MELİKE KOÇAK
Bir Karın ve Dil Ağrısı
Yazısıdır Bu, Pınar Selek'e Göz Kırpan
Kelimelerimi aklımın süzgecine
dökeyim, eleyeyim dökülenlerden bu yazıyı kurayım istiyordum ve şöyle bir şeyi
döndürüp duruyordum: Cumhuriyet'ten bugüne "makbul kadın"ın resmini
çizmek, onun kim olduğunu anlamaya, anlatmaya çalışmak; sonra bunların dışında
kalan kadınların nasıl etiketlendiğine, çirkin ördek yavrusu, cinli, cadı,
öteki ilan edildiğine; bunun araçlarına ve içeriklerine bakmak; edebiyatın bu
cinli kadınlarıyla sohbete dalmak, ardından canımız Pınar'a selam göndermek. Niyetim, buydu.
Orada burada otura kalka karalarken,
Paris, üç Kürt kadının öldürülen bedenini kalbimizin orta yerine çengelledi 10 Ocak'ta. Çok kanadık. Bizden daha
çok kanayanlara yaşlarımızı kattık. Acılar ağacımızın en tepesine çıkıp dünyaya
göz attık. Şaştık kaldık. Ağaçtan düştük. Sakine
Cansız, Fidan Doğan, Leyla Söylemez korkak ve kanlı ve kendine cellatlığı
rol biçenlerin kötücül hesapları ve hasta akıllarınca öldürülmüştü. Bu,
hakikatti.
Oysa biz, birer birer sayıp
yedincisine geldiğimiz şu sene, saymaktan iyice yorgun düşsek de, kaldırımda
yatan bir canımıza her ocak ayında yanar dururduk. Biraz suçlu, biraz ezik.
Ağacımızın tepesine çıkıp, karışacak toprak bulamadığından beton kaldırıma
yayılmış kanda kaybolan gözlerimizi, tam karşımızdaki resimden bize bakan Hrant'ın gözlerinde bulmaya çalışırdık.
Oğuz Atay'ın "Ben buradayım sevgili
okuyucum sen neredesin acaba?" sorusunu soran kaç kişi karşısında daha
cevapsız kalacağımızı düşünür, geç kalmış cevaplarımızı keşkelere sarıp
sarmalar gözümüzden akıtırdık. Hafiflemez daha da ağırlaşırdık. Her 19 Ocak, öfkeyle, nefretle, bilmemeyle
kör akıllarca katledilen canımız Hrant'ımız için adalet ister dururduk.
Ocak ayı dert ayı, der, geçmesini
beklerdik. Lhasa de Sela dinlerdik. Geçmezdi. Geçmediği gibi acıları sökün
sökün önümüze dökerdi. Yeni yıla sevinmek sizin neyinize, derdi! Biz Lhasa de
Sela dinler, toprak kaplarda kahve içer, yazar çizer, dilimizden kahveye düşen
kurtçukları parmağımızla temizler, yüzümüzü sabunlar, yastan yastıklara
gömülür, kararsak da aklımızı kuş avuçlarımızda tutmaya çalışır; sokaklara,
meydanlara isyanımızı, arayışımızı, inadımızı akıtırdık. Ta ki ağulara karışası
devlet 34 canı Roboski'de paramparça edene kadar!
O zaman işte, kuş kadar kalan
avuçlarımız mıydı, aklımız mıydı; bilemedik. "Toprak gibi ikiye ayrıldığını gördüğüm(üz)de / yerin dibine geçmeyi diledi"k Birhan Keskin gibi. Olmadı. O şairdi,
biz değildik. Acı ağacının köküne içimizdeki âh'ları kustuk. Didem Madak,
onları kendi âh'ı bildi de topladı bize ev kurdu şiirden. Biz kalanları
deliklerimize dizdik. Bir âh'ın şapkasına bindik, bulutlara kaçtık. Kaçtık
sandık. Kimileri, off ne kadar kadınsı! dedi. Duymadık. Acı da yas da
cinsiyetsiz, kimliksiz, dinsiz, dilsiz değil midir; demedik. Anlamazlardı;
"erk-ek"lerdi!
Hem bizim öyle bir acımız vardı ki on beş sene olmuştu dilimize kök
salalı.
Yaş aldık, boy attık, saçımıza ak
düştü, alnımızda çizgiler, ellerimizde lekeler... İşlere girdik çıktık.
İşlerden atıldık. Projeler başladı bitti başladı bitti. "Evlerin içi devir devir değişti / Evlerin dışı pencere,
duvar." diyen Behçet Netacitigil'e sığındık. Evlere taşındık, evlerden
kaçtık. Seviştik, sevişemedik.. Ayrıldık, birleştik.. Yalnızdık.. Âşık olduk,
bazen olduk zannettik.. Davalara girdik çıktık.. İki, üç, beş olduk..
Eylemlerden eylem beğenemedik.. Sinemalar yıkıldı, tüneller açıldı, kitapçılar
kapandı, her yer zincir zincir dükkân, herkes toplu toplu konut oldu..
Alışveriş merkezlerinde soluksuz kaldık.. El-ci-di ekranlardan medet umduk;
daha net, daha büyük, parlak, açık gösterecekti! Öyküler yazdık, yırttık,
attık.. Çok kızdık, çok ağladık, dil döktük, dilleri sevdik.. Tezleri bitirdik,
tezlerden kovulduk.. Tezcanlıydık, sakinleştik, sakindik, ürkekleştik..
İşteşten edilgene döne döne yaşadık durduk. Çok savaş oldu.. Çok göç.. Çok
kıyım.. Eskileri anar gibi yaptık; adını koyduk koyamadık. Ama hep bildik, bu
topraklarda birileri çok cana kıymış ve hâlâ kıymakta. Bildik. Saklamadık.
Söyledik. Üç hali çok yaşadık: Su içtik,
gaz kokladık; havamızı aldık. Mezarlar kazıldı, mezar olmayan topraklar
kazıldı; çok kemik çıktı! Anneler çok ağladı. Çocukları kin bağladı! Çocukları
sevemedik, onları hapise gönderdik, hapislerde koruyamadık, kıçlarında yaralar
açıldı, kalpleri bizi affetmeyecekti. Bunu bildik. Çok evler basıldı. Çok
yasaklar geldi. Kadınlar çok öldü, erkekler çok öldürdü.
Bunlar bitmez. Burada duralım. (...)
Velhasıl, eyledik eylemedik. Ama
aklı bitli devlet o bitlerini yıkayamadı. Sarıya boyalı kasaba okullarının
bahçelerindeki uzun çeşmeler kalmadı, kalsaydı... Okulların kadın ve erkek
öğretmenleri -mutlaka kadın ve erkek- eczanelerden aldıkları bit ilaçlarını
çocukların başına döker, soğuk suda yıkardı. Yıkasalardı... Bitler dökülür.
Çocuklar yağlı ellerini yıkamamayı böylece öğrenirdi. Öğrenselerdi.. Bi daha
belki bitlenmezlerdi. Aslında, belki değil; eminim! Böyle öğrendik hem.
Kesinlikle öğretmenlerin yüzünden. Ya da belki çeşmesizlikten. Çocuklar yağlı
ellerini kafalarına sürdükçe, saç diplerinde yer bulamayan bitler akıllara
sızdı! Ağırlaştı ağırlaştı kafalar. Bit değiş tokuşu başladı; sonra gazete
köşelerinde, manşetlerde, televizyonlarda. Tabii bir tutam kimlik, bir tutam
dil, biraz din, cinsiyet... Önemliydi miktar! Ve teraziler bit tartmaktan
adaleti tartamaz hale gelmiş olacak ki Pınar Selek'te hep takıldı o terazi.
Ayarına
bit kaçmış terazilerin inatçı, isyânkar kadını! Pınar Selek.
Çok kitap yazdı. Türkiye toplumunun
hangi araçları, nasıl kullanarak erkekleri erkek yaptığını erkeklerin dilinden
anlattı. Sol muhalafete en can yakan meseleler üzerinden eleştiriler getirdi,
"barışamadık" dedi. Bize çok
masallar fısıldadı bütün masal klişelerini ters yüz ettiği. Oyunların,
hayallerin, masalların peşi sıra koşup durdu. Travestilere ve transseksüellere
bu toplumda reva görülen şiddeti didikledi, aklımız kaçacak delik aradı
kahrından. Bulamadı. Kaçarken hep Pınar'a yakalandı. İçinde çıktığı
yolculuklarda, kimliklerde önyargılara kapan oldu kelimeleri. Çünkü o tuttu
roman yazdı. İçimizdeki, şehrimizdeki şiddetin tam göbeğine bıraktı bedenimizi,
aklımızı, kalbimizi. Çık, bakalım, dedi! Çık! İşte böyle hayat! Neyi anlatırsa
anlatsın, kelimelere karalar bağlatmadı en kara meselelerde bile. Şu ülkenin
kendisine biçtiği kapkaralığa rağmen.
Sokaklardaydı. Atölyelerde.
Şehirlerde. Kitaplarda. Aklın sisle, pusla, koyu, keskin nefretle, öfkeyle,
düşmanlıkla örülü ilmiklerini kelimeleriyle açmaktı derdi. Sevmekti, umuttu,
hayaldi, arzuydu, tutkuydu, isyandı, özgürlüktü.. Kocaman kalp, kocaman akıl,
kocaman inat, göz, kulak, ağızdı... araçları... Zihinlerdeki, gözlerdeki,
kulaklardaki düğümleri çözdürmekti dileği, çabası. Altına tozlar süpürülen örtüleri
kaldırmak, bakın bu tozları süpürenler onlar, çünkü... demekti.
Elbette yıkıcıydı. Kelimeleriyle
yıkmak, herkesin ve toplumun kendisini şiddetten, nefretten, kinden,
ezberlerden, kalıplardan, ahlâk dayatmalarından uzak yeniden inşa etmesinin
yollarını aramak, bulmak, göstermekti derdi günü. Fuzûlî, şair sözünün yalan olduğunu söylese
de Cemal Süreya elbette haklıydı. Zira, "Yıkıcı bir aşk"tı onunkisi "tutku
yükünü milletin ortasına yık"an, "ekmeği suyu günde üç öğün böl"en "bölücü bir aşk" ve elbette "hain," hepimizin evine "hırsız girer"ken "onunkine
polis" girerdi. Hem "yasadışı
bir aşk" hem "kökü
dışarıda" hem de "en
sıradan ezgilerden sevinçler devşir"en"soyguncu bir aşk"tı. Hele öylesine "işgalci bir aşk"tı ki "bu", "samanlık sevişenin diyor / başka bir şey
demiyor"du.
Biz, yıkımlarısevengiller olarak böylesi
yıkımlardan yanayken, terazisi bitli akıllar ocak ayında dertlerden dert beğen
sepetine elini daldırıp 29 Aralık, 19
Ocak dertlerine bu sene 10 Ocak'ı
da ekledi. Dayanabildiğimizi, dertlerle beslendiğimizi düşünmüş, sınırlarımızı,
eşiklerimizi merak etmiş olacak ki 25 Ocak'ta canımız Pınar'ımıza bizim ve
onun hiç bilmediğimiz bir dilde pusula yazdı. Taş binanın önünde, yağmurlar
bitleri temizlemeye yetişemedi, pusula elimizde kalakaldık. Pınar'la yan yana
gel(e)meyecek bütün kıyıcı kelimeleri yan yana getirmekten usunmamış olmalılar
ki kendilerine biçtikleri dikişleri söküleyazmış entarilerinin altına
sakladıkları erklerini kaşıyıp, ucu yenmiş tırnaklarından irin damlayan
parmaklarını hepimize bir daha bir daha salladılar. Oysa biz, hepimiz, o
tırnaklardan akan irinleri kovalarla toplayıp üzerilerine boca etmiş, ortalığı
tertemiz parlatmıştık.
Gerçi Didem Madak söylememiş miydi; "Karnabahar kızartmıyordu asla /
Başroldeki kadınlar". Pınar Selek de bu kurtlu coğrafyanın bitli
terazisinin kurtlarını, bitlerini silkeleyip toprağı havalandıran başrol
oyuncularından biri idi. Onların kurduğu beceriksiz ve beşinci sınıf
senaryoların değil! Karnabahar kızartacak da değildi ya! Kurtları, bitleri
ayıklayacak, toprağı havalandıracak, kelimeler devşirecek, yazacak, yıkacak,
yazacaktı... Ağaçların rahatını
kaçıracak, Melih Cevdet'e göz kırpacaktı.
Sokağı yurt bilmiş çocuklar, travestiler, seks
işçileri, öğrenciler, feministler, akademisyenler, gazeteciler,.. hiçbişeyler,
herkesler.. ile binbir dilde ben aşkın da
sevdanın da adaletin de insanın da allahını bilirim, diyecek ve kalbinin
göz bebeğinden Didem Madak'ı kucaklayıp şöyle haykıracaktı: (...)
"Kimi gün
öylesine yalnızdım
Derdimi annemin
fotoğrafına anlattım.
Annem
Ki beyaz bir
kadındır
Ölüsünü şiirle
yıkadım.
Bir gölgeyi sevmek
ne demektir bilmezsiniz siz bayım
Öldüğü gece
terliklerindeki izleri okşadım.
Çok şey öğrendim
geçen üç yıl boyunca
Acının ortasında
acısız olmayı,
Kalbim ucu kararmış
bir tahta kaşık gibiydi bayım.
Kendimin ucunu
kenar mahallelere taşıdım.
Aşk diyorsunuz ya
bayım
Islak unutulmuş bir
taş bezi gibi kalakaldım
Kendimin ucunda
Öyle ıslak,
Öyle kötü kokan
Yırtık ve perişan.
Siz aşkı ne
bilirsiniz bayım
Aşkı aşk bilir
yalnız"
Oyunlara, yazarlara, şehirlere,
evlere, heykellere, şairlere, kadınlara, eylemlere, sokaklara... dair bıkmadan,
usanmadan yazdığından olsa gerek; yazmak, sanki başka bir direnme biçimidir
onun için. Yazmasa çıldıracak gibi
olan Sait Faik'in denizinden içenlerdendir o da. Araştırmasa, sormasa, görmese,
konuşmasa... Bir de galiba gülmese çıldıracaktır. Sözde can bulur, sözden can
bulur gibidir.
İçine Sevim
Burak'ın iğneleri kaçmıştır da Pınar bu iğnelerle kendisini, evi, insanı,
hayatı, toplumu, binbir meseleyi sürekli kazmıştır, kazmaktadır. "Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için
yazılır? Duygular taştığı için yazılır. İnsanın kendi zavallılığından
sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bu, bir kez bu zavallılıktan
sıyrılmaya görsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte
böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazılır ya da kendi
kendine kanıtlamak için. Çünkü insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına
egemen olmasıyla başlar. Dünyasına egemen olan insan, acıları coşkuya, bunalımı
yaratmaya, sevgisizliği sürekli aşka dönüştürebilir. Ben dünyama egemen
olabilmeyi edebiyatla öğrendim. " diyen Tezer Özlü haklıdır. İçine
Sevim'in iğneleri, Didem'in sesi, Cemal'in yıkımı, Melih Cevdet'in ağacı,
Birhan'ın cümleleri... ve daha niceleri... kendine dünyanın karın ağrısı, toprağın çatlakları,
tarihin yaraları, insanın can acısı, bedenin çizikleri kaçmış Pınar da -böyle
herkes gibi -şiddetle, yalanla, iftirayla, hukuksuzlukla... kendisine egemen
olmaya kalkışanlara on beş senedir tam da bu içine kaçmış binbir bilinir ve
bilinmeyen'den aldığı güçle dayanır.
Önümüze
yığılan kat kat acı, kat kat derdin ortasında, Yolcunun Siyah Bavulu'ndaki gibi
"ey allahım bir gidip bir geliyor
aklım / şimdi nerdeydi şimdi nerdeydi" deriz; ama Pınar dayandığı için biz de dayanırız.
Dayanırken Lhasa de Sela dinler, ağlarız. Kahve içer ağlarız. Rakıda kaybolur
ağlarız. Dilimiz kurtçuklardan, kafamız bitlerden arındıkça, yeşil elmaya
tarçın döküp kıyısından kıyısından ısırdıkça, ezine peynirin gözeneklerine
daldıkça... Bakar, tadar, dalar ağlarız. Ama kararmayız. Acılara güzellemeler
yazmayız.
Şehrin
suyunun kıyısında, ayaklarımızı suya sarkıtıp parmak uçlarımızdan saç
diplerimize serinleyip; inadımızın, isyanımızın şerbetini içip kaleme,
sorulara, hayata, insana, adalete, hukuka takılan çelmeleri boşa çıkarmak için;
Pınar'la birlikte ayaklarımızı suya sarkıtmak, küçük kara balıkların
masallarını yazmak için ve Hrant için, Roboski için, Sakine, Fidan, Leyla için
herbirimiz bildiğimiz dilde kendi yollarımızı kurup, başka yollarla kesiştirip
mücadele ederiz.
Bazen
de akıl süzgecini duvara asıp kelimeleri karın ağrımızdan, ten yanığımızdan,
dil yaramızdan döker döker, toparlarız.
cin ayşe 9, bahar 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder