Feeling Orange – Visual Diary
< Monica Marceta
>Unknown from toad_n_stoll instagram account
TURUNCU
Ayça, Ayla’nın yeşil cüzdanının bulabilmesine sevindi. Cüzdanın içinde yalnızca öğrenci kartı ve az miktarda para vardı. Kaybolmuş olsa da çok fazla maddi zarara uğramış olmayacaktı. Ama Ayça cüzdanın kendisini seviyordu. Ayla ile beraber bir ara çok sık uğradıkları pasajda en sevdikleri sahafın yanındaki züccaciyecinin, dükkânın önünde yer verdiği karnavalı andırır eşya kalabalığından görüp, beğenip almıştı cüzdanı. Porselen ve camdan yapılmış çeşitli eşyaya ev sahipliği yapan dükkânın önünde, düzensizce serpiştirilmiş küçük sepetlerde hem dükkânla hem birbiriyle alakasız, bir gün gördüğünü öbür gün yerinde bulamayacağın değişen eşyalar olurdu. Küçük oyuncak bebekler, Afrika esintili maskeler, çeşit çeşit plaklar, tahtadan yapılmış eski oyuncaklar, tahta kaşıklar, buzdolabı mıknatısları -hani şu her ülkenin, her beldesinin olmazsa olmaz yapışkanlı hatıralarının da aralarında bulunduğu-, anahtarlıklar -hani şu her ülkenin, her beldesinin olmazsa olmaz her eve ilişme isteğinin uzantılarının da aralarında bulunduğu-, şişe açacakları, kar küreleri, küçük pelüş ayıcıklar, çiçek dürbünleri, saten veya dantel rengarenk kurdeleler, bazen makyaj malzemeleri, bazen çakılar, saç tokaları, çeşit çeşit plastiğinden tahtasına, camından gümüşüne yüzükler, küpeler, kolyeler, bilezikler bazen de deri cüzdanlar ve daha nicesi. Yeşil cüzdanı bu cümbüşte fark ettiği için kişisel bir keşif yapmışçasına keyif aldı Ayça. Ayça zücaciyecinin önünde uzun uzun bakınırken Ayla sıkılıp içeri girmişti. İçerisi hem cam eşyaların çokluğundan hem de tüm rafların arkasına ayna konulmuş olduğundan ışıltılı ve kırılabilirliği ile endişe vericiydi. İnsan dükkândan içeri girdiği anda adımlarını daha temkinli atması, elini kolunu gövdesine daha yakın tutması gerekliymiş gibi bir hisle doluyordu. Ya da bu durum yalnızca Ayça için böyleydi. İçeri girdiğinde Ayla zücaciyecinin sağ tarafına dizilmiş cam fanusları ilgiyle inceliyordu. Ayla, Ayça’nın kasaya yöneldiğini görünce o da kasaya doğru ilerledi. Ayla raf arkası aynaların cam ve porselen ile birlikteliğini şiddet uygulanır gibi deneyimlediği için tutuk bir şekilde yürüdüğünden olsa gerek Ayla kasaya daha hızlı vardı. Ayça onun yarım adım kadar arkasında durdu. Cüzdanı nedense Ayla’ya uzattı. Ayla anlamaz bir şekilde onun yüzüne baktı ama itiraz etmeden cüzdanı aldı. Tezgahtar da Ayla’ya baktı. Ayla cüzdanın fiyatını sorup öğrendi. Ayça parayı Ayla’ya uzattı. Ayla ödemeyi yapıp cüzdanı aldı. Tezgahtar da Ayla’ya “Güle güle kullanın, bereketini görün.”dedi. Ayla dışarı çıktıklarında Ayça’ya “Bazen gerçekten çok garip davranıyorsun, hiç anlayamıyorum seni.” deyip sahafa doğru ilerledi.
Ayça’nın iri belirgin dikişlerini sevdiği için beğenip aldığı cüzdanın aynısından bir tane de turuncu renginde vardı. Yeşilini seçmiş olması yeşil rengi sevmesinden çok turuncu rengini sevmemesindendi. Turuncu salopetinin uğursuzluğuna kanaat getirdiğinden beri bu renk ile arasındaki husumet devam ediyordu. Ayça, küçükken ne zaman ailecek araba ile uzun yola çıkacak olsalar turuncu salopet görev başına çağrılırdı. Ve Ayça ne zaman turuncu salopetini giyse yolun yarısına gelmeden midesinde ne varsa arabanın içine bırakırdı. Araba nispeten temizlendiğinde ekşi koku ile yolculuk tamamlanır ama herkesin de yüzü arabanın kokusu ile yarışır şekilde ekşir, yolculuklar hep biraz tatsızlaşırdı. Ne zaman ki turuncu salopet ona küçük gelmeye başladığı için görevden alındı Ayça da arabayla kat edilen uzunca mesafeyi kusmadan tamamlamayı başarabildi. Ona göre bütün suçun turuncu salopete ait olduğu çok açıktı. Annesinin bu durumu nasıl fark etmediğini hiç anlayamadı. Böyle bir şeyin farkına varılamaması için insanın hiç dikkat etmemesi gerekirdi. Acaba dikkate değer değil miydi? Bu belirli aralıklarla aklına takılan bir soruydu. Şimdi, Ayla ile yaşadıkları evde bir süre düzenli olarak yapılan toplaşmalarda sohbetin rahatlaması ve kaynaşmak adına türlü oyunlar oynarlardı. Bu oyunlardan biri ortaya soru atıp, herkesin bu soruyu cevaplaması şeklindeydi. Bir keresinde “Süper gücün olsa bu ne olurdu?” sorusu ortaya atıldı. Ayla bu soruyu hiç beklemeksizin herkesten önce “Görünmezlik” diye cevapladı. Ayça buna için için güldü. Tavus kuşu ruhlu, renklerini saçmaktan imtina etmeyen, edemeyen Ayla için süper güç görünmez olmakmış. Aynı zamanda da huzursuz da oldu. Görünmez olmak isteyen birini gizli gizli izlediğini fark etti. Salonun ışığını onun için açık bıraktığından emin miydi ki? Yaptığının vahşi bir yanı olduğunu düşündü. Kendini vahşi olarak düşünmek o kadar dengesini bozdu ki alaycılığa kaçan iç gülüşleri sönümlendi. Vahşi bir yanı olduğu düşüncesinden kurtulmak için alaycılığını bastırmasa belki Ayla’nın oda kapısından ayağını kesmesi gerekecekti. Bu göze almak istediği bir şey değildi. O gece yine onun kapısına gittiğinde, Ayla’yı sevişirken izlerken, onun adamlara hep sırtını dönmesi, onlarla yüz yüze gelmekten kaçınması ile görünmez olma isteğinin bir ilgisi olup olamayacağını düşündü. Buna bir cevabı yoktu. Bir süre daha Ayla’nın kapısında dikildikten sonra, salona ilerleyip salonun ışığını söndürüp odasına döndü. Yatağına sırt üstü uzandı. Pijamasının altını indirdi. Elini iç çamaşırının içine soktu. Kendine dokunmaya başladı. Ayla’nın odasında misafirleri olduğu, salonun ışığının açık bırakıldığı her gece yaptığı gibi.
Ayla’nın ifade ettiği bir süper güç olarak görünmez olma haline takıldı Ayça. Görünmemenin süper güç olabilmesi için görünmezliğin bir tercih olması gerekli diye düşündü. Yok sayılmanın, görmezden gelinmenin güçlendirici bir yanı olamayacağına göre herhangi bir süperlik mevkiine ulaşması da söz konusu değildi. Yok sayılmak, görmezden gelinmek de görünür olup olmamakla ilgili değil miydi? Neden sonra daha önceleri daha sık vakit geçirdikleri zamanlarda sahaftan aldıkları kitaplardan birinden Ayla’nın ona okuduğu bir pasajı hatırladı. Kitap salonda berjerin yanındaki sehpadaydı. Berjere oturdu, kitaptaki pasajı bulup birkaç kez üst üste okudu. Yazar, insanların herhangi bir şey hissetmesinin onların dengesini bozduğu ifade ediyordu. Herhangi bir şey hissederken görünmenin ise karşı tarafa ne kadar bir güç vereceğinin bilinemeyeceği bir çıplaklık hali olduğunu söylüyordu. Bu güç karşı tarafa verildiği halde onlarla da ilgili değildir diye devam ediyordu. En ilginci bu düşünce silsilesini sonlandırırken söyledikleriydi belki. “Görünmek bir cezadır.”[1] Ayça görünmemek de bir ceza olabilir diye düşündü. Yazarın söylediklerinden yola çıkıldığında görünmez olmayı isteyen Ayla zaten kısmen görünmezdi. Ya da tüm çıplaklığı ile bir görünürlüğe sahip değildi. Ayça onun ne hissedip hissetmediğini, herhangi bir şey hissedip hissetmediğini söyleyemezdi. Başkalarının da bu konuda bir yetenek geliştirmiş olması çok küçük bir ihtimaldi. Belki süper gücünüz olsa ne olurdu sorusu süper gücünüz nedir diye sorulmuş olsa ve Ayla “görünmezlik” diye cevaplasa daha yerinde olurdu. Karşı tarafa herhangi bir güç vermeye niyeti olmadığı aşikardı. Onun çıplaklığı yüzeydeydi. Bu çıplaklığın bir yüzü bile yoktu.
Ayça, Ayla’nın ondan ayrı daha fazla vakit geçirmek istemesinin Ayla’nın kendisi ile ilgili olabileceğini düşünmüyordu. Bir şeyler yapmış, bir şeyler demiş olmalıydı ki Ayla’nın tavırlarında değişikliğe sebebiyet versin. Kayalıklarda düştüğü gün kösele ayakkabıları giymesi nasıl yalnızca Ayla ile ilgili değilse ve nasıl ki Ayça bunun önüne geçemediyse, Ayla’nın ondan uzaklaşması da yalnızca Ayla ile ilgili olamazdı ve Ayça yine bunun da önüne geçememişti. Bütün hislerinin başkaları tarafından görünmesinin güçsüzleştirici çıplaklığını, hissettiklerini ifade edememe ve olanlara müdahale edememenin ona dayattığı görünmezliğe tercih edebilirdi. Ancak bir de tercih etmeyeceği bir çıplaklığa mahkûm edilmiş gibiydi. Çıplaklık, savunmasızlıksa Aylasızlık onun için tam anlamı ile bir çıplaklıktı. Birinin her hareketini kendinle ilgili görüp, kendini ona göre ayarlamanın lüksünden onu çırılçıplak soyan bir çıplaklık. Bunun bir fedakârlık ve savunmasızlık olduğu sanılabilir aslında pek de öyle değildir. Bu durum aslında bir şekilde insanı kendinden bile koruyan bir zırhtır. Kendini önemsemiyor gibi görünüp başkalarının her hareketini kendinle bağdaştırarak çizilen fedakâr portrenin baskın rengi kendini merkezlemektir. Sarhoş edici bir yanılsamadır, hoşa gider. Çünkü insana kendini hep iyi olarak konumlayarak haklılık duygusu ile talepkarlığa savrulması için uygun zemini sağlar.
Ayça, her ne kadar geri çekilmekte daha iyi olsa ve geri çekilmesini sağlayacak birileri etrafında olduğunda bunu tercih etse de sosyalleşmesi gerektiğinde ya da işine geldiğinde insanlarla iletişim kurmakta zorlanmazdı. Eve onca insanı da bu şekilde toplayabildi. Ama Ayla ilgilenmedikçe boş bir kalabalığı eve sürüklemenin ne anlamı vardı? Yavaş yavaş ev toplantıları azaldı ve bitti. Sıkılmıştı. Her şeyden ve belki de en çok kendinden. Kaşındaki ve dizindeki yara yavaş yavaş iyileşti ama düşüşün sertliğinin etkisi aynı zaman zarfında onu terk etmiş değildi. O, Ayla için korktuğu, endişelendiği için gerçek anlamıyla etinden et koparcasına ona ulaşmaya çalışmış, Ayla’nın buna karşın tepkisi ise ona boş bir ifade ile bakıp arkasını dönerek ecza dolabına yollanmak olmuştu. Okul çıkışlarında artık yalnız bırakıldığından, evde de bu yalnızlığının devam edeceğini bildiğinden kendine vakit geçirebileceği başkaca yerler bakınmaya başladı. Okuldan sahile doğru inen yokuşun sola kıvrımlanan sokaklarının birinin köşesinde, devasa yüksek dümdüz iki beton apartman bloğunun arasına konulan kırmızı boyanmış tahta bank dikkatini çekti. Bankın önü açık sayılırdı; eğimin üzerine düzensizce serpiştirilmiş iki üç ağaç ve gökyüzü manzarasıydı. Bina sakinleri düşünülerek buraya konumlandırılmış olmalıydı ya da hiçbir düşünce olmaksızın boşta kalan bir bank başkaca bir boşluğa başıboş şekilde bırakılmıştı. Önünden defalarca geçmesine rağmen kimsenin bu bankta oturduğunu görmemesi ibreyi ikinci ihtimale doğru yönlendiriyordu. Ayça sandviçini ve içeceğini alıp okul çıkışları bu bankta oturmaya başladı. Yanında taşıdığı kitaplardan toplasan bütün hafta on sayfa okuduğu olmazdı. Laf olsun diye yanında kitap taşıdığını söyleseler itiraz edemezdi. Orada öylece oturuyordu. Havalar elverdiğince de orada öylece oturmaya kararlı gibiydi.
Yine okuldan çıkıp mevziisine ilerlerken arkasından birinin yaklaştığını hissetti. Geri dönüp baktığında bir çocuğun ona el ederek hızlı hızlı yaklaştığını gördü. Çocuk ona yaklaştıkça aynı zamanda “Ayça” diye seslendiğini de duydu. Yanına gelip selam verdi. Çocuğu anımsar gibi oldu ama tam olarak kim olduğunu çıkaramadı. Çocuk “Ben Sedat, sizin evdeki partilere geldim birkaç kez” dedi. “Nereye gidiyorsun, birlikte bir şeyler içmek ister misin?” diye sordu. Ayça da nereye gittiğini söyledi. Sedat ona katılmasının sıkıntı olup olmayacağını sordu. Ayça sıkıntı olmayacağını söyledi. Bankta bir süre yan yana sessizce oturdular. Sedat derin derin içini çekti. Ayça getirdiği sandviçini küçük küçük ağzının sağ tarafı ile dişleyerek yemeye başladı. Sedat, Ayça hiçbir şey sormasa da konuşmaya hevesliydi. “Canım sıkkın” dedi. Kelimeleri bankı çevreleyen beton bloklarda yankılandı ve beklenmedik bir çınlamaya sebep oldu. Çınlamanın sessizliğe karışması Sedat’ın sıkıntısını ifade edişini takip eden kırk elli saniyeyi buldu. Bu durum ikisini de ürküttü. Ayça belki bu sebeple insanlar burayı tercih etmiyor diye aklından geçirdi. Bu huzur kaçıran tecrübe ikisini de temkinli davranmaya itti. Birbirleri ile fısıldaşmaya başladılar. Ayça, Sedat’ın canının sıkkın olmasına üzüldüğünü söyledi. Nedenini sordu. Fısıltılar arasında açıkça bir neden duyulmadı. Bir şeyler gevelendi. Sıkıntısının bir sebebi varsa bile söylemekten çekiniyor gibiydi. Ayça’ya ağzının sağ tarafı ile küçük küçük dişleyerek yemek yemesini tatlı bulduğunu söyledi. Ayça kızardığını hissederek başını önüne eğdi. Ama gülümsemesini saklayamadı. Fısıldayarak konuşurken birbirlerini duyabilmek için istemeden iyice yaklaşmışlardı. Omuzları birbirine değiyordu. Okul sonraları aynı yerde omuz omuza fısıldaşmayı sürdürdüler. Ta ki Sedat artık fısıldamak istemediği için onlara gitmeyi teklif edip Ayça da bu teklifi kabul edene kadar. Ayçalara gittiler, bir şeyler içip müzik dinlediler. Biraz dans ettiler. Sedat, Ayça’ya onun hiç bu kadar eğlenceli olabileceğini tahmin etmediğini söyledi. Onlardaki partilere geldikçe gördüğü Ayça tedirgin bir gözlemleyiciydi. Bu sebeple bu ev toplaşmalarının bir davetten çok bir istila olup olamayacağını bile aklından geçirmişti. Ayça birilerini davet etmek için yaklaşabilecek biri izlenimi vermiyordu Ayça. Bir köşede oturuyor ağzının sağ köşesi ile cipsi küçük küçük dişleyerek yiyordu. “O zaman da seni çok tatlı bulmuştum.” dedi Sedat ve Ayça’yı öptü. Saçlarının çok güzel olduğunu söyledi. Onu öpmeye devam etti, öperken elini kalçasına doğru kaydırıp sıktı. Ayça bir an duraksadıysa da kaçmadı. Sedat çok güzel koktuğunu, teninin çok güzel olduğunu söyledi. Sonra Ayça’nın elinden tutarak yatak odasının nerede olduğunu sordu. Ayça kendi odasına gitmek istemedi. Ayla’nın odasının olduğu yeri tarif ederek, Ayla’nın odası kendi odasıymış gibi davrandı. Birlikte oraya doğru ilerlediler. Sonra yatağa geçtiler. Ayça, Sedat’a arkasını döndü. Sedat onu tutarak kendine doğru çevirdi. Hem kendi üstündekileri hem Ayça’nın üstündekileri çıkarmakla uğraşıyordu. Ayça tedirgindi ama itiraz etmedi. Bu sırada Sedat zaten üstündeydi. Her şey bittiğinde Ayça söyledikleri kadar acımadığını düşündü. Tuvalete gitmek için ayağa kalkıp hızlıca giyinmeye çalışırken, Sedat ona bacaklarının çok güzel olduğunu ve onları daha çok göstermesi gerektiğini söyledi.
Ertesi gün Ayça okula gitmeden Ayla’nın odasına girdi. Onun şortlarından bir tanesini alıp giydi. Kalbi hızlı çarparak okula gitti. Sedat okulda yoktu. Derse girmedi. Ders çıkışına kadar okulda vakit geçirdi. Ayla’ya bakındı. O da yoktu. Ders saatleri sona erdikten sonra fısıldaştıkları bankın oraya gitti. Kimse yoktu. İçine aniden bir sıkıntı peydah oldu. İç geçirdi. Ayla’yı aradı. Ayla telefonuna çoğu zaman olduğu gibi yine cevap vermedi. Hiç olmazsa onu bulup konuşmak, anlatmak umuduyla istikametini Terzi Hasan’ın dükkânına çevirdi. Hasan taburesinde yoktu. Terzinin kapısı açıktı ama içeride de kimse yoktu. Ayla demek ki buraya uğramamıştı. Ayça yine de içeriye girdi. Buraya ilk defa dikkatlice bakma fırsatı buldu. Köşedeki terzi mankeni üzerindeki palto, mankene kasvetli bir hava veriyordu. Kumaşı ıslanmışçasına ağırlaşmış, ezici bir görüntüsü vardı. Sol tarafta sandıkların üzerinde duran cam fanus dikkatini çekti. Pasajdaki züccaciyecide Ayla’nın incelediklerine benziyordu. İçinde hiçbir şey yoktu. Belki de Terzi Hasan’ın daha önce beslediği bir balığı vardı ve o ölünce cam fanus boş kalmıştı. Dükkânın içinde ileri geri ilerlerken kendini giyinme kabinin yanındaki boy aynasının karşısında buldu. Şortunun açıkta bıraktığı bacaklarını incelemeye koyuldu. Sedat bacaklarının acaba nesini güzel buldu. Ona göre fazlasıyla sıradandı. Bacaklarını inceleyip yine de onları farklılaştıran bir unsur bulamayacağını anlayınca başını yavaşça yukarı doğru kaldırdı. Güneş tüm gücüyle dükkânın kapısından nüfuz ederek aynayı hedeflediğinden ayna parladı ve Ayça’nın gözünü aldı. O esnada kapıda beliren adamın yansımasının yüzünü seçemedi. Yalnızca şık, lacivert bir takım elbiseyi ayırt edebildi. Kapıya doğru döndü. Adamın yüzü yorgun ve tıraşsızdı. Hırpani bir ifadesi vardı. Bir süre hiç konuşmadan birbirlerine baktılar. Adam onun baştan aşağı süzdü. Sonra “Hasan yok mu?” diye sordu. Ayça, kendisinin de ona bakmaya geldiğini ama bulamadığını söyledi. Adam bir süre daha Ayça’ya dik dik bakarak dükkânın girişinde durdu. Sonra arkasını dönüp gitti. Ayça da adamın arkasında hızlıca terziyi terk etti. Terzinin kapısını da arkasından kapamayı ihmal etmedi.
Ertesi gün yine Ayla’nın şortlarından birini giyip okula gitti. Sedat, yine okulda yoktu. Ayla da ortalarda görünmüyordu. Akşam da eve gelmemişti. Biriyle konuşmak istiyordu. Ayla’yı belki yüzüncü kez tekrar aradı. Telefonu cevaplayan yine olmadı. Bankın oraya gitti. Sedat orada da yoktu. Hep söylenilen gibi, onu kullanmıştı işte. İstediğini alınca ortadan yok olmuştu. Zaten erkek milleti böyle değil miydi? Böyleydiler işte. Sedat niye farklı olsun? Peki Ayça istememiş miydi? İstemediyse niye itiraz etmedi? Ayla’yı bulup konuşabilse belki biraz rahatlarım diye düşündü. Onu bulmak umuduyla birlikte gittikleri pasaja bakmaya karar verdi. Sahafa baktı. Ayla yoktu. Züccaciyeciye doğru ilerledi. Bu sefer dükkânın girişindeki sepetlerin yanına içinde yalnızca turuncu Japon balıkları olan yerden bir buçuk metre yüksekliğinde dikdörtgen bir akvaryum eklenmişti. Akvaryumun önünde dikilip balıkları izlemeye başladı. Sedat yoktu, Ayla yoktu. Soğuk soğuk terlediğini hissetti. Avuçları ıslaktı. Şortuna sildi. Derin bir nefes aldı. O sırada arkasından bir el sağ omzuna dokundu. Ayça yerinden sıçradı. Arkasını döndüğünde Ayla ile göz göze geldi. Yüzü kireç gibiydi. “Benim kızım niye bu kadar korktun?” dedi Ayla. “Ayrıca niye bana sormadan benim şortumu giydin?” diye çıkıştı. Ayça kendini dizlerinin üzerine bırakıp, Ayla’nın beline sarılarak derin derin solumaya başladı. Ayla soran gözlerle Ayça’ya baktı. Ayça biraz sakinleşince ayağa kalktı. Bu sefer o Ayla’ya arkasını döndü. Yeniden akvaryumdaki balıkları izlemeye koyuldu. “Bize gelen bir çocuk vardı ya Sedat diye. Ben bir süredir onunlaydım.” dedi. Ayla şaşırarak “Öyle mi? Biliyorum hangi çocuk olduğunu. O çocuk iki gündür kayıpmış. Herkes diken üstünde kimse nerede olduğunu bilmiyor.” dedi. “Sen biliyor musun nerede olduğunu yoksa?” diye sordu. Ayça bir anda iki büklüm olup, hissettiği, hissetmediği, konuşmak isteyip konuşamadığı, bilemediği, müdahale edemediği, anlayamadığı ve anlaşılmazlıklarını, görünmek isterken görünmezliğini, görünmez olmak isterken görünürlüklerini, ağzının sağ yanıyla kemirerek yediği her şeyi akvaryumun önüne kustu.
[1] To feel anything deranges you. To be seen feeling anything strips you naked. In the grip of the pleasure or pain doesn’t matter. You think what will they do what new power they will acquire if they see me naked like this. If they see you feeling. You have no idea what. It’s not about them. To be seen is penalty.”Anne Carson, Red Doc> “Herhangi bir şey hissetmek insanın dengesini bozar. Herhangi bir şey hissederken görülmek insanı soyup çıplak bırakır. Haz ya da acının pençesinde olmak farketmeksizin. Beni böyle çıplak gördüklerinden ne yapacaklar ve nasıl bir güce sahip olacaklar diye düşünür insan. Eğer seni hissederken görürlerse. Hiçbir fikrin olmaz. Bu onlarla ilgili değil. Görülmek bir cezadır.” (çeviri bana ait.)