13 Şubat 2013



LEONORA CARRINGTON
Korku’nun Evi

Bir gün, öğlen yarıma doğru, mahallenin birinde yürürken bir at beni durdurdu.
            “Gel benimle,” dedi, başıyla karanlık ve dar bir sokağı işaret ederek. “Sana göstermeyi çok  istediğim bir şey var.”
            “Zamanım yok,” dedim ama yine de onu takip ettim. Sol ayağıyla tıklattığı bir kapıya geldik. Kapı açıldı. İçeri girdik, öğle yemeğine gecikeceğimi geçirdim içimden.
            Rahip kıyafetleri giymiş birkaç yaratık vardı içeride. “Yukarı çıksana,” dediler bana. “Çık da, güzel mozaik zeminimizi gör. Tamamı turkuvazdan yapıldı, karolar da altınla yapıştırıldı birbirine.”
            Böyle bir karşılamadan ötürü şaşkın, başımı salladım ve bana bu hazineyi göstermesi için bir işaret çaktım ata. Merdivenin basamakları aşırı yüksekti fakat biz, atla ben, zorlanmadan çıktık.
            “Aslında o kadar da güzel değil,” dedi alçak sesle. “Ama ekmeğini bir yerden çıkarman gerek sonuçta, değil mi?”
            Ansızın geniş, boş bir odanın zeminini kaplayan turkuvaz döşemeler çıktı karşımıza. Karolar gerçekten de altınla yapıştırılmıştı birbirine ve o mavi, büyüleyiciydi. Kibarca bakakaldım. At, dalgın dalgın şöyle dedi:
            “Yani, anlayacağın bu işten epey sıkıldım. Sırf para yüzünden yapıyorum. Bu ortama ait olduğum söylenemez. Sana göstereceğim, bir dahaki sefere parti var.”
            Bir süre düşündükten sonra, kendi kendime bu atın açıkça öyle sıradan bir at olmadığını söyledim. Bu karara varınca da onu daha iyi tanımam gerektiğini hissettim.
            “Tabii, gelirim partiye. Aslına bakarsan, senden hoşlandığımı düşünmeye başladım.”
            “Sen de her zamanki müşterilerden farklısın,” diye yanıtladı. “Sıradan insanlarla belirli bir anlayışa sahip olanlar arasındaki farkı görmekte çok başarılıyımdır. Hemencecik bir insanın ruhuna inebilme yeteneği bahşedilmiş bana.”
            Tedirginlikle gülümsedim. “Peki, parti ne zaman?”
            “Bu akşam. Sıkı giyin.”
            Bu tuhaf geldi çünkü dışarıda güneş pırıl pırıl parlıyordu.
            Odanın diğer ucundaki merdivenlerden inerken, atın bu işi benden daha iyi kıvırdığını fark ettim şaşkınlıkla. Rahipler ortada yoktu, ben de kimseye görünmeden çıkıp gittim.
            “Saat dokuzda,” dedi at. “Seni dokuzda çağıracağım. Kapı görevlisine söylemeyi unutma.”
            Eve dönerken, atı akşam yemeğine çağırsa mıydım diye düşündüm.
            Sonra, neyse artık dedim. Yemek için biraz marul, biraz da patates satın aldım. Eve varınca yemeği hazırlamak üzere küçük bir ateş yaktım. Bir fincan çay içtim, bugünü, özellikle de kısa zamandır tanımama karşın arkadaşım olarak gördüğüm atı düşündüm. Çok az arkadaşım var, bir atın arkadaşım olmasıysa memnuniyet verici. Yemekten sonra bir sigara yaktım ve kendi kendime konuşacağıma, ezelden beri kendime anlattığım sonu gelmeyen eski öykülerle can sıkıntısından öleceğime dışarı çıkmanın nasıl da güzel bir lüks olduğunu düşünüp durdum keyifle. Müthiş bir zekâm ve göze çarpan bir görüntüm olmasına karşın çok sıkıcı biriyimdir, bunu da benden daha iyi kimse bilemez. Fırsat verilse muhtelemen entelektüel çevrenin merkezi olabileceğimi söylemişimdir sık sık kendime. Fakat bu kadar çok kendi kendime konuştuğum için, her zaman aynı şeyleri yineler dururum. Ne bekleyebilirsin ki? Bir münzeviyim ben.
            Tam bu düşüncelere dalıp gitmişken arkadaşım at, beni komşuların dırdır etmesinden korkutacak kadar sert çaldı kapımı.
            “Geliyorum,” diye seslendim.
            Karanlıkta hangi yoldan gittiğimizi göremedim. Düşmemek için yelesine sıkıca sarılarak koştum ardından. Kısa bir süre sonra, önümüzde, arkamızda, kırların her yanında başka bir sürü at olduğunu fark ettim. Gözlerini dosdoğru ileriye dikmişlerdi ve her birinin ağzında yeşil bir şey vardı. Acele ediyorlardı, toynaklarının gürültüsü toprağı sallıyordu. Soğuk hava iliklere işliyordu.
            “Bu parti her sene olur,” dedi at.
            “Pek de eğleniyormuş gibi görünmüyorlar,” dedim.
            “Korku’nun Şatosu’na gidiyoruz. O, evin sahibesi.”
            Şato, az ötemizdeydi. At, şatonun kış soğuğunu hapseden taşlardan inşa edildiğini anlattı.
            “İçerisi çok daha soğuk,” dedi; avluya girdiğimizde haklı olduğunu anladım. Atların hepsi tir tir titriyor, dişleri ziller gibi vuruyordu birbirine. Dünyadaki tüm atların bu partiye geldiği izlenimine kapıldım. Her biri pörtlek gözleriyle ileriye kitlenmişti ve her birinin dudaklarının etrafında donmuş köpük vardı. Konuşmaya cesaret edemiyordum, dehşete kapılmıştım.
            Tek sıra halinde birbirimizi takip ederek, mantarlarla ve gecenin başka meyveleriyle bezeli büyük bir salona ulaştık. Atlar, ön bacaklarını dimdik tutarak arka ayaklarının üzerine çöktüler. Başlarını kıpırdatmadan, sadece gözlerinin akını hareket ettirerek ortalığa bakındılar. Çok korkmuştum. Önümüzdeki devasa  yatağa bir Romalı gibi uzanmış duruyordu evin sahibesi –Korku. Bir atı andırıyordu belli belirsizce fakat çok daha çirkindi. Robdöşambrı, kanatları birbirine dikilmiş canlı yarasalardan yapılmıştı: öyle bir kanat çırpıyorlardı ki, içinde bulundukları durumdan hoşlanmadıklarını düşünmek işten değildi.
            Korku, “Dostlarım,” dedi ağlayarak ve titreyerek. “Üç yüz altmış beş gündür bu gece sizi nasıl eğlendirebileceğimi düşünüyorum. Yemek her zamanki gibi olacak, herkesin üç tabak hakkı var. Fakat onun dışında, mükemmel olsun diye uzun zaman harcadığım için bilhassa ilginç olduğunu düşündüğüm yeni bir oyun buldum. Bu oyunu oynarken, benim onu tasarlarken aldığım keyfi almanızı dilerim tüm kalbimle.”
            Sözcüklerini derin bir sessizlik izledi. Sonra devam etti.
            “Şimdi size tüm detayları vereceğim. Oyunu ben idare edeceğim, hakem de benim, kimin kazandığına ben karar vereceğim.
            “Hepiniz, mümkün olabildiğince çabuk, yüz ondan beşe geri sayacak, aynı anda kendi kaderinizi düşünecek ve sizden önce gidenler için gözyaşı dökeceksiniz. Bir yandan da sol bacağınızla ‘Volga Kayıkçıları’, sağ bacağınızla ‘Marsilya Marşı’, arka ayaklarınızla da ‘Nerelere Gittin, Benim Son Yaz Gülüm?’ melodilerine tempo tutacaksınız. Başka detaylar da tasarlamıştım ama sonradan oyunu basitleştirmek için çıkardım onları. Şimdi başlayalım bakalım. Ve unutmayın, salonun her yanını tek seferde göremesem bile, Büyük Efendi her şeyi görür.”
            Böylesi bir şevki alevlendiren şey o berbat soğuk muydu, bilmiyorum ama atlar toynaklarıyla dünyanın derinliklerine inmek istermişçesine dövmeye başladılar zemini. Olduğum yerde duruyor ve beni görmeyeceğini umuyordum, bir yandan da o kocaman gözüyle beni gayet iyi görebildiğine dair tatsız bir his vardı içimde (sadece tek gözü vardı ama bu sıradan bir gözden altı kat daha büyüktü). Bu böyle yirmi beş dakika sürdü, ama…

Çeviren: Ilgın Yıldız

cin ayşe 8'den...

Hiç yorum yok: