25 Nisan 2014

BEN KADIN YAZAR DEĞİLİM / TORIL MOI



Bu makale öncelikle iki soruya cevap bulmayı deniyor: 1990’larda kadın yazar meselesi neden feminist teori gündeminden kayboldu? Ve şimdi neden yeniden düşünmeye ihtiyacımız var? Bunun üzerine, ‘Ben bir kadın yazar değilim’ ifadesinden başlayarak kadın yazar meselesine yeni bir tahlil geliştirmeye çalıştım. Bunun bir konuşma eylemi olduğunu düşünerek ve Simone de Beauvoir’ın cinsiyetçilik anlayışının ışığında tahlil ederek, belli bir tahrike; kadın yazarı kadınsılık normuna uydurmaya zorlama girişimine cevap olduğunu gösteriyorum. Aynı zamanda, Beauvoir’ın teorilerinin Virginia Woolf’un ‘Kendine Ait Bir Oda’daki stratejilerini geliştirdiğini gösteriyorum. Son olarak, neden, bugün, hâlâ, biz kadınlar yazmalıyız sorusunu soruyorum.
anathar kelimeler: J. L. Austin, Simone de Beauvoir, feminite, feminist edebiyat eleştirisi, edebiyat, kadın yazarlar, Virginia Woolf

Bugün neden feminist teoride kadın ve yazarlık meselesi bu kadar marjinal bir konu? Edebiyata olan ilgi, feminist teorinin ilk yıllarındaki merkezi önemine rağmen giderek düşüyor. Gerçi ben sadece edebiyat için konuşmuyorum, edebiyata olan ilgi kaybının muhtemelen feminist teori içindeki kadın ve estetik, kadın ve yaratıcılık sorularına olan geniş kapsamlı ilgi kaybının belirtisidir. Bu konunun neden gündem dışı kaldığını teorik sebeplerini tartışarak başlayacağım. Bu ne zaman oldu? Estetik meselesine feministlerin ilgilerinin kaybolmasının teorik sebepleri nelerdir? Böylece, burada teorik bir problem olduğunu göstermeyi umuyorum, ve bu da üstüne çalışmaya değer. Meseleye yeniden odaklanarak teorik çalışmaya başlıyorum. Bu makalede, toplumdaki kadın yazar durumunu tahlil ederek başlayacağım. Bunun bir tür konuşma eyleminin tahlili olduğunu düşünüyorum. Neden bazı kadın yazarlar, kadın yazar olduklarını kabul etmeye isteksizler? ‘Ben bir kadın yazar değilim’ iddiasını nasıl anlamalıyız? Bu meseleyi tahlilime yardım için, Simone de Beauvoir’ın İkinci Cins’i üzerinden geçeceğim. Aynı zamanda Beauvoir’ın tahlilinin, Virginia Woolf’un kadın ve edebiyat meselesi hakkında nasıl düşündüğünü anlamamıza yardım ettiğini göstereceğim. Edebiyatın neden önem taşıdığı hakkında birkaç şey söyleyerek bitireceğim. Bu konudaki görüşlerimin sonraki incelemeler için başlangıç noktası olabileceğini düşünüyorum.


Tarih: problemi teşhis etmek
70 ortalarından 80 ortalarına kadar olan on yılda, akademinin içerisinde ve dışarısında kadın yazını ve écriture féminine[1] epeyce popülerdi. A Literature of Their Own (Showalter, 1977) (Onlara Ait Bir Edebiyat), Women Writing and Writing about Women (Jacobus, 1979) (Kadın Yazını ve Kadın Hakkında Yazmak) ya da, başka bir damardan, Fictions of Feminine Desire (Kamuf, 1982) (Kadın Arzusunun Kurguları) ve The Poetics of Gender (Miller, 1986) (Cinsiyetin Poetikası) gibi kitaplar baskı makinelerini çalıştırıyordu. O zamanlar genç ve etkilenmeye açık olanlarımız için, heyecan verici, meydan okuyucu, ve teorik açıdan anlamlı şeylerdi bunlar. 1980’lerde feminist teori kadın ve yaratıcılık, kadın ve yazarlık, kadın ve sanatın üretimi meseleleriyle fazlaca meşguldü.
     O zamanlar kadın yazını, kadınlar tarafından yazılan, kadınlar hakkında ve kadınlar için demekti. Écriture feminine mefhumu, Hélène Cixous gibi yazarlar ve psikanalistler tarafından Fransa’da savunuldu ve Luce Irigaray benzer bir gelişmeyle, kadınsılığın psikanalitik fikirlerine daha yakından bağlandı. Écriture feminine kadınsılıkla işaretlenmiş edebiyatı, bu da genel anlamda kadınların edebiyatını teşvik etti, buna rağmen bazen kadınsılığın erkeklerin metinlerinde de bulunabileceği kabul edildi.
     Birçok kadın yazar için, kadın yazınına ilgi dalgası saf özgürlüktü: önceki on yıllarda genelde kadının maço tasvirleri yoğundu. Doris Lessing 1971 yılında romanı Altın Defter’e yazdığı giriş kısmında okuyucularına şunu hatırlatıyordu:
"ten, or even five years ago ... novels and plays were being plentifully written by men furiously critical of women – particularly from the States but also in this country – portrayed as bullies and betrayers, but particularly as underminers and sappers. But these attitudes in male writers were taken for granted, accepted as sound philosophical bases, as quite normal, certainly not as womanhating, aggressive or neurotic." (Lessing, 1999: xiv)

      Lessing’in aklında sadece (Kate Millet tarafından çığır açan kitabı Cinsel Politika’da (1969) şiddetle suçlanan) Norman Mailer ve Henry Miller gibi Amerikalı yazarlar değil, (1950lerde kendilerine gelen Kingsley Amis ve John Osborne liderliğinde) İngiltere’deki bütün bir ‘öfkeli genç adam’ nesli vardı.
      Bu arka plana dayanan 1970’lerde patlayan kadın yazınına tutkulu ilgi tamamen haklı görünür. Nihayet, kadın yazarlar kendi tutkularını ve arzularını edebiyatta tamamen ifade edebileceklerdi. Nihayet, kadın okurlar kendi tutkularının yansımasını kadın düşüncesindeki kitaplarında bulabilecekti.
     Birçok kadın yazarın bu dönemde gelişmesine şaşmamalı. Öteki kadın yazarlar için, sürekli vurgulanan kadınsılık ve cinsiyet farklılıkları rahatsız ediciydi: “Yazdığım zaman, ne bir erkek ne de kadınım, ne köpek ne kedi, ben ben değilim, ben artık hiçbir şeyim.”, Nathalie Sarraute 1984’deki bir röportajında şöyle der: “Écriture féminine diye bir şey yoktur, hiç görmedim.” 1 Başka bir yerde ise, “kadınsı veya erkeksi yazın [écriture féminine ou masculine] tamamen anlamsızdır” beyanında bulunur. 2
      Çığır açan, hızlıca bütün Batı dünyasındaki feministlerin hakiki incili haline gelen Altın Kitap’ın yazarı, büyük romanının cinsiyet farklılıkları hakkında olduğunu inkar etmekte aceleciydi. Aksine, Lessing, bunun farklılıkların zararları hakkında olduğunu iddia etti: "Kitabın özü, bunun kurulması, içindeki her şey, dolaylı ya da doğrudan, şeyleri ayırmamamız gerektiğini söylüyor." (1999: xiv–xv). Romanın sonuna göre, Saul ve Anna sinir krizinden ıstırap duyarken, ayrı kişilikleri ortaya çıkar. Lessing şöyle yorumlar: “İçerideki Altın Kitap, ikisi tarafından da yazılmış olandır”, “Saul ne, Anna ne, ikisini ayıramayacaksınız ve ikisini kitaptaki diğer insanlardan da ayıramayacaksınız.”(p. xii).
     Kadın yazınının parlak günlerinde bile, aykırı sesler duyulabiliyordu. Kim haklıydı, kim haksız? Kendi işlerinin kadın oldukları gerçeğiyle tanımlanmış veya işaretlenmiş olduğu neden bazı parlak kadın yazarları öfkelendiriyordu? Bugün en son feminist teori bize cevap veremiyor, çünkü artık kadın ve edebiyatla ilgilenmiyor. Bu yüzden, feminist teorinin neden kadın ve edebiyatla ilgilenmeyi bıraktığını sormalıyız.

Yazarlar ve edebiyat hakkında post yapısalcı teoriler ile çatışma
Feminist teorinin kadın ve edebiyat meselesinde sessiz kalmasında ilk etken postyapısalcılığın yükselişidir. 1970’lerin sonunda, Roland Barthes’ın (1997) ‘Yazarın Ölümü’(The Death of the Author) makalesi her yerde alıntılanmaya başlıyordu. Jacques Derrida’nın (1988) konuşan bir özneye hiçbir referansı olmadan, anlamın (ifade) işaretçinin hareketiyle zuhur ettiği bir işaretler sistemi olduğunu söyleyen, edebi metinlerin sadece metin olduğunu göstermeye yönelik sistemli teşebbüsü, ve Michel Foucault’nun (1977) radikal anti-hümanizmi de eşit şekilde ilham vericiydi.
     1980’lerde, bunun gibi teoriler, kadın yazınına ilgide ciddi bir fikir ayrılığı başlattı. Aynı zamanda kadın yazarlar hakkında çalışmak isteyen feministler Barthes, Derrida ve Foucault’nun haklı olduğuna ikna olmuşlardı, yazar kadın olsa gerçekten fark eder miydi? Birleşik Devletler’de, bu konudaki ilgili gerilim, kadın yazarın rolü hakkındaki dönüm noktası, Peggy Kamuf ve Nancy Miller arasındaki tartışmada açığa çıktı. Bu tartışmanın iki perdesi vardı, ilki 1981 yılında iki makaleden ibaretti, ikinci ise 1989 yılında mektupların değişimiydi. Bu iki değişimi birlikte okursak, teorik iklimin evrimini aradan geçen on yılda şiddetle etkiledi.
     Kamuf 1980’de zaten, feminist ‘edebi işin azalmasının işareti’ne itiraz etmişti (Kamuf, 1980: 285) . 1981’de Kamuf, kadın yazarlara ilginin, Foucault’nun uzun süre önce tasfiye ettiği geleneksel, liberal hümanizmin yalnızca bir feminist versiyonu olduğunu iddia etti.3 Öteki taraftan Miller, Kamuf teorik olarak haklı da olsa, feministler hâlâ kadın yazarların namına çalışmalıdır, yoksa bu kadınlar yakında unutulabilir, tarihte kaybolabilir; kadın yazarın oynadığını rolü göz ardı etmek, doğrudan doğruya cinsiyetçi geleneğin elindedir diye düşünüyordu..4
Argümanları birbirlerine dokunmuyordu: Kamuf, Miller’ın hiç saldırmadığı bir teori ortaya koyuyordu; Miller, Kamuf’un hiç mücadele etmediği bir politik amacı vurguluyordu.
     Bu konuya sekiz-dokuz yıl sonra döndüklerinde, nüansı farklıydı. Büyülü bir yükseklikteki yapısökümcü tarzda yazan Kamuf, bu kelime ‘kapalı bir sistem’ kurduğu ve kendini yapısöküme uğratması kaçınılmaz olduğu için kendine artık feminist demediğini ilan etti.5 Öte yandan Miller, feminizmin politik olarak hâlâ gerekli olduğunu düşünüyordu, ama 1981’deki bir makalesinde metni artık ateş, enerji ve iyimserlikten yoksundu: “Ama... “kimlik politikası” hakkında belirli bir zafer şenliğinin zamanı geçti. Buradan giderken neredeyiz, hangi dildeyiz, yine de çok daha az açık.”6
     1981’de yazarın cinsiyet veya toplumsal cinsiyetinin edebiyatla ne ilgisi var sorusu hâlâ cevapsızdı. Kamuf, yazarlar hakkında konuşmak bile istemiyordu, bu sırada Miller- anladığım kadarıyla- feministlerin kadın yazarlarla ilgilenmesinin en azından politik görevleri olduğunu iddia etti. Kamuf’un edebiyatın metafiziğini ilkeli reddine karşı sağlam teorik argümanlar vardıysa da, bunlar Miller’ın makalesinde belirtilmemişti.
     1984’de Gayatri Spivak ‘stratejik özcülük’ün ortaya çıkmasıyla oluşan düğümü, ‘teori üzerine ayrıcalıklı pratik’ terimleriyle tartışarak çözmeye çalıştı.7 Bu da Nancy Miller’ın konumuna karşılık geliyordu: teori pratikte işlemediği zaman, politik pratiğe öncelik vermeliyiz. Yine de bu demeçler hiçbir teorik iş yapmıyorlar: baştaki teorik sorun hâlâ çözülmedi. 1989’da, Kamuf ve Miller kadın yazar meselesine ulaşamamışlardı bile. Spivak 1989’da, ‘özcülüğün stratejik kullanımı hakkındaki argümanı yeniden düşündüğünü’ ve ‘özcülüğe belirli bir mazeret’ sağlıyormuş gibi hissettiğini beyan etti. Bu yüzden mesele sonuca bağlanmıyordu. (Spivak, 1989: 127, 128).8 Bildiğim kadarıyla Kamuf ve Miller tartışmasından sonra kadın, yazmak ve edebiyat hakkında yeni büyük teorilerimiz olmadı. Yazarın toplumsal cinsiyeti ya da cinsiyetinin önemini -ya da eksikliğini- anlamak meselesi yirmi yıl önceki gibi çözümsüz durumda.

Judith Butler’ın Cinsiyet Belası: ne kadın, ne edebiyat
Kadın ve edebiyat meselesinin teorisyenlerin gündeminden çıkmasının ikinci nedeni de Judith Butler’ın etkisidir. Kamuf ve Miller biraz kederli, neredeyse postfeminist diyaloglarını tamamladıktan sonra, Butler (1990)  muazzam biçimde ilham verici Gender Trouble’ı (Cinsiyet Belası) yayınladı. Butler; ‘kadın’ kategorisine meydan okuyarak, toplumsal cinsiyeti konuşmamız gerektiğini gösterdi: Çünkü toplumsal cinsiyet; heteroseksist ve heteronormatif iktidar yapılarının performatif bir etkisiydi.
     Cinsiyet Belası, aslında ‘kadın’ ve ‘erkek’ kelimelerinin kullanımının; talihsiz konuşmacının dünyada kadınsılığın ve erkeksiliğin geleneksel, basmakalıp kategorilerine uymayan insanların olduğunu anlamamasının kanıtı gibi algılandığı bir entelektüel iklim yarattı.9
     Butler aslında; toplumsal cinsiyetin performatif olduğu iddiasıyla cinsiyetimizi, cinsiyetli şeyler yaparak yarattığımızı söylemek istiyordu. Davranışlarımız sosyal cinsiyet normlarını sağlamlaştırıyor ya da yıkıyordu. Bu görüş, Simone de Beauvoir’ın ‘Kadın doğulmaz, kadın olunur’ ifadesiyle çok benzeşir, Beauvoir da insanların kendilerini oluşturmalarının dünyadaki faaliyetleri aracılığıyla olduğunu düşünür. Butler da Beauvoir da aynı zamanda –ama çok farklı şekillerde- anti-özcüdürler, cinsiyetin toplumda üretildiği ve bu yüzden toplumda değişebileceğine inanırlar. Ancak, Butler ve Beauvoir’ın bedenin önemi ve temsilleri üzerine tamamen farklı görüşleri vardır: Beauvoir, insanların hareket eden ve kararlar alarak şekillenen özneler olduğuna inanır; Butler, bedenlerin dolambaçlı bir ‘maddileşme süreci’ sonucu olduğunu düşünür ve ısrarla ‘failin fiilin arkasında’ olduğunu inkar eder (Butler, 1993: 9).
     Her ne kadar farklı olsalar da, bu toplumsal cinsiyet teorilerinin tamamı köken teorileridir. Butler da Beauvoir da toplumsal cinsiyetin nasıl yaratıldığı ve oluşa geldiği sorusuna cevap vermeye çalışır. Bu tür teorilerden belirli bir politik ya da etik sonuç çıkmaz. Köken teorileri toplumsal cinsiyet bir kere oluştuktan sonra bize ne yapmamız gerektiğini söylemez, eğer kadınların toplumdaki durumu ya da gey ve lezbiyen hakları üzerine düşüncelerimi haklı çıkarmak istiyorsam bu fenomenlerin sadece nasıl oluştuğunu açıklayarak yapamam. Aksine; adil ve eşit bir toplum, ya da insanların birbirine nasıl davranması gerektiği üzerine ilkelerimi belirlemeye ya da neden özgürlüğün benim için en yüksel kişisel ve politik değer olduğunu açıklamaya ihtiyacım vardır.
     Cinsiyet Belası ile birlikte, feminist teorinin önceliği edebiyattan ve edebiyat eleştirisinden uzaklaştı. Butler birkaç istisna dışında edebiyatı hiç tartışmamış bir filozoftur. 1990lar sürecinde, feminist teorinin estetik meseleleri tartışma konusunda hevesi daha da azalmıştı. Aynı zamanda, tırnak içine koymadan ‘kadın’dan bahsetmek zor hale gelmişti. On yılın sonunda, kadın ve edebiyat hakkında bir teori geliştirme temeli tamamen kaybolmuştu.

Bugün
2008’de parlak edebiyat eleştirmenleri hâlâ kadın yazarlar üzerine çalışıyorlar. Alandaki kitapların entelektüel seviyesi yüksek ve alandaki başarılar akademide tanınıyor. Örneğin 2006’da Paula Backscheider’ın (2005) 18. Yüzyıl İngiliz kadın şairleri hakkındaki büyük kitabı MLA’s (Modern Language Association’s) James Russell Lowell ödülünü kazandı. Dahası 1980'lerden beri, yeni bir kadın yazar nesli ortaya çıktı, ve birçok edebiyat eleştirmeni bunun ciddiye alınma mücadelesinin tartışılabileceği bir entelektüel alan yaratmanın acil bir görev olduğunu hissediyor. Mary Eagleton, Figuring the Woman Author in Contemporary Fiction (Çağdaş Edebiyatta Kadın Yazarı Biçimlendirmek) (2005) kitabında feminizmin hep kadınların yazarlık (authorship) ve yetke (authority) ile mücadelesi ile ilgili olduğunu vurgular. İngilizce yazan kadın yazınında sanatçı ya da yazar tasvirinin 1970’lerden beri önemini koruduğunu gösterir. Mary Eagleton aynı zamanda 1975 sonrası kadınların edebiyatına adanmış Contemporary Women’s Writing (Çağdaş Kadın Yazını) isimli yeni bir gazetenin de yardımcı kurucusudur.
     Bugün, 1980’lerin sonlarında olduğu gibi teori ve pratik birliktelikten uzak gözüküyor. Netice bir tür entelektüel şizofreni; beynin yarısı kadın yazarları okumaya devam ediyor, diğer yarısı ise yazarın öldüğünü düşünüyor, ve ‘kadın’ kelimesi bile teorik olarak riskli. Kadın yazarlar üzerine olan bir sürü kitap ve makalenin bir sürü özürle başlamasına şaşmamalı. Genelde yazar Barthes veya Foucault’ya karşı bir şey yazmadığını; ya da aslında gerçek, yaşayan yazarlar hakkında değil de sadece edebi metindeki yazar tasviri hakkında yazdığını; ya da ‘kadın’ yazdığı zaman, gerçekten ‘kadın’ demek istediğini bize teminat vererek başlıyor ve öyle devam ediyor. Bu tür düzenlemeler teorik bir rahatsızlığın semptomlarıdır. Güncel teorilerimiz, kadın yazınına yatırım yapmakla ilgilenen kadınları desteklemek yerine, onları suçlu hissettiriyor gibi gözüküyor. Daha da kötüsü, tamamen kadın ve edebiyatı birlikte çalışmaktan korkutuyorlar. Aslında daha fazla teoriye (ya da tercih ederseniz daha fazla felsefeye) ihtiyacımız olduğunu savunmam günümüzde nadir durumlardan biridir. Aslında birçok kadın ve erkeğin açıkça bunun önemli olduğunu düşündüğü, ve kendini politik olarak doğrulamanın problem yaratmadığı teorik bir işe ihtiyacımız var.

Ben Bir kadın yazar değilim: Beauvoir’in ikilemi:
İkinci Cinsiyet’in başında, Beuvoir cinsiyetçi bir toplumda erkeğin evrensel, kadının ise özel olduğunu gösterir; erkek Bir’dir, kadın ise Öteki’dir. Beauvoir’in cinsiyetçilik tanımı böyle, ve İkinci Cins’te yazdığı her şeyi desteklemektedir. Bu analiz o kadar basittir ki aslında ne kadar parlak olduğunu, ve bizim yapacak daha çok işimiz olduğunu gözden kaçırmak kolaydır.  
     Beauvoir bir konuşmayı anlatarak buna karar verir:
I have sometimes been annoyed, in the middle of an abstract discussion, at hearing men say to me: ‘You think this or that because you are a woman’; but I knew that my only defence would be to reply: "I think it because it is true," thereby removing [éliminant] my subjectivity. It would be out of the question to retort: ‘And you think the contrary because you are a man’, for it is understood that the fact of being a man is no peculiarity. A man is in the right in being a man; it is the woman who is in the wrong. In fact, just as for the ancients there was an absolute vertical with reference to which the oblique was defined, there is an absolute human type, namely the male. Woman has ovaries, a uterus; there wehave[voilà] the particular circumstances that imprison her [l’enferment] in her subjectivity; one often says that she thinks with her glands. In his grandiosity man forgets that his anatomy also includes hormones, and testicles. He thinks of his body as a direct and normal connection [relation] with the world which he believes that he apprehends objectively, while he considers the woman’s body to be weighed down by everything specific to it: an obstacle, a prison. (Beauvoir, 1984: xxi–xxii, translation amended)10

     Beauvoir’ın düşmanca bir açıklamaya cevaben, kendi öznelliğini bertaraf etmeye mecbur hissettiğini fark ediyoruz. Aynı zamanda Beauvoir’ın kendi toplumsal cinsiyet öznelliğini yok etmeye ve bunun içine hapsolmaya zorlanma arasında kesin bir karşıtlık kurduğunu fark ediyoruz. Bu, Beauvoir için cinsiyetçiliğin felsefi özüdür.
     Günümüz hayatından bir örnek bize bu cinsiyetçi mantığın hâlâ işlediğini gösteriyor. 2007 Şubatında, Drew Faust Harvard’ın tarihteki ilk kadın başkanı seçildi. Medyada cinsiyetine yapılan vurgu o kadar kuvvetliydi ki, işi almasındaki ana nedenin bu olduğu izlenimine kapılmak kolaydı:
     Pazar günü, Harvard Üniversitesi 371 yıllık tarihinde Faust’u ilk kadın başkanı olarak seçti.
            Faust:  "Umuyorum ki benim tayinim bir nesil önce bile tasavvur edilemeyen  fırsatların sembolü olabilir" der. Aynı zamanda şöyle ekler, "Ben Harvard’ın kadın başkanı değilim, ben Harvard’ın başkanıyım."11
     Faust’un durumu olabildiğince idare ettiğini düşünüyorum: Harvard’ın kadın başkanı olarak algılanmak istemediğini vurgulamadan önce kadın olduğunun  farkında ve gerçeğin önemi konusunda ısrarlı. Ama bunu yapmak zorunda bırakılmamalıydı. Harvard’ın hiçbir erkek başkanı Harvard’ın erkek başkanı olduğunu inkar etmek zorunda kaldığı bir duruma düşmemişti.
     Burda ne olduğunu anlamak için "Ben bir kadın yazar değilim" şeklinde bir konuşma eyleminin gerçekten olduğunu düşünmek yardımcı olur. (J. L. Austin (1975: 73) bu soru bir ifadenin gücü hakkında diye adlandırıyor, yani ‘nasıl... algılanır’ demek istiyor.) Öncelikle, bir kadın "Ben bir kadın yazar değilim" veya "Ben Harvard’ın kadın başkanıyım" demek zorunda olduğunu fark ettiğinde bu genel bir iddia veya felsefi prensip değildir. (Eğer olsaydı, ifade belli ki absürt olurdu.) Bu her zaman onun cinsiyetini veya toplumsal cinsiyetini ona karşı kullanmaya çalışan bir tahrike cevaptır.  Bu tür ifadeler kısaca savunma konuşma eyleminin özel bir türüdür: bu tür sözleri duyduğumuz zaman, orada bir tahrik aramalıyız.
     Çok zaman olmadı, bir radyo programını arayan bir kişi (bir erkek), ırk ve toplumsal cinsiyetin Demokratik öncelikler olarak konuşulmasının kesinlikle ilgisiz olduğunu iddia ediyordu: "Bir başkan seçiyoruz" dedi, "bir ırk veya toplumsal cinsiyet değil". Beauvoir’dan öğrenmemiz gereken ders, cinsiyetçi (ya da ırkçı) bir toplumda, bu kadar iyi niyetli iddiaların sonucu kadınları ve siyahları, ve diğer azınlık ırkları, toplumsal cinsiyetlerinin (ya da ırklarının) öznelliğini bertaraf etmeye zorlamak, başka bir deyişle bir tür soysal evrensel insan gibi davranmak, yani onların kendi fiili deneyimlerinin değerini düşürmektir. Ofisi ‘siyah’ veya ‘kadın’ aday için çalıştırma seçeneği, onları Beauvoir’ın ‘evrensel’ olarak tanımladığı genel kategoriden çıkarmak ve bu yüzden onları cinsiyetlerine (veya ırklarına) hapsetmektir.
     Eğer bir erkeğin "Ben bir yazarım, bir erkek yazar değilim" dediği bir durum düşünebilirsem bunun ancak bir feministin tahrikine cevap olabileceğini düşünebilirim. Erkekler, kadınların hakim olduğu bir meslekte çalışsalar bile cinsiyet veya toplumsal cinsiyetlerini reddetmek zorunda hisseder gibi gözükmüyorlar. ABD’de bir erkek hemşirelik eğitimi aldığında ‘erkek hemşire’ dendiğini farkettim. Hatta Male Nurse Magazine (Erkek Hemşire Dergisi) adında bir internet yayını bile var.12 Web sayfalarına bakılırsa, erkek hemşirelerin ‘evrensel’e ulaşımı epey kolay: kendilerinden (kadın hemşirelerin erkek hemşirelere yaptığı ayrımcılıktan şikayet ederken bile) hiçbir zorlanma hissi olmadan hemşireler, erkek hemşireler, ya da hemşirelik yapan erkekler olarak bahsediyorlar. Hiçbir erkek hemşirenin; "Ben bir erkek hemşire değilim, hemşireyim" demek zorunda hissedeceği bir durum yok gibi gözüküyor.
Bu da bize cinsiyetçi bir toplumda bir erkeğin cinsiyeti hatırlatılarak aşağılanamayacağını gösteriyor. (Bu, şimdiye kadar bir hipotez.) Erkek ya da erkeksilik hâlâ norm, kadın ya da kadınsılık sapma olarak kalıyor.
    Kadın yazarlara, bir kadın olarak ya da bir kadın gibi yazmak zorunda olduklarını söylemek inanılmaz derece engelleyici olabiliyor. Bu ne demek? Kadın yazını için bazı basmakalıp normlara uymak zorunda mı? Sarraute bu şekilde düşünüyor ve bu yüzden de écriture féminine fikrine karşı epey saldırgan. Bir yandan da; bir kadın yazarın cinsine uygun bir insan şeklinde yazmak zorunda hissetmesi, cinsiyeti ve insanlığı arasında bir ayrılık olması da bir o kadar engelleyici olabiliyor. Sarraute’nin bu ikilemden hiç bahsetmediğini belirtmeliyim. Ama Sarraute gibi bir yazar nesnel olmayı başarabiliyorsa da, diğer kadın yazarlar aynı şekilde hissetmek zorunda değil.
     Bu ikilem için doğru bir çözüm yok. Yapabileceğimiz tek şey tahriki arayacak soğukkanlılığa sahip olmayı ummak, diğerlerine bunun bir tahrik olduğunu göstermek, yani bizim özünde cinsiyetçi bir ikileme yerleştirildiğimizi göstermek ve tam da Drew Faust’un yaptığı gibi iki eşit umutsuz seçenekten birini seçmeyi  -mümkün olduğunca- reddetmek.13
     Bu noktada, bazıları şöyle haykırabilir: "Ama peki ya performativite?’" ‘Kadın’ kategorisini tamamen bahşedilmiş olarak düşünmüyor muyum? Kimin kadın yazar olup da kimin olmadığından nasıl bu kadar emin olabilirim? Ama bu, asıl noktayı kaçırmak olur. Beauvoir’ın cinsiyetçilik tahlili sadece kadın olarak algılanan kimseler için uygulanabilir. Epistemoloji, ya da gerçek veya öz hakkında hiçbir şey söylemez. Burada tartıştığım gibi bir durumda; toplumsal cinsiyetin nasıl üretildiği, kurulduğu veya performe edildiği, kısacası, toplumsal cinsiyetin nasıl oluşa geldiği teorileri konu dışıdır. Benim örneklerimdeki kadın transseksüel veya interseks, lezbiyen veya kadın olarak algılanan bir erkek olabilir. Bu iddia bizi Beauvoir’ın ya da Butler’ın söylediği şekilde ‘toplumsal cinsiyetimizi yaptığımıza’ inanmamızı engellemez. Beauvoir’ın ikilemindeki kişi herhangi bir kimse tarafından kadın olarak algılanan bir kişidir.  Toplumsal cinsiyet hakkındaki hiçbir köken teorisi, cinsiyetçi bir toplumda kadın olarak algılanan insanların erkek normuyla ilişkisinde Öteki olduğu gerçeğini değiştirmez. Nathalie Sarraute ya da Virginia Wollf’ın kadın yazarlar olduğunu iddia ettiğim zaman; yazan kadınlar olarak algılandıkları, ve aynı zamanda kendilerini kadın olarak kabul ettiklerini anlamalısınız.14

Virginia Woolf ve Kendine Ait Bir Oda
Beauvoir’in tahlilinin tanımlayan ve analitik güçleri dikkate değerdir. Eğer Kendine Ait Bir Oda’ya (A Room of One’s Own) yakından bakarsak bunu açıkça görebiliriz.  Birçok feminist, Woolf’un kadın ve edebiyat üzerine çözümlemesinin çelişkili olduğunu hissetmiştir.15  Bir taraftan, bütün kitap kadının edebiyata ulaşma imkânının tutkulu bir talebidir.
İddiasına göre kadın yazarlar, bir kadın geleneğine ihtiyaç duyarlar: ‘‘we think back through our mothers if we are women’’ (Woolf, 2005: 75). Ama aynı zamanda şunu da yazar: "It is fatal for any one who writes to think of their sex.... It is fatal ... in any way to speak consciously as a woman" (pp. 102–3) ve hayali genç yazar ‘Mary Carmichael’i "she wrote as a woman, but as a woman who has forgotten that she is a woman, so that her pages were full of that curious sexual quality which comes only when sex is unconscious of itself" (p.91) diyerek över.
     Woolf için yazarın görevi, varoluşunun en derin özüyle gerçekliğe katılmaktır. Bu öz, lisans öğrencilerimden biri olan Erin Greer’in 2007 onur tezinde gösterdiği gibi, cinsiyetli ya da toplumsal cinsiyetli değildir. Deniz Feneri’nde (To the Lighthouse) Mrs. Ramsey, pencerenin içinde örgü örerken ‘wedge-shaped core of darkness’ diye tanımlar; bütün kimliklerin ötesinde, şahsiyetin ötesinde, gayri şahsi ve evrensel olarak hayal edilir. Woolf için yazar, kendini kimlik iddialarıyla sıkıntıya sokmadan gerçeğe katılmalıdır. "The whole of the mind must lie wide open if we are to get the sense that the writer is communicating his experience with perfect fullness. There must be freedom and there must be peace" (Woolf, 2005: 103).
      Kadınlar yazmalılar, ama yazdıkları zaman, kendilerini kadın olarak düşünmemelidirler; sadece kendileri olmalılar ve bilhassa ‘kendi içlerindeki şeyleri düşünmelidirler’. Yani; ‘bunu bulup ve toplayıp, ve geri kalanımıza anlatmak’ amacıyla ‘gerçek’e katılmalıdırlar. Bağıran bir ‘cinsiyet-bilinci’ iyi yazmayı engeller, çünkü yazarın kendi içindeki şeyleri görmesini engeller. "Hiçbir çağ bizimki kadar rahatsız edici bir cinsiyet-bilincinde olmamıştı" (Woolf, 2005: 98), sonucu da, iyi edebiyatın zararına erkekleri de kadınlar kadar ‘cinsiyet-bilinçli’ yapmak oldu. Kadınlar yazmalıdır, ama kendi cinsiyetlerini unutmaya izinli değillerse yazamazlar.
     Şüphesiz eleştirmenler bazen Woolf’un kadın ve edebiyat üzerine görüşlerini tutarsız bulabiliyorlar. Ama Beauvoir’ın analizinin Woolf’un iddialarından etkilendiğini düşünürsek, Beauvoir’ın ikilemiyle karşı karşıya kaldığında Woolf’un bir taraf tutmakta zorlandığını görmek zor değil: Toplumsal cinsiyeti ve insanlığı arasında, kadın olmak ve yazar olmak arasında, varoluşunun kendine özgü oluşu ve yazarların içlerindeki şeylere katılma konusundaki hissi arasında seçim yapmak zorunda kalmaktan kaçınmaya çalışıyor. O hangi tahrike cevap veriyor? Çimenlere basmaya izni mi yok?  Kütüphaneye mi giremiyor? Ya da ‘Kadın Cinsinin Zihinsel, Etik ve Fiziksel Bayağılığı başlıklı muazzam eser’in yazarı korkunç Profesör von X’in kadınlara bitmeyen saldırılarına mı cevap veriyor (Woolf, 2005: 31)?
     Woolf’un görüşündeki problem, kişinin kadınmış gibi yazmasının her zaman yanlış olduğunu söylemesidir. Sonunda, hor görülen kategoriyle, yani kadınsılıkla tanımlamanın tehlikesi ona, tamamen cinsiyetsiz davranmak zorunda olma tehlikesinden daha korkutucu geliyor. Böyle hissetmesi tabi ki de Profesör von X’in suçu. Bana göre, eğer bir kadının dünya görüşünün çoklukla toplumsal cinsiyeti tarafından imlenmesi, bunun tersi kadar ilginç olabilir. Sonuçta asıl mesele, bir kadın yazınının nasıl olması gerektiği kurallarından kaçınmaktır. Her yazar kendi sesini ve görüşünü bulacaktır. Bir kadın yazar kaçınılmaz olarak kadın olarak yazar, genel bir kadın olarak değil, (epeyce kendine has) kendi olduğu kadın olarak.


Edebiyat nedir?
Geriye son bir soru kalıyor. Kadınlar neden yazmalı? Edebiyata neden önem vermeliyiz? Woolf’a göre edebiyat bir insanın olabildiği kadar içtenlik ve açık sözlülük ile gerçeğe katılmaya çalışması, ve bu görüşü ötekilere iletmeye çabasından ortaya çıkar. Deniz Feneri’nde Lily Briscoe sonunda resmini bitirdiğinde, Woolf romanını ‘She had her vision’ diyerek bitirir.
     Edebiyat bir kültürün arşividir. Diğer insanların nasıl ıstırap çektiğini ve güldüğünü, sevdiğini ve nefret ettiğini, diğer ülkelerdeki insanların nasıl yaşadığını, erkek ve kadınların nasıl diğer tarih dönemlerinde hayatı deneyimlediğini keşfetmek için edebiyata döneriz. Kadını edebiyat diyarında ikinci sınıf vatandaş yapmak, kadının varoluş ve dünya deneyimleri erkeğinkinden önemsiz demektir.
     Bir roman ya da şiir ya da oyun, veya bir konudaki teorik makale, yazar için çok önemli bir konunun diğerleri için de görülmesi çabasıdır. Amerikan filozof Stanley Cavell’den ilham alarak şunu söylemek istiyorum: Bir yazar bir eser ortaya çıkardığında aslında :"Bu benim ne gördüğümdür. Siz de görebiliyor musunuz?" demek ister. Bu harekette bir kesinlik değil bir umut vardır: belki diğerleri, bir anlığına da olsa, onun görüşünü paylaşabilir.
     Bu umut yazarı savunmasız yapar. O, anlaşılacağı garantisi olmadan gördüğünü söylemeye, görüşündeki her şeyi desteklemeye gönüllü olmalıdır. Yazmak, reddedilmeyi ve yanlış anlaşılmayı göze almaktır. Sartre, bir sanat yapıtı yaratmak, dünyaya kimsenin talep etmediği bir hediye vermektir der. (1988: ch. 2). Ama cömert olmaya cüret edemezsek, gördüklerimizi başkalarıyla paylaşmaya cüret edemezsek, dünya fakirleşir. Ve bazen bazı insanlar bunu gerçekten de anlar. Bir okuyucu bir kitabın kendisiyle gerçekten konuştuğunu hissettiğinde, kendini dünyada daha az yalnız hisseder. Edebiyat şüpheciliğin ve yalnızlığın üstesinden gelmeyi vaat eder.  

Notlar
1.     Bu alıntıyı ilk Ann Jefferson’da (2000: 96) buldum. Jefferson, Sonia Rykiel’in Sarraute ile röportajından alıntılıyor; ben aynı röportajdan biraz daha alıntılıyorum. (Sarraute, 1984: 40).
2.     Jefferson’a bakınız. (2000: 97) Jefferson’un Michèlen Gazier’e referansı (1984) ‘Nathalie Sarraute et son “il”’, TéléramaJuly, pp.38–9 (p.38).
3.     ‘[A]caba feminist teori kendini kadın dili, edebiyatı, üslubu, veya deneyimi nedir; gerçeğe ulaşmak için bu soruların şekline inancını nereden alır sorularıyla mı yönlendirir, yoksa evrensel insan gerçeğine inançla hümanizmayı besleyen aynı merkezden mi? (Kamuf, 1990: 108).
4.     ‘“Biz kadınlar”  yazmakta olan kadınlar için çalışmaya devam etmeliyiz diye düşünen biri olarak konuşacağım, çünkü eğer böyle yapmazsak unutuşumuzu yineleyeceğiz’ (s.113) [...] [E]ğer Kadın Çalışmaları toplumsal cinsiyet çalışmalarına dönüşürse, müessesedeki kadının gerçek sonu çok uzak değildir. (s.118, özgün vurgu) (Miller, 1990).
5.     Kamuf’un Kamuf ve Miller’a katkısı (1990: 132).
6.     Miller’ın Kamuf ve Miller’a katkısı(1990: 124, özgün vurgu).
7.     Bence bu tam da özcülük söylevine karşı durmak hedefindedir...  Ama stratejik olarak yapamayız. Feminist pratikten bahsederken, ya da teori üzerinden ayrıcalık tanırken bile, evrenselleştiririz – sadece genelleştirmeyiz aynı zamanda evrenselleştiririz’ (Gayatri Chakravorty Spivak, 1990a: 166, orjinal vurgu). Bu 1984 röportajı aynı zamanda The Post-Colonial Critic: Interviews, Strategies, Dialogues’da yeniden basılmıştır (Spivak, 1990b).   
8.     Bu röportaj Spivak’ın Outside in the Teaching Machine’de de (1993b) bulunabilir. Spivak ‘stratejik özcülük’ eleştirisini ‘An Interview with Gayatri Chakravorty Spivak: With Sara Danius and Stefan Jonsson’da pekiştiriyor (Spivak, 1993a).
9.     ‘Kadın’ kelimesinin, kimin ve hangi bağlamda konuştuğuna bakmadan, her zaman ve istinasız, aynı, geleneksel, muhafazakar anlamına geldiğine inanmanın yanlış olduğunu başka bir yerde gösterdim, bu konu hakkında burada daha fazla bir şey söylemeyeceğim.  ‘What is a Woman?’ a bakınız Toril Moi (2005).
10.Orjinal metin Beauvoir’da (1986: 14–15) bulunabilir. ‘“I Am a Woman”: The Personal and the Philosophical’ (Moi, 2005, particularly pp.201–26)” makalemde bu pasajdan uzun uzadıya bahsettim.
11.‘Harvard Names First Female President’, Associated Press tarafından The New York Times’da basıldı, 12 February 2007. URL: http://www.nytimes.com/aponline/us/AP-Harvard-President.html?pagewanted=all
13. Eşitlik ve farklılık arasındaki ilişki hakkındaki feminist tartışmanın tahlilinin sonuçları başka bir yerde geliştirilecek.
14.Aslında, Butler da Beauvoir da toplumsal cinsiyet klişelerine karşıdır. Butler, 1999’da Cinsiyet Belası’na yeniden bir bakışla; “Bu metinden çıkan, toplumsal cinsiyeti “doğal durumundan çıkarma” konusunda inatçı çaba, cinsiyetin ideal morfolojileri tarafından uygulanan normatif şiddete karşı çıkmak ve cinsellik üzerine sıradan ve akademik söylevlerin şekillendirdiği doğal veya olası heteroseksüelliğe olan yaygın varsayımları kökünden sökmek konusunda güçlü bir tutkudur (Butler, 1999: xxi).
15. Peggy Kamuf’un 1981’de yazdığı bir örnek olabilir. Kamuf’a (1990: 110) bakınız.

Çeviren: Deniz Erkaradağ





[1]Écriture féminine:  Kadının kendi dilini yarattığını ve ifade yöntemi olarak bu dili kullandığını savunan görüş.


Kaynak: ‘I Am Not a Woman Writer’: About Women, Literature and Feminist Theory Today”, Feminist Theory 9.3 (December 2008), 259-71.


Hiç yorum yok: