New York’ta 1948’de başlayan akım 50’lerin ortasında San Francisco’ya sıçrayarak orada zaten varolan San Francisco Rönesansı ve Black Mountain şairleriyle buluşur.
Savaş sonrası Amerika’sı, yani 1950’lerin Amerika’sı, dışarıdan bakıldığında bolluğun, endüstriyel büyümenin, çalışma ve mükemmelliğe saplantılı Püriten anlayışın hüküm sürdüğü dünyanın en güçlü ve zengin ulusu olarak görünmesinin gerisinde, sosyal ve politik baskıların ve giderek artan tüketiciliğin ortaya çıktığı bir dönemdi. 7 milyon insan, bebek yapmak, süpermarketler ve alışveriş merkezleri açmak ve ülkenin dört bir yanında otobanlar inşa etmek derdine düşmüş; radyonun yerini tüketimi pompalayan televizyon almıştı. Bir yandan tüketim kültürü artarken diğer yandan FBI, ülkenin ulusal güvenliğini sağlamak üzere, telekulaklık yapmaya başlamış ve bir Güvenlik Endeksi oluşturmuştu.
Beatler bunların hepsinin farkındalığıyla, bu değişimleri öfkeyle karşıladılar, Amerikan maddiyatçılık ve konformizmini hem sözel hem sanatsal olarak kınamaya giriştiler.
1950’ler Amerika’da aynı zamanda politik baskıların yanı sıra cinsel baskıların da yoğun olduğu bir dönemdi. Cinselliğin kamusal alanda tartışılması tabu sayılıyordu. Masturbasyonun delilik olarak görüldüğü, evlilik öncesi ilişkinin ahlaksız bulunduğu ülkede kadın nüfusun yarısı 19 yaşında evleniyor, oral seks sapıklık; eşcinsellik suç sayılıyordu. Beatler, bir yandan politik baskıya ve tüketime tepki gösterirken, bir yandan da 50’lerin bu cinsel ketlemesine karşı da daha teşhirci bir yol öneriyorlardı, hem yaşamlarında hem yazılarında.
“Beatler, başarı duygusu yerine başarısızlığı; düzen yerine kaosu; gri takım elbise yerine sandaletleri, Kurtuluş ordusunu reddi, sakallar ve uzun saçı; antisepsi yerine kirli bedenler ve keçeleşmiş saçı; evlilik ve aile kurumu yerine rastgele ilişkileri, evlilik dışı çocuk sahibi olmayı; barda ya da evlerde içmek yerine uyuşturucu partilerini, ucuz ve sert alkolü; politik bağlantıların yerine soğuk savaştan, Rosenberg’lerden, Nixon ve adamlarından sakınmayı; şehir yaşantısının yerine komünal yaşamı; sıhhi düzenlemelerin yerine alt geçitlerdeki sifonu çekilmeyen, musluğu akmayan umumi tuvaletleri koydular.”(Frederick Karl)
Ginsberg, Kerouac, Burroughs- New York’taki çekirdek- ve daha sonra da Gregory Corso, Peter Orlovsky, Michael McClure, Gary Snyder kendi görüşlerini tüm dünyaya uluyarak edebi ve toplumsal kuralları yıkarken kadınlar ne yapıyordu? Kadınlar nasıl katıldı? Uyum sağlayabilmişler miydi?
1950’lerde kadınlar için tek bir seçenek vardı: evlenip evinin kadını ve anne olmak. Ailenin egemenliğinden kurtulmak kocanın egemenliğine girmekle mümkün olabiliyordu. Bu seçenekler doğrultusunda bir kadın için Beat olmak mutfağa zincirlenmiş bir hayat sürmekten çok çok daha cazipti.
Kişilikleriyle ve ideolojileriyle Beat kültürünü yaratmış olan adamların yanı sıra kadınlar kültür karşıtı eğilimleri dolayısıyla zaten varolan Beat sahnesine adım attılar. Aralarında tek ortak nokta Jack Kerouac’ın On the Road(Yolda-1957)’uyla karşılaşmalarıydı. Açık bir biçimde göze çarpan anlatıdaki eril dile aldırmadan, kadınlar kendilerinden beklenen toplumsal görevlerin dışına çıkıp kendi kimliklerini keşfetme arzusunu onlarla ortak kıldılar. Ve yeni bohemyanın erkek bakış açısına karşılık vermeye çalıştılar, hem baskın kültürün kendilerine dayattıklarıyla hem de akım içinde tanımlanmış cinsiyet rolleriyle baş etmek zorundaydılar. Akımın erkekleri tarafından ya ilham perisi ya da anne olarak görülüyor, sanatsal özellikleri arka plana itiliyordu. Çoğu dışarıda çalışıp, kendini yaratıcılığına adaması gereken sevgililerini desteklemeye çalışıyordu. Kendileri şiir yazsa da bundan bahsetmeyip sessiz kalıyor, yeterince iyi olduklarını düşünemiyorlardı bile. Çünkü bu sessiz kalışların, dile gelmeyişlerin çalışabilmeleri, mobil halde ve güvende olabilmelerinin diyeti olduğunu düşünüyorlardı.
Bu denli konformizm karşıtı olmak pek de kolay değildi. Evlenmeden yaşamak, şair, sanatçı olmak, bir yandan çocuk büyütmek, yola çıkmak kadın için iki kat zorluydu, hele ki toplumsal küçümseme ve aşağılamanın bu denli yoğun olduğu bir ortamda. Joyce Johnson ve Elise Cowen saygın ailelerinden ve onların yüksek beklentilerinden kaçtılar. Diğerleri evlenip Ortodoks olmayan yaşamlar sürdüler. Joan Vollmer Adams'ın William Burroughs’la evliliği, örneğin, varlıklı ve üst sınıf ailelerin kaldırmayacağı bir şeydi. Diane di Prima 5 çocuk sahibiydi ve onları beraberinde aşramlara ve Millbrook’taki Timothy Leary'nin psikedelik komününe götürüyor, VW bir karavanla tüm ülkeyi dolaşarak şiir okumaları yapıyordu.
Hettie Jones’un melez evliliği ve çocukları New York’un Greenwich Village’inde bile skandal yaratmış, ailesiyle arasının açılmasına sebep olmuştu.
Women of the Beat Generation kitabının giriş yazısında Anne Waldman, sevgilileri için canki olan, onlar için hırsızlık yapan, şiirsel ve sanatsal yönlerini gizleyen, popüler olmak için yatıp kalkan, istenmeyen gebeliklerini saklayan, kürtaj için kendi başlarına para biriktiren ya da çocuğunu evlatlık veren yaratıcı kadınlar olarak bahseder onlardan. Kadınlar beat tarzı bir hayata adım atmışlardı da sürdürdükleri yaşam yazar olmaları yolunda yeni engeller çıkarıyordu.
Derleyerek çeviren: Anita Sezgener
Kaynakça:
Reconsidering Margins – The Women of the Beat Generation, Rogoveanu Raluca
“No Girls Allowed: Women Poets and the Beat Generation.”, Jennifer Love Women Writers: A Zine. Online Journal.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder