL HİTAY. BAŞLANGIÇTA SÖZ VARDI. TEFRİKA 6

 




Performance of the gears are transforming/Blossoming

< Melek Akkaya foto

>Jürgen Klauke, Transformer, 1972. 

 

                                                                                   

BAŞLANGIÇTA SÖZ VARDI[1]

 

Başlangıçta söz vardı. İki koca beton blok arasındaki bankta, uzayda olduğunu düşündürecek bir sessizliğin ortasında nereden aklına gelmişti Ayla’nın başlangıçta söz olduğu. Ayça ile Sedat’ın mesken benimsedikleri bu bank, Emre ile birlikte yorulduklarında soluklandıkları bir yer oldu. Günün yorgunluğu ile buraya geldiklerinde sessizce yan yana otururlardı. Beton blokların her şeyi; sesi, sözü, harfleri, kelimeleri, cümleleri tüm çıplaklığı ile kusması burada sessizce dinlenmeyi bir seçenek değil bir zorunluluk kılıyordu. Bütün gün arayışta geçtiğinde ise bu zorunluluk aynı zamanda bir ihtiyaçtı. Yine böyle bir günün ardından sessizce yan yana otururlarken Ayla’nın aklına başlangıçta söz olduğunun düşmesi belki garipti. Belki de son derece doğaldı. Bazı şeylerin varlığı, yokluğunda daha vurgulu ve daha yoğundur.

 

Emre onlara yaptığı ziyaretten eli boş döndü. Sedat’ın kayboluşuna dair Ayçanın ona herhangi bir ipucu verebileceği beklentisinin sonucu hayal kırıklığıydı. Ayla ile gerçekleşen yakınlık ise beklenti dışı.  Umduğunu bulamayınca eve döndüğünde Sedat’ın odasını tekrar didik didik aradı. Neden sonra Sedat’ın kitaplarının içine bakmak aklına geldi. Çalakalem alınmış notlar, kitapların sayfaları arasına yerleştirilmişti. İşin ilginç yanı bu notlar, arasında oldukları kitaplarla ya da kitapların herhangi biriyle ilgili değildi. Sanki Sedat aklına gelenleri kalemini hiç kaldırmadan yazmış gibi düzensiz bir akışkanlık içindeydiler. Sedat bu notlarda ziyaret ettiği yerlerden bahsetmiş hatta yanına veya altına kabaca çizilmiş haritalar iliştirmişti. Emre bu yerlerin hayal gücünün bir ürünü mü gerçek mi olduğundan ilk başta emin olamadı. Ta ki notlarda Ayça ile mesken edindikleri banka ve nerede olduğuna ilişkin çizime denk gelene kadar. Burayı Sedat kendisi Emre’ye söylemişti. Emre böylece kitap aralarından notları topladı. Sedat’ın yazdığı ve kabaca krokilediği yerleri kontrol etmeye karar verdi. Bankta Ayla’nın yanında yorgun argın otururken montunun cebinden çıkardığı notları gözden geçirmeye çalışıyordu. Bir şeyi kaçırsa her şeyi kaçıracakmış hissi bu boşlukta onu, sesi, sözü, harfleri, kelimeleri, cümleleri ve de sessizliği baskılıyordu.  

 

Metalden büyük çöp kutusunun yanında vitrin mankeni, onun altına yığılmış, eksikliği ile hangi makinanın işleyişini sekteye uğrattığı belli olmayan farklı ebatlarda, küften yer yer bakır rengini almış üst üste yan yana dizilmiş makine dişlileri, Nuh Nebiden kalma siyah çürümüş kömürlü ütü, mankenin boynuna asılmış merceği olmayan fotoğraf makinesi… Bütün bu nesneler atılmamış da yerleştirilmiş gibiler. Çöp kutusu da dahil.  “Güzellik bujinin nasıl çalıştığını açıklayamaz. Ama buji çalışmıyorsa daha da güzeldir. Eğer bir bujiyi sergilersem o bir heykel olur. Bir buji heykeli gerçek bir buji olabilir.”[2]Emre aklında mısralar seyretmeye devam ederken bir sigara yaktı. Tanımadıkları, yağmur sonrasınııslaklığı ile kayganlaşmış, dar ve bozuk sokaklardan yürüyerek buraya vardılar. Denizin bu kadar içeri girdiğini kim bilebilirdi. Rüzgârın hareketlendirdiği su, kıyıdaki iri kayalara sertçe çarparak duruluyordu. Ayla sağ bacağını ovuşturarak ağrısını yatıştırmaya çalıştı. Bir sigara da o yaktı. Çöpün hizasından, az ileride deniz kıyısındaki büfeyi bir süre yan yana izlediler. 

 

Ayla bol tarçınlı salep ısmarladı.  Emre de çay. Sedat bu derme çatma büfeye ne zaman geldi ya da ne zamanlar? Tek başına mıydı? Yoksa yanında birileri olur muydu? Neden burası? Cevaplanmayı bekleyen sorulardan bir kısmı. Emre ilk çayı bitirdikten sonra ikincisini de istedi. Çay geldiğinde bardağını eline alıp girişteki kasaya gitti. Arada çok mesafe olmasa da denizin ve rüzgârın sesi, Ayla’nın Emre ve adamının konuştuklarını duymasına imkân tanımadı. Kayalara baktı. Yosun tutmuş yüzeylerine. Ayağındaki ayakkabılar spordu. Hoş, kayaların üzerlerine çıkacağından ya da çıkabileceğinden değil. Yeryüzünde en yaygın ve en çok bulunan şeylerdi kayalar. Bir ayırt ediciliği yokmuşçasına ortalama ve olağanlar. Ayla için değil. Ayça için de olmadığını biliyordu. Buradakiler gibi iri olanlarına birlikte denk gelmiş olsalardı Ayça hiç görmek istemedikleri biriyle aynı ortamda denk gelmiş gibi davranacak, yok sayma çabası ile eften püften konular açıp durmaksızın konuşacaktı. Yüzeylerin sertliği ve tavizsizliğinin üstesinden sözle gelebileceğine kendini inandırmıştı besbelli. Ayla bir an için Ayça yanlarında olmadığı için rahatladı. Rüzgâr ve denizin sesi şu an için yeterliydi.

 

Ayla’nın ailesi ve tanıştığı hemen hemen herkes düşmesinden ders çıkarmış olması gerektiği kanısındaydı. Oysa çok küçükken bunu yaşamıştıİnsanlar bunu hesaba katmazdı. Ya da onun düşmesi üzerinden kendileri hayata dair birtakım çıkarımlarda bulunurlardı. Bunların belki bir kısmı da isabetliydi ama çoğu zaman Ayla ile ilgili değildi. Düşmesi sadece ona ait değildi yani; bunu oldukça erken kavradı. Bu durumun hoş olduğu kadar sinir bozucu bir yanı da vardı; hem bir aidiyet hem bir kaçma isteği, hem oradaymış hem orada değilmiş hissi verirdi. Belki de ikirciklilik böylece olağanlaşır. Ailesi ve diğer herkes en azından onun büyük sözü dinlenmesi gerekliliğine ilişkin bir çıkarımda bulunmuş olduğuna neredeyse kesin gözüyle bakıyorlardı. Ayla ise hiçbir zaman böyle bir çıkarımda bulunmadı. Çünkü kimse ona o gün oraya kösele ayakkabılarla gitmemiş, o kayaların üzerinde oynamamış olsa düşmeyeceğini ya da o gün bu olay olmasa yine başka bir zaman başka bir şekilde düşübenzer şekilde yaralanmayacağının garantisini veremezdi. Pişmanlık bu sebeple de biraz da mantıksız gelirdi ona. Kayalar ise güven verici. Çocukluğundan beri düzenli aralıklarla aynı rüyayı görürdü. Çok duru, dibini en ufak ayrıntısına kadar gösterecek kadar berrak suyu olan bir göletin kenarındaki büyük bir kayanın üzerinde tünemişhalde durup suyu izlerdi bu rüyalarda. Sonra kendini suya bırakıp yüzerdi. Yüzme bilmediği zamanda bile hep bu gölette yüzdü. Göletten çıkarken üzerinde yürüdüğü irili ufaklı taşlar ayağına hiçbir zaman batmazdı. Hava ne çok aydınlık ne çok karanlık, ne çok sıcak ne çok soğuk olurdu. Kendi bedenini görmez, hissederdi; varlığı o rüyayı gösteren, kayda alan bir kamera gibiydi. Pırıl pırıl gösteren objektife sahip, iyi çalışan bir kamera. Bu rüyadan her uyandığında mutlu, huzurlu ve güçlü hissetti, bu rüyanın ertesinde yaşanan günler, görüşünün berraklığına inandığı günlerdi. 

 

Kayalar, yeryüzünde en yaygın en çok bulunan şeylerdi. Sabit, yani güvenli. Yalçın, yani korkutucu ve yıldırıcı. Tekrarlayan rüyalarla Ayla kayalara çekildi. Kayalar aslında ne tam biri ne tam ötekiydi. Sabit olduğu kadar oluşun, hareketin bedenliliğiydi. Döngüseldi. Yeraltının sarı, turuncu, kırmızı sıcak akıntısının yeryüzüne kudretli çıkışı ile oluşabilirdi bazıları. Sonra yeryüzünde maruz kaldığı etkilerle aşınıp farklı yerlere birikir, toplanır, tortulaşarak başkalarını oluştururlardı. Devamında yüksek basınç ve sıcaklıkla başkalaşır, yeniden eriyip yeniden kristalleşerek başkaca bir döngübaşlatırlardı. Ve dünyanın da oluşumu bir çöküşle başlamıştı esasında. Nebula adı verilen çok büyük bir bulutun evrimleşmesinin parçasıdır bu çöküş, kütle çekiminin çöküşü. Büyük bulut önce ısınır, döner, disk şeklini alır. Soğur, taş ve metalik parçalar halinde yoğunlaşır. Tekrarlanan çarpışmalar, parçacıklardan asteroit boyutunda cisimler oluşturur ve bunlar da birleşerek gezegenleri. Peki tekrarlayan rüyalar neyi oluşturur, Ayla onu kestiremedi. 

 

Dünyanın oluşumu bir çöküşle başladı ve tekrarlanan çarpışmalarla devam etti. Bu çarpışmaların bir ritmi var mıydı? Oluşması ritmik olmasa bile dünyanın bir ritmi vardı. Çünkü dünyanın bir kalp atışı vardı.[3] O atışı duyabilmek için İlk olarak Sovyet Rusya’da başlayan çalışmalar daha sonra Pangea’yı oluşturan iki kara parçasının birleştiği noktada sondaj çalışmalarıyla devam etti. Yıllarca süren çalışma sonunda yerkürenin kabuğundan 9101 metre derinliğe kadar inilebildi. Bu en derin noktada Lotte Geeven[4] delikteki sesi yakalamayı, dünyanın kalp atışını duyup kaydetmeyi başardı. Kalbe giden yolculuklar belirli bir zaman ve çaba istiyordu ve dünya da bunun istisnası değildi.  

 

Yağmur tekrar çiselemeye başladı. Emre hâl kasanın oradaydı. Ayla’nın büfenin sahibi olduğunu düşündüğü adamla hararetle konuşmayâ devam ediyordu. Salebi bitmek üzereydi. Oturduğu yerden kalkmak istemedi. Bugün uzun ve zorlu bir mesafe kat etmişlerdi. Bacağı halen sızlıyordu. Bacağı, bedeni ona oturmasını söyledi. “Senin duyguların, bir kalbin yok ki, sen beni nereden anlayacaksın?” Ayça ona böyle bağırmıştı. Huyu olmadığı halde Sedat’ın gidişiyle bir, Ayça’nın kendini odaya kapatmalarına müdahale etme zorunluluğu hissetti. Onu kendi haline bırakamadı, buna içi el vermedi. Ayça ise bunu, sevginin umursama ve ilgi şeklinde kendini göstermesinden çok varlığına, kalbine ve duygularına istemediği ve tahammül edemeyeceği bir müdahale olarak görmüş olmalıydı. Ayla’ya kalbi ve duygularını olmadığını haykırırken gerçekten yüzü acı çeken bir insanın yüzüydü. Ayla kalpsiz ve duygusuz muydu, Ayça’nın bu söylediklerinde haklılık payı var mıydı üzerine ne kadar düşünmek istemese de Ayça’nın söyledikleri aklından çıkmıyordu. Bu sözler sanki iki beton blok arasında söylenmişçesine kulaklarında olur olmaz zamanlarda çınlıyordu. Eğer Ayça duygulu bir insansa ve kendi halinden bunu anlıyorsa onun neden Ayla’yı duygusuzlukla ve kalpsizlikle suçladığını anlayabiliyordu. Nasıl ki anın etkisiyle olaylara ve kişilere müdahale etmek Ayla’nın huyu değilse, Ayça’nın huyuydu. Bunu bir kalbe sahip olması ve duygulu olmasıyla açıklıyor olabilirdi. Bir anda çok çoşkulu sonra anında hüzünle yoğrulmuş bir hale geçebiliyordu. Duygularının değişimi kayaların değişimiyle ters orantılı bir zamansallığa sahipti. Duygulara sahip olma kıstası Ayça ise, onun neden Ayla’yı duygusuzlukla suçladığını algılayabilirdi. Genel bir duygusallık kıstası varsa bihaberdi ve bu sebeple kendini konumlandırması mümkün değildi. Ayla, dışarıdan bakanların kendisini uçlarda yaşayan, dengesiz biri, Ayça’yı ise aklı başında ve dengeli olarak göreceklerinden adı gibi emindi. Oysa evet belki Ayla düşmüştü ama Ayça her gün her an bir uçurum kenarında düşmeyle düşmeme arasında yalpalıyordu ve bu belki de düşmekten, düşmüş olmaktan daha kötüydü. “Huylu huyundan vazgeçmez!” annesinin ve bütün annelerin sözü. Huyların değişmediği de düşmesinden ders çıkarılmasıgerekliliğine ilişkin kanı gibi oldukça kuvvetliydi. Kayaların dönüşmesi çok uzun yıllar alıyordu. Gezegenlerin oluşmasımilyonlarca yıl. İnsanışu anki haliyle dünyada salınması, tek bir insan ömrüne kıyasla oldukça uzun bir sürecin sonucuydu. Tek bir insanın ömrü pek çoğşeyi deneyimlemek ve gözlemlemek için yetersizdi besbelli.  Bu sebeple belki ileri bakmak için birbirinin omzunda durmalı insan ve belki bu sebeple diğer insanlarla birlikte hareket etmek bir zorunluluk ve zorunluluk olduğu kadar da bir ihtiyaç. Birbirinin gözünü oyma korkusuyla bir arada mıydı yoksa insan? Bu soruya verilen olumlu cevap Ayla’ya hiçbir zaman gerçekçi gelmedi.  Huylar belki de değişkendi. Ama tek bir Ayla ya da Ayça’nın bu değişikliğini gözlemleyebilmek için insan ömrünün süresi yetersizdi. Birbiri ile etkileşimde, deneyimlerini birbirine birebir aktarabilen, art arda dünyalılığı tecrübe eden birden çok Ayla ya da Ayça’da, daha uzunca bir süreçte bu değişiklik gözlemlenebilirdi belki.  Değişim ve dönüşümü, sabırla ve tevekkülle birlikte düşünülmesi de bir ihtiyaçtı besbelli. Ya da bir zorunluluktu.  

 

Kasanın olduğu yere doğru yeniden baktığında Emre’nin masaya doğru yürüdüğünü gördü. “Sedat buraya havanın güzel olduğu boş günlerinde gelirmiş. Çay içip tost yer, burada çalışanlarla laflarmış. Sonra şu dışarıdaki kayalarda oturur bir süre denizi izlermiş. Burası ara durağıymış. Buradan şehrin başka bir ucuna, ormanlık bir alana gidermiş. Burayı takiben oraya gitmenin ona özel olduğunu söylemiş onlara. İnançla bezeli bir alışkanlık.” Diye konuşulanları özetledi Emre ve yerine oturdu. “Sedat’ın notlarına ve eve bir daha bakacağım.” diye heyecanlı bir şekilde ekledi. “Hâlâ benimle bu yerlere gelmek istediğine emin misinÇok yoruluyor musun? Bacağın zorlanmıyor ya?” diye Ayla’ya sordu. “Eminim. Hatta notlara ve sizin eve de birlikte bakmak isterim. Bir çift fazladan göz daha iyi olmaz mı?” diyerek cevapladı Ayla. Emre gülümsedi. Başıyla onayladı. “İyi hadi o zaman kalkalım. Yarın yine aynı bankta buluşalım mı? Bu sefer dinçken.” dedi. “Dersin kaçta bitiyor yarın?” diye sordu. “Yarın boş günüm. On, on bir gibi buluşalım.” 

 

Ayla, banka söylediği saatten de önce gitti. Sabah yağmur yağğından bank halen hafif nemliydi. Umursamadı. Evden çıkarken yanına aldığı simidi ve elmayı yedi. Portakal suyunu içti. Elmayı her ısırdığında ve çiğnediğinde çıkan sesin yankısı onu irkiltti ve gülümsetti. Aslında biraz da bunu denemek için yankı koridorundaki banka erken geldi. Emre yokken canı istediği gibi elmayı ısırıp çiğneyip çınlayan seslere gülmek için. Başlangıçta söz vardı. Belki de sessizlik. Söz, yalnızca kendini ifade etme aracı mıydı? İnsan kendini yalnızca sözle mi ifade eder? Bacağını, dövmesini ve kot şortunu düşündü. Aklına Serkan geldi. Emre’nin Serkan hakkında söyledikleri. Serkan’ın diğer insanların onun bedeniyle kurduğu, kuracağıilişkiyi kontrol altına alma isteğini. Serkan’ın rengarenk kumaşlarını, tüllerini, gözlüklerini, gömleklerini… Desenli yeleklerini, otrişlerini, şallarını, kovboy çizmelerini… Yakışıklılığını -acaba nasıl gözüküyordu, Emrelere gittiğinde bir fotoğrafını bulurdu belki- ve kayboluşunu düşündü.  Bütün felaket senaryoları bir yana bırakılırsa bu gidişler de başka bir şeylerin ifadesi olabilir miydi? Kendini ifade etmenin bir karşılığının olmamasının sonucu olabilir miydi bu gidişler? Sana yer olmadığını, kendini ifade etmene yer olmadığını anladığında gitme isteği hasıl olmaz mıydı? Yaşadığı kazanın, yarasının yokmuş gibi davranılmasının onu ne kadar yenilmiş hissettirdiğini anımsadı. İnsanın kendini ifade etmesinin kırgınlık, kızgınlıkla karşılanmasının eziciliğini. Sözün anlamını yitirmesi en büyük vahşiliklerden birine, insanın kendine ifade etmesinin önünün kapanmasına sebep olabilir miydi? Söz yalnızca kendini ifade etmek değilse bile başlangıçta söz varsa, kendini ifade etmek bu sözün dışında düşünülmemeliydi. 

 

Arkasında ayak sesleri duydu. Geri döndü. Yanına koyduğu boşalan portakal suyu şişesi prizma görevini görmüştü. Emre önüne rengarenk bir ışık hüzmesini almış ona doğru ilerliyordu. Gülüp, el sallayarak.

 

 

 

 

 

 

 

 



[1]Derslerinden ilham aldığım Kaan H. Ökten’e teşekkürlerimle.

[2] Ben Lerner’in 160. Kilometre yayınlarından çıkan ve Donat Bayer’in çevirdiği Sanat Yok başlıklı kitabında yer alan bir şiirin birkaç dizesi. 

[3] Dünyanın kalp atışı ile beni yakınlaştıran Anita Sezgener’e sevgilerimle. Şairin “Dünyanın kalp atışı”isimli şiiri Heterotopya Yayınlarından çıkan Çok Sesi kitabında  

[4] Hollandalı bir sanatçı. Bilim insanlarının yardımı ile bu kaydı almayı başarabilmiştir.

Hiç yorum yok: