14 Aralık 2011




JEANETTE WINTERSON

ORION

İşte koordinatlar: 5 saat 30 dakika açılım (gökkürenin koordinatları yerkürenin boylamlarına benzetilir) ve (gök ekvatorundan) sıfır derece yükselim. Herhangi bir astronot nerede olduğunuzu söyleyebilir.
            Ayazlı bir gecede dürbünün ardında diğer dünyaları duyumsamaktan farklıymış, değil mi? Öyle geceleri severim; mutfağın ışığı sönmüş, parlak gümüş tabanlı Wellington botlar. Üzerlerinde parlak gümüş kıyafetiyle gurur içinde dikilen bir astronotun resmi var. Aya kısa bir seyahat, dünyaya biraz rahatlık getirdi. Neil Armstrong’un üzerindekileri giyebilir ve asla üşümeyiz. Ayakları zemine sımsıkı basan yıldız gözlemcileri için iyi haber olmalı bu. Zamanla yerimizi değiştirdik. Orion da böyle yapacak.
Takımyıldızlarındaki her bir yıldız, aşağı yukarı her 200,000 yılda bir konum değiştirir. Yani, her zaman hareket ederler, fakat bizim av köpeklerimizin takip edemeyeceği kadar incelikle. Bir gün, dünya güneş sisteminden kendi isteğiyle ayrılmadıysa, kubbesi bizi yine şaşkına çevirecek yeni bir semaya uyanacağız. O yine yuvamız olacak, ama garanti görebileceğimiz bir yer değil. Size Orion’un öyküsünü anlatıp, ‘Bakın, işte orada, şuradaki de sadakatiyle ona parlaklık veren köpeği Sirius’ diyemezdim.
            Eskiden kim olduğumuzu söyleyen noktalı seyir defteri sabit bir metin değildir.
            Bir öküz derisine işeyen, keyfi yerinde üç tanrıdan olma Orion’un bildiği tek eylem zamanı, gelecek zamanda süreklilikti. Muazzam bir avcıydı. Oku her an uçuşta, avı daima az ötesindeydi. Ardında bıraktığı cesetler, çürümeye fırsat bulamadan geçmişinin bir parçası olurdu. Girit’e gittiğinde güneşlenmedi. Vahşi hayvanların kökünü adadan kazıdı. Değneği sallamakta ustaydı.
            Bir dolu hikâye vardır: Orion öyle uzundu ki, saçlarını ıslatmadan deniz yatağı boyunca yürüyebilirdi. Öyle güçlüydü ki, bir dağı yarabilirdi. Uslanacak bir adam değildi o. Ve tıpkı onun gibi, uslanacak bir kadın olmayan Artemis’i gördü sonra. İkisi de avcı, ikisi de tanrıydı. Tanışmaları semada kayıtlıdır, fakat bunu her gece değil, sadece yılın belirli geceleri görebilirsiniz. Diğer zamanlarda, Orion âdeti olduğu üzere ufuk çizgisine hükmetmek için elinden geleni yapar.
            Öykümüz, tarih ile yuva arasındaki eski çatışmayla ilgili. Ya da başka bir ifadeyle, evi maceradan ayırırmış gibi görünen ölçülemez, olanaksız alanla.
            Dinleyin bunu.
Yabanıl bir gecede, sağduyudan çok bezginlikle, Kral Zeus kızının ipleri eline almasına razı geldi. Kızı evlenmek; savaşan erkeği (tanrı veya değil) palas prensliğinden yaman bir kahramana dönüştüğü ritüel metamorfozdan geçerken, evinde oturmak istemiyordu. Çocuk istemiyordu. Avlanmak istiyordu. Avlanmak ona iyi geliyordu.
            Sabaha yükünü hazırladı ve ormandaki yeni yaşamı için yola koyuldu. Kısa süre sonra ünü yayıldı ve başka kadınlar da ona katıldı, fakat Artemis yanında kimseyi istemiyordu. Yalnız olmak istiyordu. Yalnızlığında çok tuhaf bir şey keşfetti. Erkeklerin dünyayı arşınlama, kendilerini bekleyip bekleyen karılarına ihtişamla dönme özgürlüğüne gıpta etmişti. Tarih yapanlar ile yuva yapanları, yaşamı olanaklı hale getiren büyük ayrımı biliyordu. Bunu reddetmeksizin, öteki tarafa ait olan özgürlükleri tatmayı istemişti sadece. Peki ya yedi cihanı bir kahraman gibi dolaşsaydı? Farklı şeyler mi, yoksa farklı kılıklarda aynı şeyleri mi bulurdu?
            Tek bir yerde tüm dünyanın kapsanabileceğini, çünkü bu yerin kendisi olduğunu öğrendi. Buna hiç hazırlıklı değildi.
            Simyacıların bir sözü vardır: ‘Tertium non datur.’ Üçüncü yol yoktur. Yani, bir elementten diğerine, atık maddeden birinci sınıf altına olan dönüşüm bir gizemdir, formül değil. Zıtların geriliminden biçimlenecek ve aralarında sağaltıcı bir değişime yol verecek olan şeyi kimse öngöremez. Kılını kıpırdatmadan zindanından çıkıp özgür ve engin bir ovaya giden zihin için de aynısı geçerlidir. Sürece yeni bir şey müdahale etmiştir. Bunun ne olduğunu ancak tahmin edebiliriz.
Bir gece, Artemis avının izini kaybetmiş, bulunduğu yerde bir ateş yakıp dinlenmeye çalışıyordu. Fakat gece müphem ve oyunculdu. Ateşteki yansımasına baktı; bir çocuk, bir kadın, bir avcı, bir Kraliçe. Çocuğu eline geçirdiğinde, kadını gözden yitirdi, yayını gerdiğinde Kraliçe kaçtı. Farklı benlikleri onu atlattıkça, dünyayı boydan boya geçip nefes alan tüm yaratıkları avlamış, neye yarardı? Ortalıkta kimse kalmayınca kendisiyle yüzleşmesi gerekecekti. Evi terk etmek… Hiçbir iz bırakmamıştı. Ev de onunla gelmişti, her parçası. Ve karanlıkta beklemişti. Savaşmaya değer tek savaşın, içinde kopan savaş olduğunu anladı; gerisi oyalanmalardan ibaretti. Bu küçük yerde, avlandığı alanda, kendisini yuvaya götürecekti. Yuva pısırıklara uygun bir yer değildi; sadece gözü karalar kendileriyle yaşayabilirdi.
            Sabah vakti yola koyuldu, gün be gün, her sabah yola koyuldu.
            Huzursuzluğunda dirlik buldu.
            Sonra, Orion geldi.
Artemis’in konaklama alanına adım atıp köpeklerini savurdu, kötü bir aktör gibi böğürerek; sağ gözü bantlı, sol kolu bir tahtaya tutturulmuş. Artemis bir mil ötede, su almaya gitmişti. Döndüğünde, paçavralar içindeki bu devasa adamı keçisini yerken gördü, çiğ çiğ. Büyük bir geğirtiyle yemeyi bitirdiğinde, ağzının etrafındaki yağlar hâlâ taptaze, deniz kenarına kısa bir yürüyüş yapmayı önerdi. Artemis bunu istemiyordu, fakat korkmuştu. Adamın şöhreti, kötü kokan nefes gibi dolanıyordu ardında.
            Girintili çıkıntılı kıyı, taş çukurları ve karanlık otlarıyla, adama maceralarını anımsattı; onları, su kabarıp kadının beline gelene dek, detaylarıyla sayıp döktü. Gitmediği yer, görmediği şey kalmamıştı. Bir yaban tavşanından daha hızlı, bir çift boğadan daha kuvvetliydi.
            ‘Kokuyorsun’ dedi Artemis, fakat adam onu duymadı.
            Sonunda yükselen sudan zar zor çıkmasına izin verdi kadının ve bir ateş yaktı. Hayır, konuşmasını istemiyordu, onu tanıyordu. Her yerde onu aramıştı. Kadın bir muammaydı, adam da şöhretli. Evliliğe bakın.
            Fakat Artemis konuştu. Sevdiği topraklardan ve onun gün be gün değişimlerinden bahsetti. Burası, gitmeye hazır olana dek kalmak istediği yerdi. Sadece yolculuk etmek yetmiyordu. Çarçabuk konuştu, sözcükleri peşi sıra birbirini takip ediyordu; bunları daha önce kimseye söylememişti. Konuşurken, söylediklerinin doğru olduğunu biliyordu ve bu ona korkusunu yenip ayaklanmak, hoşçakal demek için gereken gücü veriyordu. Arkasını döndü. Orion, Artemis’e tecavüz edip uykuya daldı.
            Artemis yıllarca o geceyi düşündü. Sadece birkaç dakika sürmüştü ve o sadece tenini çizen, kuma bulanmış tüylerini hissetmişti adamın. İşini bitirdiği anda horlamaya başlamıştı, onu üstünden itti. Horultuları dünyayı salladı. Sonradan, gelecekte, zaman capcanlı ve değişmeden kalacaktı. Onu başka türlü düşünmezdi, daha yumuşak veya sert olsun istemezdi. Sadece onu korur, avuçlarında döndürürdü. İntikamı çabuk, basit ve yüz kızartıcıydı. Onu bir akreple öldürdü.
Bir gecede 200,000 yıl geçebilir, zaman sadece zihinlerimizde hareket eder. Dışarıda mevsimler düzenli izlerini bırakmayı, çok sevilen topraklar daima değişmeyi sürdürürken, içeride ışık yılları bizi bambaşka gökler altında devreden arazilere götürür.
            Artemis, ölü Orion’un yanı başında uzanmışken, geçmişinin tek bir eylemle değiştiğini görür. Gelecek hâlâ el değmemiş, hâlâ kurtarılmamıştır, fakat geçmiş kurtarılamaz. Olduğunu sandığı kişi değildir o. Her eylem, her karar onu buraya getirdi. An, onu beklemekteydi, tıpkı merdivenin son basamağının uyurgezeri bekleyişi gibi. Dalıp gitmişti ama şimdi uyanık. Gökyüzüne baktığında,  huzurlu ve heyecan verici olduğunu görüyor. Hiçbir zaman cilalanmaya ihtiyacı olmayan gümüş broşların tutturulduğu kara bir pelerin. Orada, ışıl ışıl kıvrımlara sarılı biri yaşıyor mutlaka. Sadece yolculuk etmenin asla yeterli olmadığını anlamış ve uzun zaman önce yuvayı uzay gemilerine tercih etmiş biri.
Kumsalda dalgalar, Artemis’in ayaklarının etrafında karanlık havuzlar oluşturdu. Ateşi canlı tuttu, kendisi ısınırken ve Orion yavaşça soğurken. Bedenin evcilik oynamayı bırakması için biraz zaman geçmesi gerekir.
            Onu çevreleyen kızıl halka, yaşamın bir anda bir biçime bürünüverdiğini, sonra bir başka biçime salıverildiğini anlamak için ihtiyaç duyduğu bütün ipuçlarını barındırıyordu. Anıtlar ve şehirler, onları inşa eden insanlar gibi yok olup gidecekti. Hiçbir dinlenme yeri, hiçbir saray ileride uzanan ışık yıllarından sağ çıkamazdı. Yeniden yazılmayacak bir tarih yoktu ve en eski günler şimdiden görülemeyecek kadar uzaktaydı. Tarih, bu geceden ne çıkarırdı?
            Bu gece berrak ve parlak, dalgaları tepelere atan soğuk bir rüzgâr var. Köpükler, kumsalda sümüklüböceklerin silik, üçgen izlerini bırakıyor. Tuz kokusu, burun deliklerinin içindeki havayı titreştiriyor; dudakları kuru. Aklı köpeklerinde. Kendilerini yuvada hissediyorlar, çünkü o yuvada hissediyor. Yıldızlar, ona hiçbir şeyden destek almadan havada asılı kalmayı gösteriyorlar. Sahip olduğu madalyalar, sertifikalar, topraklar yokken, onlar gibi yanabiliyor, zaman durup da sonsuzluk her şeyi yeniden değiştirene dek, zamanda yolculuk ediyor. Değişimin ona zarar vermediğini fark etti.
            Gün olmak üzere, yani yitip gitme eylemi yakında başlayacak. Uyanık kalmak, gecenin yitişini, yıldızların yitişini ve ilk mavi -barut renginin belirişini izlemek istiyor. Güneşin suyu yırtmasını görmek istiyor. Fakat her şeyi görebilecek kadar uyanık kalamaz; bazı şeyler yanından geçip gitmeli. Görmediği şey, yemek için dışarı çıkan kertenkeleler veya Orion’un tek gecede donuklaşan gözleri. Küçük bir kuş Orion’un omzuna konmuş, nam salmış saçlarından bir tel çalmaya çalışıyor.
Artemis, ateşi ezip söndürmek için güneşin tepeye yükselmesini bekledi. Orion’un bedenini kapamak için taş ve kaya topladı. Kıyıyı döven gümbürtülü rüzgârı kesen yüksek bir tümsek yaptı. Fırtınalı bir gündü, kara bulutlar ve ufukta pırıldayan kesif portakal. İşini bitirdiğinde yağmurdan sırılsıklamdı. Elleri kanıyor, saç telleri ağzına girip duruyordu.  Açtı, fakat artık öfkeli değildi.
            Dünkü sarışın kum, şimdi ıslak ve kahverengiydi. Gözünün alabildiğince gri sular, kenarları beyaz; kuşlar üstünde çark ediyorlar. Yalnızlık gözyaşları, yalnızdı o, bir arkadaşı değil, ihlal edilmemiş bir zamanı özlüyordu. Deniz hipnotize ediciydi. Ne rüzgâr ne de ayaz onu oturup beklediği yerden çekip alamazdı. Beklemiyordu; anımsıyordu. Onu buraya getiren şeyi bulmaya çabalıyordu. Üçüncü yol yoktur. Bildiği tek şey, sağduyunun sınırlarına ulaşmış, karşı tarafa geçmiş olduğuydu. Artık güvendeydi. Tehlikeyi göze almadan güvenlik olmaz ve tehlikeye attığınız şey, değer verdiğiniz şeyi açığa çıkarır.
            Ayaklandı ve hava kararırken orayı terk etti. Giderken ardına bakmadı, ayaklarının kumda kendilerini biçimlendirdiğinin bilincindeydi. Sonunda, buruna vardığında, ormanın dik yamacı kestiği yere güç bela tırmandıktan sonra, Orion’un artık zar zor seçtiği tümseğini ve kendi ayak izlerini görmek üzere bakışlarını ileriye dikti. Sonra gece çöktü ve yıldızlar dışında ona geceyi anımsatan hiçbir şey göremedi.
Peki ya Orion? Ölü ama unutulmadı. Bir süre, güçsüz yaratıkları dövdüğü ve bol bol ağladığı Hades’te kalmak zorundaydı. Sonra tanrılar ona merhamet ettiler ve onu yanlarına alıp, herkesin görebileceği şekilde göklere koydular. Şafak vakti yükseldiğinde, yaz gelmek üzeredir. Akşam vakti yükseldiğinde, kışa ve fırtınalara dikkat edin. Onu gece yarısı görürseniz, üzümleri toplama vakti gelmiştir. Köpekleri yanındadır; Büyük Köpek, Küçük Köpek ve Sirius, galaksimizdeki en parlak yıldız. Bakmak içinizden gelirse, ayaklarının altında minik bir yıldız grubu görebilirsiniz: Lepus, tavşan; en sevdiği yemek.
            Orion her zaman yuvasında değildir. Göz alıcı olmakla birlikte, bazen Kasım’da, gökte uçan bir savaşçı pilot gibi bir hayli silikleşir. Kasım, Akrep’in ayıdır.

Çeviren: ILGIN YILDIZ

cin ayşe 6, ekim 2011

Hiç yorum yok: