3 Nisan 2013




MELİKE KOÇAK
Bir Karın ve Dil Ağrısı Yazısıdır Bu, Pınar Selek'e Göz Kırpan


            Kelimelerimi aklımın süzgecine dökeyim, eleyeyim dökülenlerden bu yazıyı kurayım istiyordum ve şöyle bir şeyi döndürüp duruyordum: Cumhuriyet'ten bugüne "makbul kadın"ın resmini çizmek, onun kim olduğunu anlamaya, anlatmaya çalışmak; sonra bunların dışında kalan kadınların nasıl etiketlendiğine, çirkin ördek yavrusu, cinli, cadı, öteki ilan edildiğine; bunun araçlarına ve içeriklerine bakmak; edebiyatın bu cinli kadınlarıyla sohbete dalmak, ardından canımız Pınar'a selam göndermek.  Niyetim, buydu.
            Orada burada otura kalka karalarken, Paris, üç Kürt kadının öldürülen bedenini kalbimizin orta yerine çengelledi 10 Ocak'ta. Çok kanadık. Bizden daha çok kanayanlara yaşlarımızı kattık. Acılar ağacımızın en tepesine çıkıp dünyaya göz attık. Şaştık kaldık. Ağaçtan düştük. Sakine Cansız, Fidan Doğan, Leyla Söylemez korkak ve kanlı ve kendine cellatlığı rol biçenlerin kötücül hesapları ve hasta akıllarınca öldürülmüştü. Bu, hakikatti.
            Oysa biz, birer birer sayıp yedincisine geldiğimiz şu sene, saymaktan iyice yorgun düşsek de, kaldırımda yatan bir canımıza her ocak ayında yanar dururduk. Biraz suçlu, biraz ezik. Ağacımızın tepesine çıkıp, karışacak toprak bulamadığından beton kaldırıma yayılmış kanda kaybolan gözlerimizi, tam karşımızdaki resimden bize bakan Hrant'ın gözlerinde bulmaya çalışırdık. Oğuz Atay'ın "Ben buradayım sevgili okuyucum sen neredesin acaba?" sorusunu soran kaç kişi karşısında daha cevapsız kalacağımızı düşünür, geç kalmış cevaplarımızı keşkelere sarıp sarmalar gözümüzden akıtırdık. Hafiflemez daha da ağırlaşırdık. Her 19 Ocak, öfkeyle, nefretle, bilmemeyle kör akıllarca katledilen canımız Hrant'ımız için adalet ister dururduk.
            Ocak ayı dert ayı, der, geçmesini beklerdik. Lhasa de Sela dinlerdik. Geçmezdi. Geçmediği gibi acıları sökün sökün önümüze dökerdi. Yeni yıla sevinmek sizin neyinize, derdi! Biz Lhasa de Sela dinler, toprak kaplarda kahve içer, yazar çizer, dilimizden kahveye düşen kurtçukları parmağımızla temizler, yüzümüzü sabunlar, yastan yastıklara gömülür, kararsak da aklımızı kuş avuçlarımızda tutmaya çalışır; sokaklara, meydanlara isyanımızı, arayışımızı, inadımızı akıtırdık. Ta ki ağulara karışası devlet 34 canı Roboski'de paramparça edene kadar!
            O zaman işte, kuş kadar kalan avuçlarımız mıydı, aklımız mıydı; bilemedik. "Toprak gibi ikiye ayrıldığını gördüğüm(üz)de / yerin dibine geçmeyi diledi"k Birhan Keskin gibi. Olmadı. O şairdi, biz değildik. Acı ağacının köküne içimizdeki âh'ları kustuk. Didem Madak, onları kendi âh'ı bildi de topladı bize ev kurdu şiirden. Biz kalanları deliklerimize dizdik. Bir âh'ın şapkasına bindik, bulutlara kaçtık. Kaçtık sandık. Kimileri, off ne kadar kadınsı! dedi. Duymadık. Acı da yas da cinsiyetsiz, kimliksiz, dinsiz, dilsiz değil midir; demedik. Anlamazlardı; "erk-ek"lerdi!
            Hem bizim öyle bir acımız vardı ki on beş sene olmuştu dilimize kök salalı.
            Yaş aldık, boy attık, saçımıza ak düştü, alnımızda çizgiler, ellerimizde lekeler... İşlere girdik çıktık. İşlerden atıldık. Projeler başladı bitti başladı bitti. "Evlerin içi devir devir değişti / Evlerin dışı pencere, duvar." diyen Behçet Netacitigil'e sığındık. Evlere taşındık, evlerden kaçtık. Seviştik, sevişemedik.. Ayrıldık, birleştik.. Yalnızdık.. Âşık olduk, bazen olduk zannettik.. Davalara girdik çıktık.. İki, üç, beş olduk.. Eylemlerden eylem beğenemedik.. Sinemalar yıkıldı, tüneller açıldı, kitapçılar kapandı, her yer zincir zincir dükkân, herkes toplu toplu konut oldu.. Alışveriş merkezlerinde soluksuz kaldık.. El-ci-di ekranlardan medet umduk; daha net, daha büyük, parlak, açık gösterecekti! Öyküler yazdık, yırttık, attık.. Çok kızdık, çok ağladık, dil döktük, dilleri sevdik.. Tezleri bitirdik, tezlerden kovulduk.. Tezcanlıydık, sakinleştik, sakindik, ürkekleştik.. İşteşten edilgene döne döne yaşadık durduk. Çok savaş oldu.. Çok göç.. Çok kıyım.. Eskileri anar gibi yaptık; adını koyduk koyamadık. Ama hep bildik, bu topraklarda birileri çok cana kıymış ve hâlâ kıymakta. Bildik. Saklamadık. Söyledik.  Üç hali çok yaşadık: Su içtik, gaz kokladık; havamızı aldık. Mezarlar kazıldı, mezar olmayan topraklar kazıldı; çok kemik çıktı! Anneler çok ağladı. Çocukları kin bağladı! Çocukları sevemedik, onları hapise gönderdik, hapislerde koruyamadık, kıçlarında yaralar açıldı, kalpleri bizi affetmeyecekti. Bunu bildik. Çok evler basıldı. Çok yasaklar geldi. Kadınlar çok öldü, erkekler çok öldürdü.
            Bunlar bitmez. Burada duralım. (...)
            Velhasıl, eyledik eylemedik. Ama aklı bitli devlet o bitlerini yıkayamadı. Sarıya boyalı kasaba okullarının bahçelerindeki uzun çeşmeler kalmadı, kalsaydı... Okulların kadın ve erkek öğretmenleri -mutlaka kadın ve erkek- eczanelerden aldıkları bit ilaçlarını çocukların başına döker, soğuk suda yıkardı. Yıkasalardı... Bitler dökülür. Çocuklar yağlı ellerini yıkamamayı böylece öğrenirdi. Öğrenselerdi.. Bi daha belki bitlenmezlerdi. Aslında, belki değil; eminim! Böyle öğrendik hem. Kesinlikle öğretmenlerin yüzünden. Ya da belki çeşmesizlikten. Çocuklar yağlı ellerini kafalarına sürdükçe, saç diplerinde yer bulamayan bitler akıllara sızdı! Ağırlaştı ağırlaştı kafalar. Bit değiş tokuşu başladı; sonra gazete köşelerinde, manşetlerde, televizyonlarda. Tabii bir tutam kimlik, bir tutam dil, biraz din, cinsiyet... Önemliydi miktar! Ve teraziler bit tartmaktan adaleti tartamaz hale gelmiş olacak ki Pınar Selek'te hep takıldı o terazi.

            Ayarına bit kaçmış terazilerin inatçı, isyânkar kadını! Pınar Selek.
            Çok kitap yazdı. Türkiye toplumunun hangi araçları, nasıl kullanarak erkekleri erkek yaptığını erkeklerin dilinden anlattı. Sol muhalafete en can yakan meseleler üzerinden eleştiriler getirdi, "barışamadık" dedi.  Bize çok masallar fısıldadı bütün masal klişelerini ters yüz ettiği. Oyunların, hayallerin, masalların peşi sıra koşup durdu. Travestilere ve transseksüellere bu toplumda reva görülen şiddeti didikledi, aklımız kaçacak delik aradı kahrından. Bulamadı. Kaçarken hep Pınar'a yakalandı. İçinde çıktığı yolculuklarda, kimliklerde önyargılara kapan oldu kelimeleri. Çünkü o tuttu roman yazdı. İçimizdeki, şehrimizdeki şiddetin tam göbeğine bıraktı bedenimizi, aklımızı, kalbimizi. Çık, bakalım, dedi! Çık! İşte böyle hayat! Neyi anlatırsa anlatsın, kelimelere karalar bağlatmadı en kara meselelerde bile. Şu ülkenin kendisine biçtiği kapkaralığa rağmen.
            Sokaklardaydı. Atölyelerde. Şehirlerde. Kitaplarda. Aklın sisle, pusla, koyu, keskin nefretle, öfkeyle, düşmanlıkla örülü ilmiklerini kelimeleriyle açmaktı derdi. Sevmekti, umuttu, hayaldi, arzuydu, tutkuydu, isyandı, özgürlüktü.. Kocaman kalp, kocaman akıl, kocaman inat, göz, kulak, ağızdı... araçları... Zihinlerdeki, gözlerdeki, kulaklardaki düğümleri çözdürmekti dileği, çabası. Altına tozlar süpürülen örtüleri kaldırmak, bakın bu tozları süpürenler onlar, çünkü... demekti.
            Elbette yıkıcıydı. Kelimeleriyle yıkmak, herkesin ve toplumun kendisini şiddetten, nefretten, kinden, ezberlerden, kalıplardan, ahlâk dayatmalarından uzak yeniden inşa etmesinin yollarını aramak, bulmak, göstermekti derdi günü.  Fuzûlî, şair sözünün yalan olduğunu söylese de Cemal Süreya elbette haklıydı. Zira, "Yıkıcı bir aşk"tı onunkisi "tutku yükünü milletin ortasına yık"an, "ekmeği suyu günde üç öğün böl"en "bölücü bir aşk" ve elbette "hain," hepimizin evine "hırsız girer"ken "onunkine polis" girerdi. Hem "yasadışı bir aşk" hem "kökü dışarıda" hem de "en sıradan ezgilerden sevinçler devşir"en"soyguncu bir aşk"tı. Hele öylesine "işgalci bir aşk"tı ki "bu", "samanlık sevişenin diyor / başka bir şey demiyor"du.
             Biz, yıkımlarısevengiller olarak böylesi yıkımlardan yanayken, terazisi bitli akıllar ocak ayında dertlerden dert beğen sepetine elini daldırıp 29 Aralık, 19 Ocak dertlerine bu sene 10 Ocak'ı da ekledi. Dayanabildiğimizi, dertlerle beslendiğimizi düşünmüş, sınırlarımızı, eşiklerimizi merak etmiş olacak ki  25 Ocak'ta canımız Pınar'ımıza bizim ve onun hiç bilmediğimiz bir dilde pusula yazdı. Taş binanın önünde, yağmurlar bitleri temizlemeye yetişemedi, pusula elimizde kalakaldık. Pınar'la yan yana gel(e)meyecek bütün kıyıcı kelimeleri yan yana getirmekten usunmamış olmalılar ki kendilerine biçtikleri dikişleri söküleyazmış entarilerinin altına sakladıkları erklerini kaşıyıp, ucu yenmiş tırnaklarından irin damlayan parmaklarını hepimize bir daha bir daha salladılar. Oysa biz, hepimiz, o tırnaklardan akan irinleri kovalarla toplayıp üzerilerine boca etmiş, ortalığı tertemiz parlatmıştık.

            Gerçi Didem Madak söylememiş miydi; "Karnabahar kızartmıyordu asla / Başroldeki kadınlar". Pınar Selek de bu kurtlu coğrafyanın bitli terazisinin kurtlarını, bitlerini silkeleyip toprağı havalandıran başrol oyuncularından biri idi. Onların kurduğu beceriksiz ve beşinci sınıf senaryoların değil! Karnabahar kızartacak da değildi ya! Kurtları, bitleri ayıklayacak, toprağı havalandıracak, kelimeler devşirecek, yazacak, yıkacak, yazacaktı... Ağaçların rahatını kaçıracak, Melih Cevdet'e göz kırpacaktı.
            Sokağı yurt bilmiş çocuklar, travestiler, seks işçileri, öğrenciler, feministler, akademisyenler, gazeteciler,.. hiçbişeyler, herkesler.. ile binbir dilde ben aşkın da sevdanın da adaletin de insanın da allahını bilirim, diyecek ve kalbinin göz bebeğinden Didem Madak'ı kucaklayıp şöyle haykıracaktı: (...)


"Kimi gün öylesine yalnızdım
Derdimi annemin fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir kadındır
Ölüsünü şiirle yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Acının ortasında acısız olmayı,
Kalbim ucu kararmış bir tahta kaşık gibiydi bayım.
Kendimin ucunu kenar mahallelere taşıdım.
Aşk diyorsunuz ya bayım
Islak unutulmuş bir taş bezi gibi kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan
Yırtık ve perişan.

Siz aşkı ne bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir yalnız"

            Oyunlara, yazarlara, şehirlere, evlere, heykellere, şairlere, kadınlara, eylemlere, sokaklara... dair bıkmadan, usanmadan yazdığından olsa gerek; yazmak, sanki başka bir direnme biçimidir onun için. Yazmasa çıldıracak gibi olan Sait Faik'in denizinden içenlerdendir o da. Araştırmasa, sormasa, görmese, konuşmasa... Bir de galiba gülmese çıldıracaktır. Sözde can bulur, sözden can bulur gibidir.
            İçine Sevim Burak'ın iğneleri kaçmıştır da Pınar bu iğnelerle kendisini, evi, insanı, hayatı, toplumu, binbir meseleyi sürekli kazmıştır, kazmaktadır. "Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır? Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bu, bir kez bu zavallılıktan sıyrılmaya görsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazılır ya da kendi kendine kanıtlamak için. Çünkü insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalımı yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen olabilmeyi edebiyatla öğrendim. " diyen Tezer Özlü haklıdır. İçine Sevim'in iğneleri, Didem'in sesi, Cemal'in yıkımı, Melih Cevdet'in ağacı, Birhan'ın cümleleri... ve daha niceleri... kendine  dünyanın karın ağrısı, toprağın çatlakları, tarihin yaraları, insanın can acısı, bedenin çizikleri kaçmış Pınar da -böyle herkes gibi -şiddetle, yalanla, iftirayla, hukuksuzlukla... kendisine egemen olmaya kalkışanlara on beş senedir tam da bu içine kaçmış binbir bilinir ve bilinmeyen'den aldığı güçle dayanır.
            Önümüze yığılan kat kat acı, kat kat derdin ortasında, Yolcunun Siyah Bavulu'ndaki gibi "ey allahım bir gidip bir geliyor aklım / şimdi nerdeydi şimdi nerdeydi" deriz; ama  Pınar dayandığı için biz de dayanırız. Dayanırken Lhasa de Sela dinler, ağlarız. Kahve içer ağlarız. Rakıda kaybolur ağlarız. Dilimiz kurtçuklardan, kafamız bitlerden arındıkça, yeşil elmaya tarçın döküp kıyısından kıyısından ısırdıkça, ezine peynirin gözeneklerine daldıkça... Bakar, tadar, dalar ağlarız. Ama kararmayız. Acılara güzellemeler yazmayız.
            Şehrin suyunun kıyısında, ayaklarımızı suya sarkıtıp parmak uçlarımızdan saç diplerimize serinleyip; inadımızın, isyanımızın şerbetini içip kaleme, sorulara, hayata, insana, adalete, hukuka takılan çelmeleri boşa çıkarmak için; Pınar'la birlikte ayaklarımızı suya sarkıtmak, küçük kara balıkların masallarını yazmak için ve Hrant için, Roboski için, Sakine, Fidan, Leyla için herbirimiz bildiğimiz dilde kendi yollarımızı kurup, başka yollarla kesiştirip mücadele ederiz.
            Bazen de akıl süzgecini duvara asıp kelimeleri karın ağrımızdan, ten yanığımızdan, dil yaramızdan döker döker, toparlarız.

cin ayşe 9, bahar 2013

Hiç yorum yok: