LAL HİTAY
TAMAMLANMA
>Al Brydon – The Code Flowers The Last Star to Shine
<Rinko Kawauchi – Illuminance Series
Graham Swift ve Stefan Zweig
Ayça’nın ziyaretinden sonra Seher o gün terzinin kapısını hızla açıp oradan geçen Ayça’nın önüne dikiline kadar birbirlerini hiç görmediler. Bu zaman zarfında Ayça terzinin önünden her geçtiğinde adımlarını ağırlaştırır ve Seher’i görme umuduyla çaktırmadan içeriye göz atmaya çalışırdı. Hasan, Rafet Bey’in ölümünden sonra başka bir adam olmuştu; deyim yerindeyse o da az çok ruhlar alemine karışmış gibiydi. Ezbere hareketlerle hayatını idame ettirir bir görüntüye bürünmüştü.Haliyle Ayça’nın ne kendisini ne de meraklı bakışlarını fark etmedi. Ayça, Seher’i göremediğinden onun da Sedat gibi bir anda sırra kadem basmış olabilme ihtimali aklından geçirmeye başladı ve bu durumun düşüncesi bile onun için tahammül edilemez bir hal aldı. Yine bir cevapsızlık ve yarım kalmışlıkla baş etmek zorunda kalmak… Halen sebebini bilemediği, kafasında binlerce sebep uydurduğu, uydurduklarının kiminde zaman zaman ısrarcı olarak ruhsal savrulmalarını dindirmeye çalıştığı, çabalarının boşa çıkarak duygusal gelgitlerini pekiştiği tek bir kaybın çukurunda debelenirken bir tane daha gidişin onu içinden çıkmayı asla beceremeyeceği bir kuyuya fırlatacağını kuvvetli bir şekilde hissetti. Bundan dolayı Seher’i bir anda önünde görünce düşündüğünden çok mutlu oldu. Kalbi ağzında heyecanlı, teklifsiz bir şekilde kadının boynuna atlayıp, ona sarıldı. Seher bu coşkuyu biraz garipsese de hoş karşıladı, özlenmenin güzel olduğunu söyledi. “Bu kadar özlediğine göre hasret gidermemiz şart hadi bu akşam işin yoksa bana gel” dedi. Ayça dünden razıydı. Yemekten sonra buluşmak için anlaştılar.
Seher bahçeyi hazırlamıştı. Terzi Hasan yoktu. Havalar serindi ancak dışarıda oturulmayacak kadar soğumamıştı. Masanın üstünde iki tane güzelce katlanmış kalınca rengarenk şal duruyordu. Seher şallardan birini Ayça’ya uzatıp, diğerini kendine aldı. Şalına sarınıp yan yana koyduğu sandalyelerden birine oturdu. Ayça’yı da diğerine oturması için davet etti. “Gereğinden fazla uzayan sessizlik olursa aya ve yıldızlara bakarak oyalanırız diye düşündüm, ondan bahçeyi hazırladım.” dedi. Cümlesini bitirirken başını gökyüzüne çevirmişti bile. Bir süre öylece gökyüzüne baktı. “Daha teleskop bulunmadan, gökyüzünün doğru düzgün gözlemlenmediği bir zamanda, ay tutulmalarının yerini ve zamanını bilebildiği için ayı saklayabildiğine inanılan, cadı ve büyücü olduğu söylenen Aglonike’yi duydun mu hiç?” diye sordu. Ayça afalladı… Aglonike bu aralar ne kadar sık gündeme geliyordu. Ayla’da ona geçenlerde aynı kadını bilip bilmediğini sordu. Ayla’nın orada olmadığında bile Ayça’nın vakit geçirdiği insanlarla daha çok ortaklaştığı hissi… Çocukluktan kalan arkada kalmak ve yetişmeye çalışma hissi… “Duydum.” diye cevapladı. “Şairler geçmişi, kahinler geleceği söyler derler. Gece, ay ve yıldızlar kiminin cevherinin ışıldaması için ilham verici olabilir. Diğerleri, yani çoğunluk için yalnızca oradadırlar. Geçen görüşmemizde söylemiştim, Rafet’in annesinin çocukluğunun ıssız geçtiğini… Söylemediğim çocukluğunun bir o kadar da sessiz geçtiğiydi… Zorunda kalmadıkça hiç konuşmayan bir kız. Bu yüzden o az katlı evin düz damında, meteor yağmurunu izleyecek bir grup gençle nasıl tanıştığı, o toplantıya nasıl dahil olduğu, bir anda nasıl dile geldiği benim için de orada bulunan annem için de hep meçhul kalmıştır. Anlaşılan o gece orada gökyüzünü seyredip, meteor yağmuru beklerken gece, ay ve yıldızlar onun cevherini parlatması için ilham vermişti.” Ayça konuşma hemen Rafet’in annesine geldiği için sabah Seher’i gördüğü andaki kadar heyecanlandı. Hikâyenin kalan kısmını merak ediyordu ama bunu nasıl dile getireceğine bir türlü karar veremiyordu. Şimdi fırsatını bulmuşken Rafet’in annesinin yarım kalan hikayesi geçen sefer tamamlayamadıklarını söyledi. Seher hafifçe iç çekerek başını salladı. İçeri gidip bir şişe şarap, iki tane kadeh ve atıştırmalıklarla geri geldi.
//Ağustos ayıydı. Evin düz beton damının ılıklığı, uzanıp gökyüzünü izlemek isteyen gençlere karşı misafirperverdi. Bulutsuz gökyüzünde ay ve yıldızlar ışıl ışıldı. Damda sessiz bir bekleme hakimdi. Feride hem o anki sessizliği hem de ona yıllardır hâkim olan sessizliği sona erdirip anlatmaya o gün, o anda başladı. Feride, Rafet Bey’in annesi... Bütün evren buz ve ateşin dansı gibidir. Savaşı değil. İyilik ve kötülüğün karşı karşıya gelmesi değil, bir varolma direnci, farklılıklara ve sürtüşmelere rağmen var olma mücadelesi… Ateş, buzun varoluşuna tehdittir, buz da ateşi sönümler, güçten düşürür. Buna rağmen alev alev yanan yüzeyin altında buz ve taştan çekirdeği olan gökcisimleri bütün ihtişamı ile var olur. Yüksek çekim gücü ile çekirdeği alev alev tutuştururken yıldızların ısısı ona doğru olan mesafeyi kat edemediğinden yüzeyi buzla kaplı gökcisimleri de yörüngelerinde salınır. Isısı ulaşmasa da ışığı ulaşan yıldız buzlu yüzeyi parlatır, görünür kılar. Yanan çekirdek basıncıyla buzu iterek yüzeyde volkanlar oluşturur. Zorlama volkanlarından buz ve su buharı uzaya püskürür, enkaz uzaya boşalır. Püsküren buzun bir kısmı yüzeye geri döner bir kısmı da en yakın gördüğü gazdan haleye tutunur. Tutunabilenler bütün gücüyle ışığı yansıtarak karanlığın örttüğü haleyi görünür kılar. Hiçbir şey çelişkiden azade değildir; uzay da. Zorlama volkanlarının enkazı su buharı ve buzsa, kuyruklu yıldızların enkazı da çakıl taşı, kum taneleri ve kimi zaman iri kayalardır. Şu an burada bir enkazın parıltılarını bekliyoruz. Dünyanın kuyruklu yıldızın enkazının içinden geçmesini, dünya ve kuyruklu yıldızın yörüngelerinin kesişmesini, farklı varoluşların birbirini yok etmeden bir arada var olabilmesinin, bir araya gelebilmesinin çoklu ışıltısını gözlemlemeyi umuyoruz. Meteor yağmuru başladı. Feride sustu. Bir dahaki hikayesine kadar da sessizliğine geri döndü.//
// Seher de bir süre kendi sessizliğine çekilince Ayça bakışlarını gökyüzüne çevirdi. Ay ve yıldızlar belirgindi. Anlatacak hiçbir şeyin yok mu Ayça? Ay ve yıldızlar senin için yalnızca oradalar mı? Beklemek… Rafet Bey’in ara ara değindiği bekleyiş insanları. Neyi beklediğini bilmeden kendini bir bekleyişe kıstıranlar. Hayatın nasıl olması gerektiğini, insanların nasıl olması nasıl davranması gerektiğini kendi bekleyişlerine sıkıştıranlar... Böyle olmadıkça şansızlığına yakınanlar, haksızlığa uğramış hissedip, küskünleşenler… Bekleyiş insanları ıskalar kendini, diğerlerini, günü, geçmişi, geleceği… Hayatı ıskalarlar. Arada kendinin de bekleyiş insanı olup olmadığını düşünmeye başlamıştı Ayça. Bekleyişin hayatına Sedat’ın kayıplara karışması ile girip girmediğine emin değildi. Bekleyişinin ne kadar Sedat ile ilgili olduğuna ilişkin de bir fikri yoktu. En başından beri bir bekleyiş miydi onunki? Hiçbir şeyi kendi haline bırakamadığını ona söylemişlerdi. Bu kendi haline bırakamama bekleyiş insanının bir özelliği mi Rafet Bey buna değinmemişti. Umursayan kişi bekleyiş insanı olmakla itham edilebilir miydi? Bu sorunun cevabı da Rafet Bey’in yazılarında yoktu. Günün sonunda hayatı ıskalamanın, herkes kadar yok olmadan var olma mücadelesi veren bekleyiş insanı için kurtulamadığı bir zorunluluk hali olmasının ironik bir yanının olup olmadığında da ilişkin suskundu Rafet Bey.//
// Ölümden konuşmak, ölümü anlatmak hiçbir zaman hiç kimse için kolay olmamıştır. Bu durumla nasıl baş edeceğini bilmeyen yetişkinler kaybı türlü şekillerde ifade etmeye çalışır da ölenin öldüğünü dile getiremez. Bazen çaresizlik yanlışları ve doğruları tartamayacak kadar yoğun bir şekilde kendini hissettirebilir ve bu histen kurtulmak her şeyden daha öncelikli ve önemli hale gelebilir. Mesela ölen kişinin gittiği söylenir. ‘Gitti’ denir. Bu kelime kaçamaklı olduğu kadar sanki ölen kişinin bir tercih yaptığını da ima eder. Böylece tek bir kelimeyle çaresizliğini yatıştırıp, sorumluluğu da üstünden atar insan. Ancak yine tek kelimeyle bazı şeyleri olduğundan da çıkışsız bir hale getirebilir. Rafet Bey’in anneannesinin yanına babası gittikten sonra taşındı. Tayfun, Rafet’in babası… Feride ve meteor yağmuru gözlemcileri ile böylece komşu oldu. Tayfun’un anneannesinin evi Ferideler ile aynı sokaktaydı, aralarında birkaç bina vardı. Bir süre okul çıkışlarında aynı yerlerden önlü arkalı yürüdüler. Sonra ikisi de birbirlerinin babasının ‘gitmiş’ olduğunu öğrenince, birlikte yürümeye başladılar. Konuşmaları selamlaşmanın ötesine birkaç cümleyle geçse de yoldaşlıkları istikrarlıydı. Tayfun, Feride gibi değildi, insanlara yakın dururdu, konuşkandı. Geldiği yıl, sene sonundaki koşu yarışlarına hazırlanıyordu. Kısa mesafe koşucusuydu. Bütün yıl canla başla bu yarışa hazırlandıktan sonra kıl payı birinciliği kaçırıp ikinci olunca Tayfun silikleşti, suskunlaştı. Okul kapandıktan sonra ortalarda görünmedi. Ağustos ayında, bir önceki yaz olduğu gibi meteor yağmurları için alçak evin beton damında buluşuldu. Tayfun uzun süreden sonra o akşam, o damda kendini gösterdi. Hepsi bir önceki sene yaptıkları gibi ılık betona boylu boyunca uzanıp bakışlarını gökyüzüne çevirip, beklemeye başladılar. Nasıl ki Tayfun uzun zaman sonra o akşam kendini gösterdiyse Feride de bütün yılın ardından o akşam yeniden anlatmaya karar verdi. Sona kalan dona kalır derler. İkinciler sona kalan olmasalar da sona kalmış olandan da daha çok kaybetmiş hissederler. Zafer ucu ucuna kaybedildiğinde suçu yalnızca talihe atamayacak kadar kırılganlaşır insan. Bir şeyin elinden kayıp gittiği hissi o şeye ne kadar yaklaşmış olursan o kadar çok pekişir. Talihin görmezden geldiği ikincileri tarih de görmezden gelir. Verilen çabanın bir hiç uğruna verildiği hissinin atlatılması kolay değildir. Birinci gelenlerin her şey ikinci gelenlerin hiçbir şey olduğu insanlık yarışında yalnızca ikinci olmak[1], sona kalmak ve dona kalmaktır. Buzdan kıtanın keşfinde de insanlığın hafızasına kazana budur. Yedinci kıta ihtişamlı ancak gizemli ve ele geçmezdir. Öyle ki yedinci gezegen bile kendine daha önce açık etmiştir. Zamanla herkes ve her şey kendini sakınmayı öğrenir. Bir nevi buz gibi kayganlaşır, esnemese bile hâkim olunması zorlaşır. Yedinci kıtanın keşfi, yedinci gezegenin keşfinden sonra, onu gölgeleyerek… Gerekli tüm hazırlıkları yaptığını düşünse, bütün benliğini bu keşfe adamış olsa da insan kaygan ve sert rekabete hiçbir zaman tam olarak hazır olmayabilir. Talih o gün senin yanında değildir, bu yokluk dondurucu rüzgârın etkisini arttırmasıyla kendini fark ettirir. Vicdanın ve aklın arasında sıkışmışlığın, koşulları değerlendirmede seni körleştirince varacağın noktayı daha da uzağa sürükler. Ve bütün bunlar hedefe varmanın coşkusunu yıkıcılıkla kuşatır, atılan çığlıklar zafere ait değil bir enkaza ait olmanın sese dönüşlüğüdür. Daha önce keşfedilmiş olanın keşfedilmesi gibidir ikinci olmak, bunun hissettirdiği kırgınlık ve kırıklık bir yerde geri dönüşsüzdür. Sona kalan gerçekten dona kalır. Talih ve tarihin terk ettiği noktada kişi unutulmuşluğuyla yalnızca ikincidir daha fazlası değil. İnsanın içinde yaşadığı dünyada rekabeti bu hale dönüştürmesinin en vahşi sonuçlarından biri budur belki. Var olmak için yok etmeyi, yok olana ve yok edilene sessiz kalmayı oyunun kuralı sanmak.//
// …Hikâye anlatıcıları, aktarırlar. Hem geçmişe hem geleceğe aittirler. An onlar için, salınabilecekleri herhangi uzamdan biridir. Sesleri kendilerinin olduğu kadar başkalarınındır. Bu sebepten belki de kendinden çok fazla şey katmamalıdır hikâye anlatıcısı, kendinden kattıkları bir lanet gibi onun hayatına çökebilir… Kendi anneannesi ve annesini düşünerek mi söylemişti bunları Rafet Bey. Öyleyse bunları ve devamında söylediklerine nasıl böyle mesafeli ve duygusuzca ifade edebildi. …İnsanlar, geçmişe ve geleceğe ait gördüğü anlatıcının aktardıklarını bir kurgu ve uydurma olduğunu düşünmez, ihtiyaçları karşılayan gerçek bir öyküyü anlattığını düşünür. Bu durumun farkında olmamanın bedelleri olmuştur ve olacaktır. Geçmişte de gelecekte de. Bunun adil olmadığını düşünebiliriz ve belki de hatta büyük ihtimalle adil değildir bu sebeple bazı rolleri üzerine alırken iyice düşünmeli insan. Anlatıp, anlatmamaya dikkatlice tartıp biçerek karar vermeli. Her şey değişir ancak bazı şeyler sabittir. Çoğu haksızlığın adil olma kisvesi altında haklılaştırılarak toplum olmanın devamlılığının gerekliliğine atfedilmesi gibi… Rafet ölmedi Ayça senin zihnine yerleşti ve varlığını orada sürdürüyor. Bu seni sıkıyor mu besliyor mu? Sesin bile sanki bazen Rafet’in sesini, düşüncesini keserek kendine yol buluyor. Sen mi ona sığındın o mu sana? Gidenler, kendilerine bir yer olmadığı bir yer bulamadığı için gidenler, kendilerine böyle yer ediniyor olabilir mi? Vicdanı ve aklı arasında sıkışmışlıklarla koşulları değerlendirmede körleşince insan, neyi ne zaman nasıl anlatacağına ilişkin kararlarında geri dönüşsüz hatalar yapmaya açık olmaz mı? //
//Anlatıların ihtiyaçlara göre belirlendiği, şekillendiği zamanlar olmuştur. Bu zamanların izi, bazen kendini hortlak gibi tüyleri hafif dikleştirerek hissettirir. İkinciliğe ilişkin anlatı belki de böyle bir ihtiyaçtan doğdu. Meteor yağmurunu izledikten sonra damdaki grup dağıldı. Tayfun ve Feride hemen bu akşamın ardından, hikâyenin sıcağıyla mı yakınlaştılar? Hayır, böyle şeyler aşk hikayelerinde olur. Tayfun annesinin yanına döndü. Uzunca bir süre sonra neden bilinmez yeniden geri geldi. İşte o zaman çok sık vakit geçirmeye ve uzun uzun konuşmaya başladılar. İşler ciddileşip evlilik söz konusu olunca ötekilere Feride’yi ikaz etme ihtiyacı hasıl oldu. Tayfun’un babasının ailesinin garip olduğunu söylediler. Halalarının bahsettiler. Birinin her ölünün yıkamasına girme ısrarı ve sabun yemesinden. Diğerinin ete dokunamadığından, et görünce çığlık çığlığa bağırıp kaçacak delik aramasından. Tayfun’un babaannesinin kendini balkondan aşağı attığından. Gitti denilen babasının da kendi annesinin onu çağırdığı sayıklayarak aynı balkondan atladığından. Kan çeker dendiğinden. Gitmenin bir tercih olduğu doğrudur ama tercihlerin koşullardan bağımsız olduğu söylenemez. Rafet’in anneannesi evliliğe kesinlikle karşı çıktı ama Feride dinlemedi. Buzdolabının kapısını açıp derin derin iç çekerek önünde durmak dışında elinden pek bir şey gelmedi. Feride bire bin katıp olmayanı bile olmuş gibi anlatmanın bütün insanlara has olduğunu düşünüyordu. Annesi için söylenenleri biliyordu, babasının gidişini. Mutsuzluktan beslenen bir güruhun onların hayatına göz diktiği kanısındaydı. Ufak tefek olmazlıkların herkesin ailesinde, hayatında olabilirdi. Tayfun’la evlendi. Bir süre çok da mutlu oldu. Rafet’i doğurdu. Rafet’e ve onun yaşıtlarına yani bizlere uzak soğuk diyarların öykülerine anlattı, balinalarla dostluk yapan, onların soluk borusunda yaşayan, onunla dünyayı gezen uzak diyar çocuklarının hikayelerini. Ta ki ikinci olduğundan beri hiç koşmayan Tayfun koşmaya başlayana kadar. Eski kısa mesafe koşucusunun gittikçe uzayan koşuları. Bütün gününü koşarak geçirmesi, neredeyse yalnızca uyumak için durması. Bu durumun ne kadar sürdüğünü hatırlamıyorum. Ama hep derli toplu görülen sıcakkanlı Tayfun’un gün geçtikçe hırpani bir şekle bürünüp, hırçınlaştığını bakışlarının gittikçe bir hortlağı andırdığını anımsıyorum ve Feride’nin endişeli gözlerini. Sonra bir gün Tayfun’un gün boyunca Feride’ye babasının onu çağırdığını sayıklayıp bir anda hızlıca balkona çıkıp aşağı atladığını. Feride’nin ayakkabısının tekini bile giymeden darmadağınık bir şekilde aşağı koşmasını. Tayfun’un öylesine yerden uzanan bedenin yanına yığılır gibi çöküp, ‘Tutamadım’ dediğini ve hiçbir şeyden haberi olmayan Rafet’e babasının uzaklara gittiğinin söylendiğini.//
Seher şarapları tazeledi. Sessizce yan yana oturuyorlardı. Ayça’nın tek kelime edecek hali yoktu. Rafet Bey ve anasoyunun hikayesinin buraya bağlanacağını asla tahmin etmemişti. İkisi de şaraplarını yudumlayıp boş gözlerle gökyüzünü bakıyorlar. Ayça, Seher’in bahçeyi hazırlamasına duacıydı. Yalnız gökyüzüne bakarak oyalanabildiği için değil, ciğerlerini temiz hava ile doldurmanın kendini sakinleştirmeye yardımcı olduğunu düşündüğü için. Kadehlerin sonuna yaklaşırlarken Seher Ayça’ya ondan anlatmasını istediği için pişman olup olmadığını sordu. Ayça olmadığını söyledi ama bu söylediğinin doğru olup olmadığını o da bilmiyordu. Seher, Rafet Bey’in vefatıyla birlikte bunu birilerine anlatma ihtiyacı hissettiğini söyledi. Birinin dinlemeye gönüllü olmasını canı gönülden istediğini. Onun anlatısı da bir ihtiyaçtan doğmuş, bu ihtiyaç kendini tüyleri ürperten bir hortlak gibi hissettirmişti. Kadehleri boşalınca ayaklandılar. Seher Ayça’ya “Arada gel ziyaretime. Hiçbir şey anlatmadan laflarız.” dedi. Ayça “Olur, gelirim.” dedi. Söylediğinin doğru olup olmadığını bilmiyordu.
Annex 1 – Feride’nin Şarkısı
I
Bazıları o anın bilgisine sahiptir
Kimsenin bilmediği ama o ana ait olanın bilgisine
Aglonike gibiler
yok etmeme ve yok olmama
Meteor yağmurları
çelişkilerle bir arada var olmanın çoklu ışıltısı
enkazı uzaya salınır
aynı hizada uzunca bir süre
İnsanın kendine bakarken hep biraz eksik kalması gibi
kendini sakınması da olabilir
koşulları doğru değerlendirmediğince
yıkıcı bir hale sokabilir
insanın duyguları
anlık rahatsızlık ve çaresizliğin dile döktüğü
aktarıcılar…
Hem şair hem kahindirler
Ölümden konuşmak zorsa
gittiğini söylediklerini söylediler
olsaydı öyle olurdu
Zaman, ülke ve toplumlar
Anlatılacaklar olmadan da sohbet edelim
II
“anlatan kadın başkalarının söylediklerini anlatıyordur”
itiraz etmek istemedin
sesin senin olduğu kadar başkalarının
bunun sıkışmışlığını annenle gördün
erkeklerin binemediği aygıra binen o kadında
deneyimlerine ilişkin hep erkeklerin dedikleri
tutkularınla, bedeninle, varoluşunla ilgili
yankılarını herkeste gördün ve duydun
sıkışmışlığını yine en çok annende
buzdolabının önünde soluklanan kadın
ejderhaların olmadı senin, yalnızca balinaların
seni dünyada gezdiren
yine de çocuklara anlattın
kadınsı dünyada kaldın
kararlarından pişman olmadın
sesini küçümsemedin, anlattıklarını da
sevdiğin insanlarlaydın
sevdiğin gibi sevdiğin kadar davrandın
tutamaman tutmaman gerektiğindendir
sessizliğin sessiz olmayı tercihinden
[1] Stefan Zweig, “Güney Kutbu İçin Savşım”, İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar, çev. Kasım Eğit, Can Yayınların, 10. Baskı, 2010, İstanbul.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder