Bu makale öncelikle iki soruya
cevap bulmayı deniyor: 1990’larda kadın yazar meselesi neden feminist teori gündeminden
kayboldu? Ve şimdi neden yeniden düşünmeye ihtiyacımız var? Bunun üzerine, ‘Ben
bir kadın yazar değilim’ ifadesinden
başlayarak kadın yazar meselesine yeni bir tahlil geliştirmeye çalıştım. Bunun
bir konuşma eylemi olduğunu düşünerek ve Simone de Beauvoir’ın cinsiyetçilik
anlayışının ışığında tahlil ederek, belli bir tahrike; kadın yazarı kadınsılık normuna
uydurmaya zorlama girişimine cevap olduğunu gösteriyorum. Aynı zamanda,
Beauvoir’ın teorilerinin Virginia Woolf’un ‘Kendine Ait Bir Oda’daki
stratejilerini geliştirdiğini gösteriyorum. Son olarak, neden, bugün, hâlâ, biz
kadınlar yazmalıyız sorusunu soruyorum.
anathar kelimeler: J. L. Austin, Simone de Beauvoir,
feminite, feminist edebiyat eleştirisi, edebiyat, kadın yazarlar, Virginia
Woolf
Bugün neden feminist teoride kadın
ve yazarlık meselesi bu kadar marjinal bir konu? Edebiyata olan ilgi, feminist
teorinin ilk yıllarındaki merkezi önemine rağmen giderek düşüyor. Gerçi ben
sadece edebiyat için konuşmuyorum, edebiyata olan ilgi kaybının muhtemelen feminist
teori içindeki kadın ve estetik, kadın ve yaratıcılık sorularına olan geniş kapsamlı
ilgi kaybının belirtisidir. Bu konunun neden gündem dışı kaldığını teorik
sebeplerini tartışarak başlayacağım. Bu ne zaman oldu? Estetik meselesine
feministlerin ilgilerinin kaybolmasının teorik sebepleri nelerdir? Böylece, burada
teorik bir problem olduğunu göstermeyi umuyorum, ve bu da üstüne çalışmaya
değer. Meseleye yeniden odaklanarak teorik çalışmaya başlıyorum. Bu makalede,
toplumdaki kadın yazar durumunu tahlil ederek başlayacağım. Bunun bir tür
konuşma eyleminin tahlili olduğunu düşünüyorum. Neden bazı kadın yazarlar,
kadın yazar olduklarını kabul etmeye isteksizler? ‘Ben bir kadın yazar değilim’
iddiasını nasıl anlamalıyız? Bu meseleyi tahlilime yardım için, Simone de
Beauvoir’ın İkinci Cins’i üzerinden geçeceğim.
Aynı zamanda Beauvoir’ın tahlilinin, Virginia Woolf’un kadın ve edebiyat
meselesi hakkında nasıl düşündüğünü anlamamıza yardım ettiğini göstereceğim. Edebiyatın
neden önem taşıdığı hakkında birkaç şey söyleyerek bitireceğim. Bu konudaki görüşlerimin
sonraki incelemeler için başlangıç noktası olabileceğini düşünüyorum.
Tarih: problemi teşhis etmek
70 ortalarından 80 ortalarına
kadar olan on yılda, akademinin içerisinde ve dışarısında kadın yazını ve
écriture féminine[1]
epeyce popülerdi. A Literature of Their Own (Showalter, 1977) (Onlara Ait Bir
Edebiyat), Women Writing and Writing about Women (Jacobus, 1979) (Kadın Yazını
ve Kadın Hakkında Yazmak) ya da, başka bir damardan, Fictions of Feminine
Desire (Kamuf, 1982) (Kadın Arzusunun Kurguları) ve The Poetics of Gender (Miller,
1986) (Cinsiyetin Poetikası) gibi kitaplar baskı makinelerini çalıştırıyordu. O
zamanlar genç ve etkilenmeye açık olanlarımız için, heyecan verici, meydan
okuyucu, ve teorik açıdan anlamlı
şeylerdi bunlar. 1980’lerde feminist teori kadın ve yaratıcılık, kadın ve
yazarlık, kadın ve sanatın üretimi meseleleriyle fazlaca meşguldü.
O zamanlar kadın yazını, kadınlar
tarafından yazılan, kadınlar hakkında ve kadınlar için demekti. Écriture feminine mefhumu, Hélène Cixous
gibi yazarlar ve psikanalistler tarafından Fransa’da savunuldu ve Luce Irigaray
benzer bir gelişmeyle, kadınsılığın psikanalitik fikirlerine daha yakından
bağlandı. Écriture feminine kadınsılıkla işaretlenmiş edebiyatı, bu da genel
anlamda kadınların edebiyatını teşvik etti, buna rağmen bazen kadınsılığın
erkeklerin metinlerinde de bulunabileceği kabul edildi.
Birçok kadın yazar için, kadın yazınına
ilgi dalgası saf özgürlüktü: önceki on yıllarda genelde kadının maço tasvirleri
yoğundu. Doris Lessing 1971 yılında romanı Altın Defter’e yazdığı giriş
kısmında okuyucularına şunu hatırlatıyordu:
"ten, or even five years ago ... novels and plays
were being plentifully written by men furiously critical of women – particularly
from the States but also in this country – portrayed as bullies and betrayers,
but particularly as underminers and sappers. But these attitudes in male writers were
taken for granted, accepted as sound philosophical bases, as quite normal,
certainly not as womanhating, aggressive or neurotic." (Lessing, 1999: xiv)
Lessing’in aklında sadece (Kate Millet tarafından çığır açan kitabı
Cinsel Politika’da (1969) şiddetle suçlanan) Norman Mailer ve Henry Miller gibi
Amerikalı yazarlar değil, (1950lerde kendilerine gelen Kingsley Amis ve John
Osborne liderliğinde) İngiltere’deki bütün bir ‘öfkeli genç adam’ nesli vardı.
Bu arka plana dayanan 1970’lerde patlayan
kadın yazınına tutkulu ilgi tamamen haklı görünür. Nihayet, kadın yazarlar
kendi tutkularını ve arzularını edebiyatta tamamen ifade edebileceklerdi. Nihayet,
kadın okurlar kendi tutkularının yansımasını kadın düşüncesindeki kitaplarında
bulabilecekti.
Birçok kadın yazarın bu dönemde
gelişmesine şaşmamalı. Öteki kadın yazarlar için, sürekli vurgulanan kadınsılık
ve cinsiyet farklılıkları rahatsız ediciydi: “Yazdığım zaman, ne bir erkek ne
de kadınım, ne köpek ne kedi, ben ben değilim, ben artık hiçbir şeyim.”,
Nathalie Sarraute 1984’deki bir röportajında şöyle der: “Écriture féminine diye
bir şey yoktur, hiç görmedim.” 1 Başka bir yerde ise, “kadınsı veya
erkeksi yazın [écriture féminine ou masculine] tamamen anlamsızdır” beyanında
bulunur. 2
Çığır
açan, hızlıca bütün Batı dünyasındaki feministlerin hakiki incili
haline gelen Altın Kitap’ın yazarı,
büyük romanının cinsiyet farklılıkları hakkında olduğunu inkar etmekte
aceleciydi. Aksine, Lessing, bunun farklılıkların zararları hakkında olduğunu
iddia etti: "Kitabın özü, bunun kurulması, içindeki her şey, dolaylı ya da
doğrudan, şeyleri ayırmamamız gerektiğini söylüyor." (1999: xiv–xv). Romanın
sonuna göre, Saul ve Anna sinir krizinden ıstırap duyarken, ayrı kişilikleri
ortaya çıkar. Lessing şöyle yorumlar: “İçerideki Altın Kitap, ikisi tarafından
da yazılmış olandır”, “Saul ne, Anna ne, ikisini ayıramayacaksınız ve ikisini
kitaptaki diğer insanlardan da ayıramayacaksınız.”(p. xii).
Kadın yazınının parlak günlerinde bile,
aykırı sesler duyulabiliyordu. Kim haklıydı, kim haksız? Kendi işlerinin kadın
oldukları gerçeğiyle tanımlanmış veya işaretlenmiş olduğu neden bazı parlak
kadın yazarları öfkelendiriyordu? Bugün en son feminist teori bize cevap
veremiyor, çünkü artık kadın ve edebiyatla ilgilenmiyor. Bu yüzden, feminist
teorinin neden kadın ve edebiyatla ilgilenmeyi bıraktığını sormalıyız.
Yazarlar ve edebiyat hakkında post yapısalcı teoriler ile
çatışma
Feminist teorinin kadın ve
edebiyat meselesinde sessiz kalmasında ilk etken postyapısalcılığın
yükselişidir. 1970’lerin sonunda, Roland Barthes’ın (1997) ‘Yazarın Ölümü’(The
Death of the Author) makalesi her yerde alıntılanmaya başlıyordu. Jacques
Derrida’nın (1988) konuşan bir özneye hiçbir referansı olmadan, anlamın (ifade)
işaretçinin hareketiyle zuhur ettiği bir işaretler sistemi olduğunu söyleyen, edebi
metinlerin sadece metin olduğunu göstermeye yönelik sistemli teşebbüsü, ve
Michel Foucault’nun (1977) radikal anti-hümanizmi de eşit şekilde ilham
vericiydi.
1980’lerde, bunun gibi teoriler, kadın
yazınına ilgide ciddi bir fikir ayrılığı başlattı. Aynı zamanda kadın yazarlar
hakkında çalışmak isteyen feministler Barthes, Derrida ve Foucault’nun haklı
olduğuna ikna olmuşlardı, yazar kadın olsa gerçekten fark eder miydi? Birleşik
Devletler’de, bu konudaki ilgili gerilim, kadın yazarın rolü hakkındaki dönüm
noktası, Peggy Kamuf ve Nancy Miller arasındaki tartışmada açığa çıktı. Bu
tartışmanın iki perdesi vardı, ilki 1981 yılında iki makaleden ibaretti, ikinci
ise 1989 yılında mektupların değişimiydi. Bu iki değişimi birlikte okursak,
teorik iklimin evrimini aradan geçen on yılda şiddetle etkiledi.
Kamuf 1980’de zaten, feminist ‘edebi işin
azalmasının işareti’ne itiraz etmişti (Kamuf, 1980: 285) . 1981’de Kamuf, kadın
yazarlara ilginin, Foucault’nun uzun süre önce tasfiye ettiği geleneksel,
liberal hümanizmin yalnızca bir feminist versiyonu olduğunu iddia etti.3
Öteki taraftan Miller, Kamuf teorik olarak haklı da olsa, feministler hâlâ kadın
yazarların namına çalışmalıdır, yoksa bu kadınlar yakında unutulabilir, tarihte
kaybolabilir; kadın yazarın oynadığını rolü göz ardı etmek, doğrudan doğruya
cinsiyetçi geleneğin elindedir diye düşünüyordu..4
Argümanları birbirlerine
dokunmuyordu: Kamuf, Miller’ın hiç saldırmadığı bir teori ortaya koyuyordu;
Miller, Kamuf’un hiç mücadele etmediği bir politik amacı vurguluyordu.
Bu konuya sekiz-dokuz yıl sonra döndüklerinde,
nüansı farklıydı. Büyülü bir yükseklikteki yapısökümcü tarzda yazan Kamuf, bu
kelime ‘kapalı bir sistem’ kurduğu ve kendini yapısöküme uğratması kaçınılmaz
olduğu için kendine artık feminist demediğini ilan etti.5 Öte yandan
Miller, feminizmin politik olarak hâlâ gerekli olduğunu düşünüyordu, ama 1981’deki
bir makalesinde metni artık ateş, enerji ve iyimserlikten yoksundu: “Ama...
“kimlik politikası” hakkında belirli bir zafer şenliğinin zamanı geçti. Buradan
giderken neredeyiz, hangi dildeyiz, yine de çok daha az açık.”6
1981’de yazarın cinsiyet veya toplumsal
cinsiyetinin edebiyatla ne ilgisi var sorusu hâlâ cevapsızdı. Kamuf, yazarlar
hakkında konuşmak bile istemiyordu, bu sırada Miller- anladığım kadarıyla-
feministlerin kadın yazarlarla ilgilenmesinin en azından politik görevleri olduğunu iddia etti. Kamuf’un edebiyatın
metafiziğini ilkeli reddine karşı sağlam teorik
argümanlar vardıysa da, bunlar Miller’ın makalesinde belirtilmemişti.
1984’de Gayatri Spivak ‘stratejik
özcülük’ün ortaya çıkmasıyla oluşan düğümü, ‘teori üzerine ayrıcalıklı pratik’
terimleriyle tartışarak çözmeye çalıştı.7 Bu da Nancy Miller’ın konumuna
karşılık geliyordu: teori pratikte işlemediği zaman, politik pratiğe öncelik
vermeliyiz. Yine de bu demeçler hiçbir teorik iş yapmıyorlar: baştaki teorik
sorun hâlâ çözülmedi. 1989’da, Kamuf ve Miller kadın yazar meselesine
ulaşamamışlardı bile. Spivak 1989’da, ‘özcülüğün stratejik kullanımı hakkındaki
argümanı yeniden düşündüğünü’ ve ‘özcülüğe belirli bir mazeret’ sağlıyormuş
gibi hissettiğini beyan etti. Bu yüzden mesele sonuca bağlanmıyordu. (Spivak,
1989: 127, 128).8 Bildiğim kadarıyla Kamuf ve Miller tartışmasından
sonra kadın, yazmak ve edebiyat hakkında yeni büyük teorilerimiz olmadı. Yazarın
toplumsal cinsiyeti ya da cinsiyetinin önemini -ya da eksikliğini- anlamak meselesi
yirmi yıl önceki gibi çözümsüz durumda.
Judith Butler’ın Cinsiyet Belası: ne kadın, ne edebiyat
Kadın ve edebiyat meselesinin teorisyenlerin gündeminden çıkmasının ikinci
nedeni de Judith Butler’ın etkisidir. Kamuf ve Miller biraz kederli, neredeyse
postfeminist diyaloglarını tamamladıktan sonra, Butler (1990) muazzam biçimde ilham verici Gender Trouble’ı
(Cinsiyet Belası) yayınladı. Butler; ‘kadın’ kategorisine meydan okuyarak, toplumsal
cinsiyeti konuşmamız gerektiğini gösterdi: Çünkü toplumsal cinsiyet;
heteroseksist ve heteronormatif iktidar yapılarının performatif bir etkisiydi.
Cinsiyet Belası, aslında ‘kadın’
ve ‘erkek’ kelimelerinin kullanımının; talihsiz konuşmacının dünyada kadınsılığın
ve erkeksiliğin geleneksel, basmakalıp kategorilerine uymayan insanların
olduğunu anlamamasının kanıtı gibi algılandığı bir entelektüel iklim yarattı.9
Butler aslında; toplumsal
cinsiyetin performatif olduğu iddiasıyla cinsiyetimizi, cinsiyetli şeyler
yaparak yarattığımızı söylemek istiyordu. Davranışlarımız sosyal cinsiyet
normlarını sağlamlaştırıyor ya da yıkıyordu. Bu görüş, Simone de Beauvoir’ın ‘Kadın
doğulmaz, kadın olunur’ ifadesiyle çok benzeşir, Beauvoir da insanların
kendilerini oluşturmalarının dünyadaki faaliyetleri aracılığıyla olduğunu
düşünür. Butler da Beauvoir da aynı zamanda –ama çok farklı şekillerde-
anti-özcüdürler, cinsiyetin toplumda üretildiği ve bu yüzden toplumda
değişebileceğine inanırlar. Ancak, Butler ve Beauvoir’ın bedenin önemi ve
temsilleri üzerine tamamen farklı görüşleri vardır: Beauvoir, insanların
hareket eden ve kararlar alarak şekillenen özneler olduğuna inanır; Butler, bedenlerin
dolambaçlı bir ‘maddileşme süreci’ sonucu olduğunu düşünür ve ısrarla ‘failin
fiilin arkasında’ olduğunu inkar eder (Butler, 1993: 9).
Her ne kadar farklı olsalar da, bu
toplumsal cinsiyet teorilerinin tamamı köken
teorileridir. Butler da Beauvoir
da toplumsal cinsiyetin nasıl yaratıldığı
ve oluşa geldiği sorusuna cevap vermeye çalışır. Bu tür teorilerden belirli
bir politik ya da etik sonuç çıkmaz. Köken
teorileri toplumsal cinsiyet bir kere oluştuktan sonra bize ne yapmamız
gerektiğini söylemez, eğer kadınların toplumdaki durumu ya da gey ve
lezbiyen hakları üzerine düşüncelerimi haklı çıkarmak istiyorsam bu
fenomenlerin sadece nasıl oluştuğunu açıklayarak yapamam. Aksine; adil ve eşit
bir toplum, ya da insanların birbirine nasıl davranması gerektiği üzerine
ilkelerimi belirlemeye ya da neden özgürlüğün benim için en yüksel kişisel ve
politik değer olduğunu açıklamaya ihtiyacım vardır.
Cinsiyet
Belası ile birlikte, feminist teorinin önceliği edebiyattan ve edebiyat
eleştirisinden uzaklaştı. Butler birkaç istisna dışında edebiyatı hiç
tartışmamış bir filozoftur. 1990lar sürecinde, feminist teorinin estetik
meseleleri tartışma konusunda hevesi daha da azalmıştı. Aynı zamanda, tırnak
içine koymadan ‘kadın’dan bahsetmek zor hale gelmişti. On yılın sonunda, kadın
ve edebiyat hakkında bir teori geliştirme temeli tamamen kaybolmuştu.
Bugün
2008’de parlak edebiyat eleştirmenleri hâlâ kadın yazarlar üzerine
çalışıyorlar. Alandaki kitapların entelektüel seviyesi yüksek ve alandaki
başarılar akademide tanınıyor. Örneğin 2006’da Paula Backscheider’ın (2005) 18.
Yüzyıl İngiliz kadın şairleri hakkındaki büyük kitabı MLA’s (Modern Language
Association’s) James Russell Lowell ödülünü kazandı. Dahası 1980'lerden beri, yeni
bir kadın yazar nesli ortaya çıktı, ve birçok edebiyat eleştirmeni bunun ciddiye
alınma mücadelesinin tartışılabileceği bir entelektüel alan yaratmanın acil bir
görev olduğunu hissediyor. Mary Eagleton, Figuring the Woman Author in
Contemporary Fiction (Çağdaş Edebiyatta Kadın Yazarı Biçimlendirmek) (2005)
kitabında feminizmin hep kadınların yazarlık (authorship) ve yetke (authority)
ile mücadelesi ile ilgili olduğunu vurgular. İngilizce yazan kadın yazınında sanatçı
ya da yazar tasvirinin 1970’lerden beri önemini koruduğunu gösterir. Mary
Eagleton aynı zamanda 1975 sonrası kadınların edebiyatına adanmış Contemporary Women’s Writing (Çağdaş
Kadın Yazını) isimli yeni bir gazetenin de yardımcı kurucusudur.
Bugün, 1980’lerin sonlarında olduğu gibi
teori ve pratik birliktelikten uzak gözüküyor. Netice bir tür entelektüel
şizofreni; beynin yarısı kadın yazarları okumaya devam ediyor, diğer yarısı ise
yazarın öldüğünü düşünüyor, ve ‘kadın’ kelimesi bile teorik olarak riskli. Kadın
yazarlar üzerine olan bir sürü kitap ve makalenin bir sürü özürle başlamasına şaşmamalı.
Genelde yazar Barthes veya Foucault’ya karşı bir şey yazmadığını; ya da aslında
gerçek, yaşayan yazarlar hakkında değil de sadece edebi metindeki yazar tasviri
hakkında yazdığını; ya da ‘kadın’ yazdığı zaman, gerçekten ‘kadın’ demek
istediğini bize teminat vererek başlıyor ve öyle devam ediyor. Bu tür
düzenlemeler teorik bir rahatsızlığın semptomlarıdır. Güncel teorilerimiz, kadın
yazınına yatırım yapmakla ilgilenen kadınları desteklemek yerine, onları suçlu
hissettiriyor gibi gözüküyor. Daha da kötüsü, tamamen kadın ve edebiyatı birlikte
çalışmaktan korkutuyorlar. Aslında daha
fazla teoriye (ya da tercih ederseniz daha fazla felsefeye) ihtiyacımız
olduğunu savunmam günümüzde nadir durumlardan biridir. Aslında birçok kadın ve
erkeğin açıkça bunun önemli olduğunu düşündüğü, ve kendini politik olarak
doğrulamanın problem yaratmadığı teorik bir işe ihtiyacımız var.
Ben Bir kadın yazar değilim: Beauvoir’in ikilemi:
İkinci Cinsiyet’in başında,
Beuvoir cinsiyetçi bir toplumda erkeğin evrensel, kadının ise özel olduğunu
gösterir; erkek Bir’dir, kadın ise Öteki’dir. Beauvoir’in cinsiyetçilik
tanımı böyle, ve İkinci Cins’te yazdığı her şeyi desteklemektedir. Bu analiz o
kadar basittir ki aslında ne kadar parlak olduğunu, ve bizim yapacak daha çok
işimiz olduğunu gözden kaçırmak kolaydır.
Beauvoir bir konuşmayı anlatarak buna
karar verir:
I have sometimes been annoyed, in the middle of an
abstract discussion, at hearing men say to me: ‘You think this or that because
you are a woman’; but I knew that my only defence would be to reply: "I think
it because it is true," thereby removing [éliminant] my subjectivity. It would
be out of the question to retort: ‘And you think the contrary because you are
a man’, for it is understood that the fact of being a man is no peculiarity. A
man is in the right in being a man; it is the woman who is in the wrong. In
fact, just as for the ancients there was an absolute vertical with reference to
which the oblique was defined, there is an absolute human type, namely the male.
Woman has ovaries, a uterus; there wehave[voilà] the particular circumstances
that imprison her [l’enferment] in her subjectivity; one often says that she
thinks with her glands. In his grandiosity man forgets that his anatomy also
includes hormones, and testicles. He thinks of his body as a direct and normal
connection [relation] with the world which he believes that he apprehends objectively,
while he considers the woman’s body to be weighed down by everything specific to
it: an obstacle, a prison. (Beauvoir, 1984: xxi–xxii, translation amended)10
Beauvoir’ın
düşmanca bir açıklamaya cevaben, kendi öznelliğini bertaraf etmeye mecbur
hissettiğini fark ediyoruz. Aynı zamanda Beauvoir’ın kendi toplumsal cinsiyet
öznelliğini yok etmeye ve bunun içine hapsolmaya zorlanma arasında kesin bir
karşıtlık kurduğunu fark ediyoruz. Bu, Beauvoir için cinsiyetçiliğin felsefi
özüdür.
Günümüz
hayatından bir örnek bize bu cinsiyetçi mantığın hâlâ işlediğini gösteriyor. 2007
Şubatında, Drew Faust Harvard’ın tarihteki ilk kadın başkanı seçildi. Medyada cinsiyetine
yapılan vurgu o kadar kuvvetliydi ki, işi almasındaki ana nedenin bu olduğu
izlenimine kapılmak kolaydı:
Pazar
günü, Harvard Üniversitesi 371 yıllık tarihinde Faust’u ilk kadın başkanı
olarak seçti.
Faust: "Umuyorum ki benim tayinim bir nesil önce bile tasavvur edilemeyen fırsatların sembolü olabilir" der. Aynı
zamanda şöyle ekler, "Ben Harvard’ın kadın başkanı değilim, ben Harvard’ın
başkanıyım."11
Faust’un durumu olabildiğince
idare ettiğini düşünüyorum: Harvard’ın kadın
başkanı olarak algılanmak istemediğini vurgulamadan önce kadın olduğunun farkında
ve gerçeğin önemi konusunda ısrarlı. Ama bunu yapmak zorunda bırakılmamalıydı.
Harvard’ın hiçbir erkek başkanı Harvard’ın erkek
başkanı olduğunu inkar etmek zorunda kaldığı bir duruma düşmemişti.
Burda ne
olduğunu anlamak için "Ben bir kadın yazar değilim" şeklinde bir konuşma
eyleminin gerçekten olduğunu düşünmek yardımcı olur. (J. L. Austin (1975: 73) bu
soru bir ifadenin gücü hakkında diye
adlandırıyor, yani ‘nasıl... algılanır’ demek istiyor.) Öncelikle, bir kadın "Ben bir kadın yazar değilim" veya "Ben Harvard’ın kadın başkanıyım" demek
zorunda olduğunu fark ettiğinde bu genel bir iddia veya felsefi prensip
değildir. (Eğer olsaydı, ifade belli ki absürt olurdu.) Bu her zaman onun
cinsiyetini veya toplumsal cinsiyetini ona karşı kullanmaya çalışan bir tahrike
cevaptır. Bu tür ifadeler kısaca savunma konuşma
eyleminin özel bir türüdür: bu tür sözleri duyduğumuz zaman, orada bir tahrik
aramalıyız.
Çok
zaman olmadı, bir radyo programını arayan bir kişi (bir erkek), ırk ve
toplumsal cinsiyetin Demokratik öncelikler olarak konuşulmasının kesinlikle
ilgisiz olduğunu iddia ediyordu: "Bir başkan seçiyoruz" dedi, "bir ırk veya
toplumsal cinsiyet değil". Beauvoir’dan öğrenmemiz gereken ders, cinsiyetçi (ya
da ırkçı) bir toplumda, bu kadar iyi niyetli iddiaların sonucu kadınları ve
siyahları, ve diğer azınlık ırkları, toplumsal cinsiyetlerinin (ya da ırklarının)
öznelliğini bertaraf etmeye zorlamak, başka bir deyişle bir tür soysal evrensel
insan gibi davranmak, yani onların kendi fiili deneyimlerinin değerini
düşürmektir. Ofisi ‘siyah’ veya ‘kadın’ aday için çalıştırma seçeneği, onları
Beauvoir’ın ‘evrensel’ olarak tanımladığı genel kategoriden çıkarmak ve bu
yüzden onları cinsiyetlerine (veya ırklarına) hapsetmektir.
Eğer bir
erkeğin "Ben bir yazarım, bir erkek yazar değilim" dediği bir durum
düşünebilirsem bunun ancak bir feministin tahrikine cevap olabileceğini
düşünebilirim. Erkekler, kadınların hakim olduğu bir meslekte çalışsalar bile
cinsiyet veya toplumsal cinsiyetlerini reddetmek zorunda hisseder gibi
gözükmüyorlar. ABD’de bir erkek hemşirelik eğitimi aldığında ‘erkek hemşire’
dendiğini farkettim. Hatta Male Nurse
Magazine (Erkek Hemşire Dergisi) adında bir internet yayını bile var.12
Web sayfalarına bakılırsa, erkek hemşirelerin ‘evrensel’e ulaşımı epey kolay:
kendilerinden (kadın hemşirelerin erkek hemşirelere yaptığı ayrımcılıktan
şikayet ederken bile) hiçbir zorlanma hissi olmadan hemşireler, erkek
hemşireler, ya da hemşirelik yapan erkekler olarak bahsediyorlar. Hiçbir erkek
hemşirenin; "Ben bir erkek hemşire değilim, hemşireyim" demek zorunda
hissedeceği bir durum yok gibi gözüküyor.
Bu da bize cinsiyetçi bir toplumda bir erkeğin
cinsiyeti hatırlatılarak aşağılanamayacağını gösteriyor. (Bu, şimdiye kadar bir
hipotez.) Erkek ya da erkeksilik hâlâ norm, kadın ya da kadınsılık sapma olarak kalıyor.
Kadın
yazarlara, bir kadın olarak ya da bir kadın gibi yazmak zorunda olduklarını
söylemek inanılmaz derece engelleyici olabiliyor. Bu ne demek? Kadın yazını
için bazı basmakalıp normlara uymak zorunda mı? Sarraute bu şekilde düşünüyor
ve bu yüzden de écriture féminine fikrine karşı epey saldırgan. Bir yandan da;
bir kadın yazarın cinsine uygun bir insan şeklinde yazmak zorunda hissetmesi,
cinsiyeti ve insanlığı arasında bir ayrılık olması da bir o kadar engelleyici
olabiliyor. Sarraute’nin bu ikilemden hiç bahsetmediğini belirtmeliyim. Ama
Sarraute gibi bir yazar nesnel olmayı başarabiliyorsa da, diğer kadın yazarlar
aynı şekilde hissetmek zorunda değil.
Bu
ikilem için doğru bir çözüm yok. Yapabileceğimiz tek şey tahriki arayacak
soğukkanlılığa sahip olmayı ummak, diğerlerine bunun bir tahrik olduğunu
göstermek, yani bizim özünde cinsiyetçi bir ikileme yerleştirildiğimizi
göstermek ve tam da Drew Faust’un yaptığı gibi iki eşit umutsuz seçenekten
birini seçmeyi -mümkün olduğunca- reddetmek.13
Bu
noktada, bazıları şöyle haykırabilir: "Ama peki ya performativite?’" ‘Kadın’
kategorisini tamamen bahşedilmiş olarak düşünmüyor muyum? Kimin kadın yazar
olup da kimin olmadığından nasıl bu kadar emin olabilirim? Ama bu, asıl noktayı
kaçırmak olur. Beauvoir’ın cinsiyetçilik tahlili sadece kadın olarak algılanan kimseler için uygulanabilir. Epistemoloji,
ya da gerçek veya öz hakkında hiçbir şey söylemez. Burada tartıştığım gibi bir
durumda; toplumsal cinsiyetin nasıl üretildiği, kurulduğu veya performe
edildiği, kısacası, toplumsal cinsiyetin nasıl oluşa geldiği teorileri konu
dışıdır. Benim örneklerimdeki kadın transseksüel veya interseks, lezbiyen veya
kadın olarak algılanan bir erkek olabilir. Bu iddia bizi Beauvoir’ın ya da
Butler’ın söylediği şekilde ‘toplumsal cinsiyetimizi yaptığımıza’ inanmamızı
engellemez. Beauvoir’ın ikilemindeki kişi herhangi
bir kimse tarafından kadın olarak algılanan bir kişidir. Toplumsal cinsiyet hakkındaki hiçbir köken
teorisi, cinsiyetçi bir toplumda kadın olarak algılanan insanların erkek
normuyla ilişkisinde Öteki olduğu gerçeğini değiştirmez. Nathalie Sarraute ya
da Virginia Wollf’ın kadın yazarlar olduğunu iddia ettiğim zaman; yazan
kadınlar olarak algılandıkları, ve aynı zamanda kendilerini kadın olarak kabul
ettiklerini anlamalısınız.14
Virginia Woolf ve Kendine Ait Bir Oda
Beauvoir’in tahlilinin tanımlayan
ve analitik güçleri dikkate değerdir. Eğer Kendine
Ait Bir Oda’ya (A Room of One’s Own)
yakından bakarsak bunu açıkça görebiliriz. Birçok feminist, Woolf’un kadın ve edebiyat
üzerine çözümlemesinin çelişkili olduğunu hissetmiştir.15 Bir taraftan, bütün kitap kadının edebiyata
ulaşma imkânının tutkulu bir talebidir.
İddiasına göre kadın yazarlar,
bir kadın geleneğine ihtiyaç duyarlar: ‘‘we think back through our mothers if
we are women’’ (Woolf, 2005: 75). Ama aynı zamanda şunu da yazar: "It is fatal
for any one who writes to think of their sex.... It is fatal ... in any way to
speak consciously as a woman" (pp. 102–3) ve hayali genç yazar ‘Mary
Carmichael’i "she wrote as a woman, but as a woman who has forgotten that she
is a woman, so that her pages were full of that curious sexual quality which
comes only when sex is unconscious of itself" (p.91) diyerek över.
Woolf
için yazarın görevi, varoluşunun en derin özüyle gerçekliğe katılmaktır. Bu öz,
lisans öğrencilerimden biri olan Erin Greer’in 2007 onur tezinde gösterdiği
gibi, cinsiyetli ya da toplumsal cinsiyetli değildir. Deniz Feneri’nde (To the Lighthouse) Mrs. Ramsey, pencerenin içinde
örgü örerken ‘wedge-shaped core of darkness’ diye tanımlar; bütün kimliklerin
ötesinde, şahsiyetin ötesinde, gayri şahsi ve evrensel olarak hayal edilir. Woolf
için yazar, kendini kimlik iddialarıyla sıkıntıya sokmadan gerçeğe
katılmalıdır. "The whole of the mind must lie wide open if we are to get the
sense that the writer is communicating his experience with perfect fullness.
There must be freedom and there must be peace" (Woolf, 2005: 103).
Kadınlar yazmalılar, ama yazdıkları zaman, kendilerini kadın olarak
düşünmemelidirler; sadece kendileri olmalılar ve bilhassa ‘kendi içlerindeki
şeyleri düşünmelidirler’. Yani; ‘bunu bulup ve toplayıp, ve geri kalanımıza
anlatmak’ amacıyla ‘gerçek’e katılmalıdırlar. Bağıran bir ‘cinsiyet-bilinci’
iyi yazmayı engeller, çünkü yazarın kendi içindeki şeyleri görmesini
engeller. "Hiçbir çağ bizimki kadar rahatsız edici bir cinsiyet-bilincinde
olmamıştı" (Woolf, 2005: 98), sonucu da, iyi edebiyatın zararına erkekleri de
kadınlar kadar ‘cinsiyet-bilinçli’ yapmak oldu. Kadınlar yazmalıdır, ama kendi
cinsiyetlerini unutmaya izinli
değillerse yazamazlar.
Şüphesiz
eleştirmenler bazen Woolf’un kadın ve edebiyat üzerine görüşlerini tutarsız
bulabiliyorlar. Ama Beauvoir’ın analizinin Woolf’un iddialarından etkilendiğini
düşünürsek, Beauvoir’ın ikilemiyle karşı karşıya kaldığında Woolf’un bir taraf
tutmakta zorlandığını görmek zor değil: Toplumsal cinsiyeti ve insanlığı
arasında, kadın olmak ve yazar olmak arasında, varoluşunun kendine özgü oluşu ve
yazarların içlerindeki şeylere katılma konusundaki hissi arasında seçim yapmak
zorunda kalmaktan kaçınmaya çalışıyor. O hangi tahrike cevap veriyor? Çimenlere
basmaya izni mi yok? Kütüphaneye mi
giremiyor? Ya da ‘Kadın Cinsinin
Zihinsel, Etik ve Fiziksel Bayağılığı başlıklı muazzam eser’in yazarı
korkunç Profesör von X’in kadınlara bitmeyen saldırılarına mı cevap veriyor (Woolf,
2005: 31)?
Woolf’un görüşündeki problem, kişinin kadınmış
gibi yazmasının her zaman yanlış olduğunu söylemesidir. Sonunda, hor görülen
kategoriyle, yani kadınsılıkla tanımlamanın tehlikesi ona, tamamen cinsiyetsiz
davranmak zorunda olma tehlikesinden daha korkutucu geliyor. Böyle hissetmesi
tabi ki de Profesör von X’in suçu. Bana göre, eğer bir kadının dünya görüşünün
çoklukla toplumsal cinsiyeti tarafından imlenmesi, bunun tersi kadar ilginç
olabilir. Sonuçta asıl mesele, bir kadın
yazınının nasıl olması gerektiği kurallarından kaçınmaktır. Her yazar kendi
sesini ve görüşünü bulacaktır. Bir kadın yazar kaçınılmaz olarak kadın olarak
yazar, genel bir kadın olarak değil, (epeyce kendine has) kendi olduğu kadın
olarak.
Edebiyat nedir?
Geriye son bir soru kalıyor.
Kadınlar neden yazmalı? Edebiyata neden önem vermeliyiz? Woolf’a göre edebiyat
bir insanın olabildiği kadar içtenlik ve açık sözlülük ile gerçeğe katılmaya
çalışması, ve bu görüşü ötekilere iletmeye çabasından ortaya çıkar. Deniz Feneri’nde Lily Briscoe sonunda
resmini bitirdiğinde, Woolf romanını ‘She had her vision’ diyerek bitirir.
Edebiyat bir kültürün arşividir. Diğer
insanların nasıl ıstırap çektiğini ve güldüğünü, sevdiğini ve nefret ettiğini,
diğer ülkelerdeki insanların nasıl yaşadığını, erkek ve kadınların nasıl diğer
tarih dönemlerinde hayatı deneyimlediğini keşfetmek için edebiyata döneriz.
Kadını edebiyat diyarında ikinci sınıf vatandaş yapmak, kadının varoluş ve
dünya deneyimleri erkeğinkinden önemsiz demektir.
Bir roman ya da şiir ya da oyun, veya bir
konudaki teorik makale, yazar için çok önemli bir konunun diğerleri için de görülmesi
çabasıdır. Amerikan filozof Stanley Cavell’den ilham alarak şunu söylemek
istiyorum: Bir yazar bir eser ortaya çıkardığında aslında :"Bu benim ne
gördüğümdür. Siz de görebiliyor musunuz?" demek ister. Bu harekette bir
kesinlik değil bir umut vardır: belki diğerleri, bir anlığına da olsa, onun
görüşünü paylaşabilir.
Bu umut yazarı savunmasız yapar. O, anlaşılacağı
garantisi olmadan gördüğünü söylemeye, görüşündeki her şeyi desteklemeye gönüllü
olmalıdır. Yazmak, reddedilmeyi ve yanlış anlaşılmayı göze almaktır. Sartre,
bir sanat yapıtı yaratmak, dünyaya kimsenin talep etmediği bir hediye vermektir der. (1988: ch. 2). Ama cömert olmaya cüret edemezsek, gördüklerimizi
başkalarıyla paylaşmaya cüret edemezsek, dünya fakirleşir. Ve bazen bazı insanlar
bunu gerçekten de anlar. Bir okuyucu bir kitabın kendisiyle gerçekten
konuştuğunu hissettiğinde, kendini dünyada daha az yalnız hisseder. Edebiyat şüpheciliğin
ve yalnızlığın üstesinden gelmeyi vaat eder.
Notlar
1.
Bu alıntıyı ilk
Ann Jefferson’da (2000: 96) buldum. Jefferson, Sonia Rykiel’in Sarraute ile
röportajından alıntılıyor; ben aynı röportajdan biraz daha alıntılıyorum.
(Sarraute, 1984: 40).
2.
Jefferson’a
bakınız. (2000: 97) Jefferson’un Michèlen Gazier’e referansı (1984) ‘Nathalie
Sarraute et son “il”’, TéléramaJuly, pp.38–9 (p.38).
3.
‘[A]caba feminist
teori kendini kadın dili, edebiyatı, üslubu, veya deneyimi nedir; gerçeğe
ulaşmak için bu soruların şekline inancını nereden alır sorularıyla mı
yönlendirir, yoksa evrensel insan gerçeğine inançla hümanizmayı besleyen aynı
merkezden mi? (Kamuf, 1990: 108).
4.
‘“Biz kadınlar” yazmakta olan kadınlar için çalışmaya devam etmeliyiz
diye düşünen biri olarak konuşacağım, çünkü eğer böyle yapmazsak unutuşumuzu
yineleyeceğiz’ (s.113) [...] [E]ğer Kadın Çalışmaları toplumsal cinsiyet
çalışmalarına dönüşürse, müessesedeki kadının gerçek sonu çok uzak değildir. (s.118, özgün vurgu) (Miller, 1990).
5.
Kamuf’un Kamuf ve
Miller’a katkısı (1990: 132).
6.
Miller’ın Kamuf ve
Miller’a katkısı(1990: 124, özgün vurgu).
7.
Bence bu tam da
özcülük söylevine karşı durmak hedefindedir... Ama stratejik olarak yapamayız. Feminist
pratikten bahsederken, ya da teori üzerinden ayrıcalık tanırken bile, evrenselleştiririz
– sadece genelleştirmeyiz aynı zamanda evrenselleştiririz’ (Gayatri Chakravorty
Spivak, 1990a: 166, orjinal vurgu). Bu 1984 röportajı aynı zamanda The
Post-Colonial Critic: Interviews, Strategies, Dialogues’da yeniden basılmıştır
(Spivak, 1990b).
8.
Bu röportaj
Spivak’ın Outside in the Teaching Machine’de
de (1993b) bulunabilir. Spivak ‘stratejik özcülük’ eleştirisini ‘An Interview
with Gayatri Chakravorty Spivak: With Sara Danius and Stefan Jonsson’da
pekiştiriyor (Spivak, 1993a).
9.
‘Kadın’
kelimesinin, kimin ve hangi bağlamda konuştuğuna bakmadan, her zaman ve
istinasız, aynı, geleneksel, muhafazakar anlamına geldiğine inanmanın yanlış
olduğunu başka bir yerde gösterdim, bu konu hakkında burada daha fazla bir şey
söylemeyeceğim. ‘What is a Woman?’ a
bakınız Toril Moi (2005).
10.Orjinal metin Beauvoir’da
(1986: 14–15) bulunabilir. ‘“I Am a Woman”: The Personal and the Philosophical’
(Moi, 2005, particularly pp.201–26)” makalemde bu pasajdan uzun uzadıya bahsettim.
11.‘Harvard Names First Female
President’, Associated Press tarafından The New York Times’da basıldı, 12
February 2007. URL: http://www.nytimes.com/aponline/us/AP-Harvard-President.html?pagewanted=all
12. http://www.malenursemagazine.com/ ‘a bakınız.
13. Eşitlik ve farklılık
arasındaki ilişki hakkındaki feminist tartışmanın tahlilinin sonuçları başka
bir yerde geliştirilecek.
14.Aslında, Butler da Beauvoir da
toplumsal cinsiyet klişelerine karşıdır. Butler, 1999’da Cinsiyet Belası’na yeniden bir bakışla; “Bu metinden çıkan,
toplumsal cinsiyeti “doğal durumundan çıkarma” konusunda inatçı çaba,
cinsiyetin ideal morfolojileri tarafından uygulanan normatif şiddete karşı
çıkmak ve cinsellik üzerine sıradan ve akademik söylevlerin şekillendirdiği
doğal veya olası heteroseksüelliğe olan yaygın varsayımları kökünden sökmek
konusunda güçlü bir tutkudur (Butler, 1999: xxi).
15. Peggy Kamuf’un 1981’de
yazdığı bir örnek olabilir. Kamuf’a (1990: 110) bakınız.
Çeviren: Deniz Erkaradağ
[1]Écriture féminine: Kadının kendi dilini yarattığını ve ifade yöntemi
olarak bu dili kullandığını savunan görüş.
Kaynak: ‘I Am Not a Woman Writer’: About Women, Literature and Feminist Theory Today”, Feminist Theory 9.3 (December 2008), 259-71.
Kaynak: ‘I Am Not a Woman Writer’: About Women, Literature and Feminist Theory Today”, Feminist Theory 9.3 (December 2008), 259-71.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder