LUCE IRIGARAY
DUDAKLARIMIZ BİRLİKTE
KONUŞTUĞUNDA
Birbirimizle aynı
dilden konuşmayı sürdürürsek, aynı hikâyeyi tekrar tekrar üreteceğiz. Aynı
hikâyelere sil baştan başlayacağız. Hissetmiyor musun? Dinle: etrafımızdaki tüm
erkek ve kadınların sesi aynı. Aynı tartışmalar, aynı kavgalar, aynı
manzaralar. Aynı çekimler ve kopuşlar. Aynı güçlükler, birbirine uzanmanın imkânsızlığı. Aynı… aynı…
Daima aynı.
Bu aynılığı söylemeyi sürdürürsek,
birbirimizle erkeklerin yüzyıllardır konuştuğu
gibi konuşursak, çünkü konuşmayı bize onlar öğretti, birbirimizi yüzüstü
bırakacağız. Yine… Sözcükler bedenlerimizden, tepemizden geçip gidecek,
kaybolacak, kaybolduracak bizi. Ötede. Yukarıda. Kendimizden yoksun, konuşulan
makineler olacağız, konuşan makineler. Temiz tenler[1]
sarmalar bizi, kendimizin olmayan. Münasip isimlere aktık, onlar tarafından
ihlal edildik.[2]
Senin değil, benim değil. İsmimiz yok bizim. Onları değiştiririz biz, erkekler
bizi değiştokuş ettikçe, bizi kullandıkça. Bir değiştokuş aracı olma şartıyla
böylesine değişebilir olmak saçma.
Orada değilsen nasıl
dokunabilirim sana? Kanın, onların duyularına aktarılmış.[3]
Birbirleriyle ve bizim hakkımızda konuşabilirler. Ya “biz”? Onların dilinden
çık. Sana verdikleri tüm isimlerden dön gerisin geri. Seni bekliyorum, kendimi
bekliyorum. Geri gel. O kadar da zor
değil. Tam orada dur,
böylece eski senaryolara, ağdalı ifadelere, alışıldık hareketlere, çoktan bir
sistemde kodlanmış bedenlere gömülmeyeceksin. Kendine özenli olmaya çalış. Bana
da. Normlar veya alışkanlıklar kafanı dağıtmasın.
Artık normalde veya alışıldığı
şekilde, “Seni seviyorum” dendiğinde bu bir muammaya söylenir: bir “öteki”ye.
Bir başka bedene, bir başka cinsiyete. Seni seviyorum: fakat kimi veya neyi,
işte bunu tam olarak kestiremiyorum. “Seviyorum” kayıp gidiyor, yutuluyor,
boğuluyor, yanıyor, hiçlikte yitiyor. “Seviyorum”un geri dönüşünü beklemek
zorundayız. Belki uzun süre, belki sonsuza dek. “Seviyorum” neye dönüştü? Ben
neye dönüştüm? “Seviyorum” ötekinde pusuya yatar. Adam beni yuttu mu? Beni
tükürdü mü? Beni aldı mı, yoksa bıraktı mı? Ağzımı mı kapadı, yoksa beni dışarı
mı attı? O şimdi nasıl? Artık ben(-im parçam) değil mi? Bana “Seni seviyorum”
dediğinde, kendimi bana geri mi veriyor? Yoksa bu kılıkta kendisini mi veriyor?
Onunki? Benimki? Aynı? Başka? Ama o halde ben
neye döndüm?
Seni
seviyorum dediğinde –tam burada, bana yakın, sana yakın- kendimi seviyorum da
diyorsun. Ne senin, ne de benim bir şeyin geri verilmesini beklemeye
ihtiyacımız yok. Sana hiçbir şey borçlu değilim, bana hiçbir şey borçlu
değilsin. Bu “Seni seviyorum, ne bir hediye ne de bir borç. Kendine
dokunduğunda, bana hiçbir şey “vermiyorsun”, bana dokunduğunda: kendine benim
üzerimden dokunuyorsun. Kendini vermiyorsun. Bu kendiliklerle ne yapabilirim,
hediye gibi paketlenmiş, seninkiler ve benimkilerle? İkimizi açtığın kadar
saklıyorsun da. Kendimizi birbirimize emanet ederken kendimizi buluyoruz.
Seçenekler ve karşıtlıklardan, seçimlerden
ve uzlaşmalardan oluşan bu para biriminin bizim için bir değeri yok. “Biz”in
hiçbir yerinin olmadığı düzenlerinde kalıp alışveriş sistemlerini
canlandırmadığımız sürece.
Seni seviyorum: beden ortak,
bölünmemiş. Ne sen ne de ben ayrıldık. Aramızda kan dökülmesine gerek yok. Kan
diye bir şeyin olduğunu bize anımsatacak bir yaraya gerek yok. O bizim içimizde
akar, bizden akar. Aşinayız ona, bize yakın. Bir hayli kırmızısın, yine de
beyaz.[4]
İkisi aynı anda. Coşkun olduğunda dürüstlüğünü yitirmiyorsun. Safsın çünkü kana yakın durdun. Hem beyaz hem
de kırmızı olduğumuz için tüm renkleri doğuruyoruz: pembeleri, kahverengileri,
sarıları, yeşilleri, mavileri. … Bu beyazlık ne ölü kan ne de siyah kan, sahte
olmadığı için. Sahte olan siyahtır: her şeyi emer, kapatır ve dirilmeye
çalışır, ama nafile. … Bu kırmızının beyazlığı hiçbir şeyi sahiplenmez. Aldığı
kadarını geri verir, ışıl ışıl bir karşılıklılık içinde.
Işıl ışılız biz. “Bir” veya “iki”nin
ötesindeyiz. Seni nasıl sayacağımı hiç bilemedim. Onların hesaplamalarında, biz
iki ediyoruz. Gerçekten, iki mi? Seni güldürmüyor mu bu? Bir olmayan, bilhassa bir olmayan, tuhaf bir
iki. Ayrıcalıklarıyla, tahakkümüyle, tekbencilikleriyle, bırak onların olsun
teklik[5]:
güneş gibi. Çifter çifter yaptıkları, ötekinin birin imgesi, fakat yalnızca bir
imge olduğu tuhaf ayrımları, bırak onlara kalsın. Onlar için, ötekine doğru
çekilmek birin serabına doğru yapılan hamledir: (güç bela) diri bir aynaya[6].
Buzlu, dilsiz ayna daha da sadıktır. Yaşamsal enerjilerimiz bu bezdirici
ikileme ve taklit çabasında harcanır. Alnımıza yeniden üretmek yazılmış- içinde
yüzyıllardır öteki olduğumuz o aynılığı.
Fakat “Seni seviyorum”u nasıl farklı
söyleyebilirim? Seni seviyorum, benim kayıtsızım? Bu kendimizi onların dilinde
barındırmak olurdu. Kendimizi isimlendirmek için yalnızca yoksunlukları,
kusurları, olumsuzlukları bıraktılar bize. Kayıtsız, kopuk[7]
olmalıyız -bu hâlihazırda fazla şey söylemek- biz.
Kayıtsız olan, kıpırdama. Hareket
edersen onların düzenini aksatırsın. Herşeyin yıkılmasına sebep olursun.
Alışkanlıklarının döngüsünü, değiştokuşlarının, bilgilerinin arzularının
döngüselliğini kırarsın: dünyalarının döngüselliğini. Kayıtsız olan, onlar seni
çağırana dek hareket etmemeli veya hareket ettirilmemelisin. “Gel” derlerse
ileriye doğru gidebilirsin, çok çok yavaşça. Adımlarını, onların kendi
imgelerine olan ihtiyaçlarına -veya ihtiyaçsızlıklarına- göre ölç. Bir ya da
iki adım, daha fazla değil, coşku veya sarsıntı olmaksızın. Yoksa her şeyi
tuzla buz edersin, aynalarını, dünyalarını, analarını. Peki ya senin yaşamın?
Yaşamını onlardan alıyormuş gibi yapman gerek. Sen sadece küçük, önemsiz bir
kapsın, yalnızca onların gücüne tabisin.
Yani kayıtsız olabilirdik. Bu seni
güldürmüyor mu? En azından burada, şu an? Biz, kayıtsız? (Kahkahayı patlatırsan
her zaman, her yerde, birbirimizle asla konuşmayacağız. Ve onların sözcükleri
tarafından ihlal edilmeyi sürdüreceğiz. Bunun yerine, hadi ağzımızı yeniden
sahiplenelim ve konuşmaya çalışalım.) Farklı değil, bu doğru. Yine de -bu çok kolay olurdu. Ve bu “değil”, bizi
tanımlamak için ayıracak yeniden. Böylece ayrılan “biz” yoktur. Birbirimize
benzer miyiz? Dilersen, fakat bu epey soyut. “Benzer”i pek anlamıyorum. Sen?
Kimin bakış açısına göre benzer? Hangi bakımdan, hangi standarda veya üçüncü
koşula göre? Sana dokunuyorum, senin benim bedenim olduğunu bilmeye yeter bu.
Seni seviyorum: iki dudağımız, tek sözcüğün çıkmasına izin verecek
kadar ayrılamıyor. “Sen” veya “ben” diyecek tek bir sözcüğün. Veya “eşitler”
diyecek: seven kadın, sevilen kadın. Açık ya da kapalı, çünkü biri diğerini
asla dışarıda bırakmaz, dudaklarımız ikisinin de birbirini sevdiğini söylüyor.
Birlikte. Tek bir belirli sözcük telaffuz etmek için, dudaklarımız ayrılmak ve
birbirlerinden uzak kalmak zorunda olurdu. Aralarında, tek sözcük.
Fakat böylesi bir sözcük nereden
gelirdi? Yanlışsız, anlamının etrafına sarmalanmış, kapanmış bir sözcük? Tek
bir çatlağı olmayan, hatasız.[8]
“Sen.” “Ben.” Hadi, gül. … Bir açılma olmadan, bu artık ne sen ne de ben
olurdu. Dudaklar olmadan, bu artık biz değildir. Sözcüklerin birliği, doğruluğu
ve özgülüğü, onların dudaklardan yoksun olmalarından, dudakları unutmalarından
geliyor. Sözcükler dilsiz, ilk ve son kez söylendiklerinde, duyuları –kanları-
kaçıp kurtulamasın diye sıkıca bağlanmışlar. Tıpkı insanoğlunun çocukları gibi.
Ama bizimkiler gibi değil. Ayrıca, bizim bir çocuğa ihtiyacımız var mı veya
arzuluyor muyuz bunu? Şimdi ve burada, yakınlığımızda? Erkekler ve kadınlar
yakınlıklarını ve uzaklıklarını cisimleştirmek için çocuk sahibi oluyorlar.
Peki biz?
Seni seviyorum, çocukluk. Ne anne
(kusura bakma anne, çünkü ben bir kadını tercih ediyorum) ne kızkardeş, ne kız
ne oğul olan seni seviyorum. Seni seviyorum-ve orada, seni sevdiğim yerde,
babalarımızın soyunu ve taklit erkekler arzulamalarını umursamıyorum. Soya
dayanan kurumlarını da. Hadi, ne koca olalım ne karı, ailesiz yapalım, roller,
işlevler, onların üreme yasaları olmaksızın. Seni seviyorum: bedenin, burada,
orada, şimdi. Ben/sen dokunuyorsun sana/bana; bu bizim hayatta olduğumuzu
hissetmemiz için yeter de artar.
Dudaklarını arala, fakat öylece
açma. Ben onları öylece açmıyorum. Biz-sen/ben-hiçbir zaman ne açığız ne de
kapalı. Biz asla öylesine ayırmadığımızdan, tek
bir sözcük ağızlarımız tarafından telaffuz edilemez, üretilemez, yayılamaz.
Senin/benim dudaklarımdan, bir sürü şarkı, bir sürü söyleme biçimi birbirini
yankılar. Çünkü biri diğerinden asla ayrılamaz. Sen/ben aynı zamanda daima
birkaçız. Biri ötekini nasıl bastırabilir ki? Sesini, tonunu, anlamını dayatır
ki? Onlar belirgin değildir, ama bu bulanık oldukları anlamına gelmez. Tek bir
şey bile anlamıyor musunuz? Onlar da sizi ancak bu kadar anlıyorlar.[9]
Tıpkı eskisi gibi konuş. Çünkü dilin
sadece tek bir silsile, tek bir rota veya şablon izlemiyor, şansımız varmış.
Her yerden, aynı anda konuşuyorsun. Bana aynı anda tamamen dokunuyorsun. Tüm
duyularla. Neden tek seferde tek şarkı, tek söylem, tek metin olsun ki? Baştan
çıkarmak, tatmin etmek, “delik”lerimden birini doldurmak? Seninleyken hiç
deliğim yok. Biz boşluklar değiliz, bir ötekiden takviye, tamlık veya doluluk
bekleyen yoksunluklar da. Dudaklarımızın bizi kadın yapması, derdimizin
tüketilmek, tamamlanmak veya doldurulmak olduğu anlamına gelmez.
Öp beni. İki dudak iki dudağı öper
ve açıklık yine bizimdir. “Dünya”mız. Aramızda, içeriden dışarıya ve dışarıdan
içeriye hareket, sınır bilmez. Sonu yoktur. Bunlar, hiçbir işaretin, hiçbir
ağzın[10]
asla durduramayacağı değiştokuşlardır. Aramızda, evin duvarları yoktur,
açıklığın parmaklıkları, dilin döngüselliği yoktur. Beni öpersin ve ufuk gözden
kaybolana dek genişler dünya. Doyumsuz muyuz? Evet, bu asla bitmediğimiz
anlamına geliyorsa. Hazzımız hareket etmek ve birbirimiz tarafından hareket
ettirilmekten meydana geliyorsa. Daima hareket halinde, bu açıklık ne tüketilir
ne doyurulur.
Çokluğumuzu söylemeyi bize ne
öğrettiler, ne de buna izin verdiler. Bu yakışıksız konuşma olurdu. Elbette,
bir doğruyu, hatta hissettiğimiz anda sergilememize izin vardı fakat bir
diğerini susturduk, bastırdık –böyle mi yapmalıydık?- Doğru’nun öteki tarafı –tamamlayıcısı?
tortusu?- saklı kaldı. Sır. İçeride ve dışarıda, aynı olmamamız gerekiyordu. Bu
onların arzularına uymaz. Örtmek ve açmak, onları ırgalayan, ilgilendiren şey
bu değil mi? Daima aynı işlemi tekrarlıyorlar –her seferinde, her kadında.
Sen/ben böylece onları memnun etmek
için ikiye dönüşürüz. Fakat bir kez ikiye bölündüğümüzde –biri dışarısı, öteki
içerisi- artık kendini veya beni sarmazsın. Dışarıda, sana yabancı bir düzene
uymaya kalkışırsın. Kendinden sürgün, karşılaştığın her şeye kaynarsın. Sana
yanaşan her şeyi taklit edersin. Neye dokunuyorsan ona dönüşürsün. Kendini
bulmaya susamışken, kendinden, benden süresiz uzaklaşırsın. Art arda modeller,
efendiler kabul eder, suretini, biçimini ve dilini sana hâkim olan güce göre
değiştirirsin. Koparılmış. Seni hırpalamalarına izin vererek, hissiz bir
kuklaya dönüşürsün. Kayıtsız kişi olarak dönmezsin artık. Dönersin: kapalı ve
kilitli.
Konuş benimle. Yapamaz mısın? Artık
istemiyor musun? Kendine mi saklamak istiyorsun? Sükût içinde, beyaz, bakire
gibi kalmak mı? İçerideki kendini korumak mı? Fakat öteki olmadan var olmaz o.
Sana dayatılan seçimlerle parçalama kendini. Aramızda, bakirelere yaraşan veya yaraşmayan arasında bir kopukluk
yok. Bizi kadın yapan bir olay yok. Doğumundan uzun zaman önce, masumca kendine
dokundun. Senin/benim bedenim bir uygulamayla, bir gücün, işlevin veya organın
eylemiyle bir cinsiyet kazanmaz. Sen zaten bir kadınsın; özel bir değişikliğe
veya müdahaleye ihtiyacın yok. Bir “dışın” olmasına gerek yok çünkü “öteki”
seni zaten etkiliyor, etle tırnak gibisiniz. Sen her yerde, sonsuza dek
değiştirildin. Bu işlemediğin suçun senin: onların mülk aşklarına rahat
vermiyorsun.
Cinsel hazzının hiçbir şekilde
şeytani olmadığını sana nasıl anlatabilirim, mal mülke yabancı olan sana? Onlar
senden açıklığını çalıncaya ve seni kapayıp kendi mülkleri kılıncaya dek ortada
hata olamaz; sen onların ihlallerini, suçlarını sürdürünceye, yasayla başka
oyunlar oynayana dek. Onlar -ve sen? beyazlığınla tahmin et. Bu oyunu oynarsak,
bizi istismar etmelerine, zarar vermelerine izin veririz. Onların amaçlarını
gerçekleştirmelerine yardım etmek için kendimize yabancılaşırız. Bu bizim
rolümüz olur. Onların muhakemesine teslim olursak suçluyuz demektir. Onların
stratejileri -kasıtlı veya kasıtsız- bizi suçlu kılmak.
Bölünmüş olarak döndün: artık “biz”
yok. Kırmızı ve beyaza, siyah ve beyaza ayrıldın. Birbirimizi ne zaman
bulabiliriz yeniden? Birbirimize nasıl dokunabiliriz? Parçalara ayrılmışız,
bitmişiz: hazzımız sistemlerinde tutsak, o sistem ki, “bakire” onlar
tarafından, onlar için henüz işaretlenmemiş olan biri anlamına geliyor. Onlara
göre henüz bir kadın değil. Onların cinsellikleriyle, dilleriyle henüz
damgalanmamış. Henüz onlar tarafından içine girilmemiş veya sahiplenilmemiş.
Onlar için bir bekleyiş, onlarsız bir hiç, bir boşluk olan dürüstlüğü hâlâ
koruyan. Bir bakire, onların değiştokuşları, ticaretleri ve nakliyelerinin
geleceğinden ibarettir. Keşifleri, tamamlamaları ve sömürüleri için bir tür
kaynaktır – onların arzularının yaklaşan geleceğidir. Bizimkinin değil.
Nasıl söyleyebilirim? Baştan beri
kadın olduğumuzu. Onlar tarafından üretilmeye, isimlendirilmeye, kutsal veya
kâfir kılınmaya ihtiyacımız olmadığını. Onların çabaları olmaksızın, bunun
daima zaten meydana gelmiş olduğunu. Onların tarihinin bizim sürgünümüzün
yörüngesini oluşturduğunu. Kendi toprağımıza sahip olduğumuzdan değil, onların
ulusları, aileleri, söylemleri, bizi daha fazla hareket edemediğimiz veya “biz”
olarak yaşayamadığımız parmaklıkların ardına hapsettiği için. Onların mülkü,
bizim sürgünümüz. Onların parmaklıkları, aşkımızın ölümü. Onların sözcükleri,
dudaklarımızın tıkacı.
Nasıl konuşabiliriz, onların
parmaklıklarından, şablonlarından, ayrımları ve karşıtlıklarından kurtulmak
için: bakire/bozulmuş, saf/kirlenmiş, masum/bilmiş. … Bu terimlerin
zincirlerinden nasıl kurtulabilir, sınıflandırmalarından nasıl özgürleşir,
isimlerinden nasıl sıyrılabiliriz? Kendimizi onların kavramlarından canlı olarak nasıl kurtarırız? Kaynak
olmadan, sistemlerini döndüren tertemiz beyazlık olmadan. Hiçbir zaman
tamamlanmadığımızı, birbirimizi sadece bütünüyle sarabileceğimizi biliyorsun. O
“kısım kısım” –bedenin, uzamın, zamanın- kanımızın akışını sekteye uğratıyor.
Bizi çarpıyor, taşlaştırıyor, hareketsizleştiriyor. Bizi solgunlaştırıyor, adeta
buz gibi.
Bekle. Kanım onların duyularından
dönüyor. İçimiz, aramız ısınıyor. Onların sözcükleri boş, kansız, ölü derilere
dönüşüyor. Bizim dudaklarımız yeniden kırmızılaşırken. Telaşlanıyorlar, hareket
ediyorlar, konuşmak istiyorlar. Ne söylemek istiyorsun? Hiçbir şey. Her şeyi.
Evet. Sabırlı ol. Herşeyi söyleyeceksin. Ne hissettiğini söylemekle başla,
burada, hemen. Dişi “bütün”[11]*
gelecektir.
Fakat onu öngöremez, tahmin edemez
veya bir programa uyduramazsın. Bu “bütün” düzenlenemez veya idare edilemez. O,
bedenimizin bütün hareketidir. Hiçbir yüzey tutmaz: hiçbir şekil, hat ve nokta;
hiçbir zemin varlığını sürdürmez. Fakat bir uçurum yoktur. Bizim için, derinlik
boşluk anlamına gelmez. Yeryüzünün katı kabuğunun olmadığı yerde, uçurum
olamaz. Bizim derinliğimiz, bedenimizin yoğunluğudur, “bütün” yere
dokunuştadır. Yalıtılmış, ayrı, bağlantısız bir yukarı/aşağı, arka/ön, sağ
taraf/yanlış taraf, üst/alt yok. Bizim “bütün”ümüz karışır. Kırılmalar ya da
aralıklar olmaksızın.
Eğer sen/ben konuşmaya isteksizsek,
iyi konuşamayacağımızdan korktuğumuz için değil mi? Fakat “iyi” veya “kötü”
nedir? “İyi” konuşmak için hangi örneği kullanabiliriz? Hangi hakimiyet veya
teslimiyet sistemi orada[12]
bize zulmedebilir ve cesaretimizi kırabilir? Daha değerli bir söylemin doruklarını
arzulamak niye? Ereksiyon bizi ilgilendirmez: ovalarda iyiyiz biz.
Paylaşacağımız bir hayli alan var. Çünkü biz daima açığız, ufuk asla
sınırlanmayacak. Uzanarak, kendimizi ortaya sermekten vazgeçmeyerek,
çatlaklarımız ve hatalarımız da dâhil olmak üzere, “hepimizi” konuşacak bir
sürü farklı ses keşfetmeliyiz, öyle ki ebediyet kâfi gelmesin. Çeperimizin
etrafındaki tüm yol boyunca seyahat etmeyeceğiz asla: bizim öylesine çok
boyutumuz var ki. “İyi” konuşmak istiyorsan kendini kısıtlarsın, yükseldikçe
daralırsın. Uzanarak, daha yukarıya erişerek, bedeninin sınırsız diyarını
arkada bırakırsın. Kendini dikleştirme, bizi terk edersin. Gökyüzü yukarıda
değil: bizim aramızda.
“Doğru” sözcüğü dert etme. Öyle bir
şey yok. Dudaklarımızın arasında hiçbir doğru yok. Her şey olma hakkına
sahiptir. Herşey değiştokuş etmeye değerdir, ayrıcalıklar veya inkârlar
olmaksızın. Değiştokuş? Hiçbir şey satın alınmadığında herşey değiştokuş
edilebilir. Aramızda, sahipler ve satın alanlar, yararlanılabilir nesneler ve
fiyatlar yok. Bedenlerimiz ortak hazzımızla zenginleşir. Bereketimiz
tükenmezdir: ne istekten ne de bolluktan haberdardır. Kendimize “bütünü”
verdiğimizde, sakınmadan veya saklamadan, değiştokuşumuzun koşulları olmaz.
Nasıl söylemeli? Bildiğimiz dil öylesine sınırlı ki….
Bana diyeceksin ki, neden konuşalım?
Aynı anda aynı şeyi hissediyoruz. Ellerim, gözlerim, ağzım, dudaklarım, bedenim
sana yetmez mi? Sana söyledikleri kâfi değil mi? Evet diyebilirim, fakat bu çok
kolay olur. Seni/bizi rahatlatmak için fazlaca söylenmiş bir şey bu.
Bir dil icat etmezsek, bedenimizin
dilini bulmazsak, hareketleri hikâyemize eşlik edemeyecek kadar az olacak. Aynı
hareketlerden yorulduğumuzda, arzularımızı gizli, fark edilmemiş halde
koruyacağız. Yine uykumuzda, tatminsiz halde, erkeklerin sözcüklerine doğru
döndürüleceğiz –uzun zamandır “bildiklerini” öne süren erkeklerin. Fakat bedenimizi bilmezler. Dönüşümümüz
nedeniyle böyle ayartılmış, baştan çıkarılmış, büyülenmiş, kendimizden geçmiş
halde, taşlaşacağız. Hareketlerimizden mahrum.
Donmuş; ebedi değişim için yaratılmış olsak da. Sıçramalar veya düşüşler
olmadan, tekrar olmadan.
Devam et, nefesin tükenmesin.
Bedenin dün olduğu gibi değil. Bedenin hatırlıyor. Senin hatırlamana gerek yok, dünü aklında sermaye gibi biriktirmene
gerek yok. Hafızan? Bedenin dünü bugün istediği şeyde açığa seriyor. Şöyle
düşünüyorsan: dün bendim, yarın ben olacağım, şöyle düşünüyorsun: Biraz öldüm
ben. Dönüştüğün şey ol, olmuş olabileceğin, olabileceğin şeye tutunmadan. Asla
yetinme. Gel, kesinliği kesinleştirilmemiş olana bırakalım; ona ihtiyacımız
yok. Şimdi ve burada, bedenimiz bize çok farklı bir kesinlik veriyor. Doğru,
bedenini unutacak kadar ondan uzaklaşmış olanlara lazım. Fakat “doğru”ları,
kendimizi ondan çıkarmazsak bizi hareketsizleştirir, heykeller gibi. Nasıl
hareket ettirildiğimizi burada, şimdi, hemen söylemeye çalışarak onun gücünü
hükümsüzleştirmezsek.
Hareket ediyorsun, Sen hiç
kımıldamadan durmuyorsun. Asla durmuyorsun. Sen asla “siz” değilsin. Sana nasıl
söyleyebilirim, daima öteki olan sana? Sana nasıl konuşabilirim, asla
sertleşmeyen veya katılaşmayan bir akış içinde kalan sana? Bu akım nasıl geçer
sözcüklere? O birçoktur, “sebepler”den ve “anlamlar”dan, basit niteliklerden
yoksundur; yine de ayrıştırılamaz. Bu hareketler bir başlangıçtan bir sona
geçiş olarak tanımlanamaz. Bu akarsular tek bir, nihai bir denize akmazlar; bu
nehirlerin daimi kıyıları bulunmaz; bu bedenin sabit sınırları yoktur. Bu
bitmez tükenmez devingenlik, bu yaşam. Ki, onlar bunu rahatsızlığımız,
heveslerimiz, hilelerimiz veya yalanlarımız olarak tanımlayabilirler. Çünkü
bunların hepsi temellerinin “sertlik”[13]
olduğunu öne sürenlere çok tuhaf gelir.
Konuş, yine de. Aramızda, “sertlik”
kural değil. Bedenlerimizin dış hatlarını, akışkanlığa minnet duyacak kadar iyi
biliyoruz. Bizim yoğunluğumuz, katılığın keskin kenarları olmadan da yapabilir.
Ölü bedenler bize çekici gelmez.
Fakat birbirimizden uzakken nasıl
hayatta kalacağız? Tehlike bu işte. Sen çok uzaklarda olduğunda birbirimize
yakın kalmazsak, dönüşünü nasıl bekleyebilirim ben? Somut bir şey, burada ve
şimdi, bedenlerimizin dokunuşunu uyandırmazsa? Ayrılmamızın sonsuzluğuna
açıksak, yoksunluğun elle tutulmaz duyumuna kapanmışsak, nasıl kendimiz olarak
yaşamayı sürdüreceğiz? Hadi, bir daha onların diliyle kirlenmeyelim: hadi,
matemi cisimleştirmeyelim. Uzaklıklar boyunca birbirimize sarılabilmek için
nasıl konuşacağımızı öğrenmek zorundayız. Elbette, ben kendime dokunduğumda
seni hatırlarım. Fakat bizi ayıran çok şey söylendi, bize dair çok şey.
Hadi, sarılmayı her yerde ve daima
sürdürmek için hızlıca kendi ifadelerimizi keşfedelim. Öylesine incelikliyiz
ki, hiçbir şey duramaz önümüzde; bizim
yoğunluğumuza sahip iletişim araçlarını bulduğumuz sürece, hiçbir şey, kısacık
da olsa, bizi birbirimize erişmekten alıkoyamaz.[14]
Engeller boyunca, birbirimizi bulmak için belli belirsiz yürüyeceğiz, zarar
görmeden. Kimsecikler bir şey görmeyecek. Direnişten yoksunluğumuz, gücümüz
bizim. Uzun zaman boyunca, sarılmaları, izlenimleri karşısındaki uysallığımıza
minnet duydular. Neden kendimiz için kullanmayalım onu? Bizi damgalamasına izin
vermek yerine -yerleşik, sabit, devinimsiz olanın. Ayrılmış olanın.
Ağlama. Bir gün kendimizi söylemeyi
öğreneceğiz. Ve söylediğimiz şey, gözyaşlarımızdan çok daha güzel olacak,
bütünüyle akışkan.
Zaten seni yanımda taşıyorum, her
yere. Bir çocuk, yük veya ağrılık gibi değil, ne kadar sevilsen de, kıymetli
olsan da. Benim içimde değilsin. Sen
karnımda, kollarımda veya kafamda barındırmıyorum. Hafızamda, zihnimde veya
dilimde de. Oradasın sadece, tıpkı tenim gibi. Tüm görünümlerin, kılıkların,
isimlerin ötesinde var olan bir kesinlik. Yaşadığımı biliyorum çünkü yaşamımı
yineliyorsun. Ki bu, yaşamını benimkine bağımlı kıldığın anlamına gelmez. Sen
yaşadığın için, ben hayatta hissediyorum kendimi, senin benim cevabım veya
taklidim olmadığın sürece.
Başka türlü nasıl söyleyebilirim:
“Sadece iki olarak varız?” İmgelerin, serapların ve aynaların ötesinde iki
olarak yaşarız. Aramızda, biri “gerçek”, diğeri onun taklidi değil; biri
hakiki, diğeri de onun kopyası değil. Onların sistemlerinde kusursuzca
saklayabilsek de, birbirimizle benzeşim olmaksızın ilişki kurarız. Bizim
benzerliğimiz biçimler olmadan varolabilir: zaten aynı olan bedenlerimizde.
Dokun kendine, dokun bana, “gör”eceksin.
“Bir çift” olabilmek için bir akis
biçimlendirmeye veya kendimizi ikinci kez yinelemeye gerek yok. Biz ikiyiz,
herhangi bir temsilimizin varoluşundan çok önce. Kanının yaptığı, bedenimin
senin için uyandırdığı bu ikinin canlı canlı kavuşmasına izin ver. Sende daima
“ilk sefer”in dokunaklı güzelliği olacak, aralarda katılaştırılmadıysan. İlk
seferinde daima hareket ettirileceksin, herhangi bir yinelemede devinimsiz hale
getirilmediysen.
Hadi, modeller, standartlar ve
örnekler olmadan devam edelim. Kendimize emirler, buyruklar veya yasaklamalar
dayatmayalım. Tek talebimiz beraberce hareket ettirmek ve hareket etmeye bir
çağrı olsun. Emir vermeyelim, ahlaksallaştırmayalım veya birbirimizle
savaşmayalım. Haklı olmayı istemeyelim veya birbirimizi eleştirme hakkına sahip
olmayalım. Eğer sen/ben yargılarsak, varoluşumuz sona erer. Ve sende sevdiğim,
kendimde sevdiğim şey, artık bizim için meydana gelmez: asla tamamlanmayan
doğum, asla ilk ve son kez olarak yaratılmayan beden ve daima şekillenmeyi
bekleyen, asla kesin olarak son halini almayan biçim. Asla tek bir gerçeğin
üstüne açılmamış veya kapanmamış dudaklar.
Işık bizim için şiddetli veya
ölümcül değil. Güneş öylece doğup batmaz. Gece ile gün, bakışlarımıza,
mimiklerimize, bedenlerimize karışır. Aslında, gölgemiz yoktur bizim. Birinin
ötekinin daha karanlık ikizine dönüşme ihtimali yoktur. Geceye ait olarak
kalmak istiyorum ve sende hafifçe ışıldayan gecemi yeniden bulmak. Seni
etrafındaki her şeye üstünlük taslayan parlak bir fener olarak sevdiğimi
düşünme. Işığı geceden ayırırsak, karışımımızın hafifliğinden vazgeçeriz, bizi
aynı anda bütün kılan tüm o farklılıkları katılaştırırız. Aramıza duvarlar
öreriz, parçalara ayrılırız, kendimizi ikiye ve daha fazla parçaya böleriz. Biz
daima aynı anda biri ve öteki olsak da. Kendimizi o şekilde ayırırsak,
“hepimiz” doğmayı keseriz: sınırlar veya kıyılar olmadan, hareket eden
bedenlerimize ait olanlar hariç.
Ve zamanın sınırlayıcı etkileri
müdahale edene dek birbirimizle konuşmayı kesmeyeceğiz. Endişelenme. Devam
edebilirim. Zaman ve mekânın tüm üretilmiş kısıtlamalarına rağmen, hâlâ
durmaksızın sarıyorum seni. Diğerleri bizi ayırmak için fetişler üretiyorsa
bizden, bu onları ilgilendirir. Hadi, bu ödünç kavramlarda
devinimsizleşmeyelim.
Tekrar tekrar söylüyorsam: ne, ne
de, olmaksızın …, sana, bize, birbirimize sadece çıplakken dokunabileceğimizi
hatırlatmak için. Kendimizi ve birbirimizi bulmak için, üstümüzden bir dolu şey
çıkarmamız gerektiğini. Bizi birbirimizden ayıran öylesine çok imge ve suret
var ki. Bizi öylesine uzun zamandır kendi arzularına göre bezediler, kendimizi
onları memnun etmek için öylesine çok süsledik ki, tenimizin verdiği hissi
unuttuk. Kendi tenimizden sıyrılmış halde, uzakta kaldık. Sen ve ben, bölünmüş.
Sen? Ben? Hâlâ çok fazla şey
söylemek bu. Çok keskin giriyor aramıza: “bütün”e.
[1] Propre’ın iki anlamı, “temiz” ve “münasip”, dişi anlamların
patriyarkal isimlendirme sistemleri tarafından temizlendiği ve kapatıldığını
önerir.
[2] Irigaray burada yeni bir sözcük
yaratıyor: env(i)olées. Kadınların
yaşamlarının (vie) ve arzularının (envie), onlara münasip isimler dayatılarak
ihlal edildiğini (violée) ve
yitmelerine (envolée) yol açıldığını anlatmak
için.
[3] Sang (“kan”) ve sens
(“anlam”, “duyu”) sözcükleriyle yapılan oyun, cinsellik ve yazmak arasındaki
analojiyi sürdürür. Kan bu kez metaforik ve literaldir, dişi duyusu ve
cinselliğinin bir kaynağıdır.
[4] Irigaray’ın “kırmızı” ve “beyaz”
kullanımı, bu terimlerin tutku ve saflığı simgelediği Batılı ayrımdan kasten
farklılık gösterir. Irigaray, genelde yazıda böylesi “karşıtlıkların” yeni bir
biçimde bir arada varolabildiği bir yörünge yaratmaya çalışır.
[5] “Teklik”, “aynılık” gibi,
kendisini bir genelgeçer olarak alan ve cinsel farklılığı yıkan maskülen
standardı ifade ediyor.
[6] Irigaray, erkeğin kadını
narsistik biçimde kendi yansımasını aradığı bir ayna olarak kullandığını
söylüyor.
[7] Burada, Irigaray indifférente sözcüğünün çeşitli
anlamlarıyla oynuyor. Başta, sevilen kişi “kopuk” olarak görülüyor ve feminen
kayıtsızlığın bu “maskülen” algısı ironik biçimde kullanılıyor. Sonra, indifférente birbirinden “farklı
olmayan” veya “farklılaştırılmamış” anlamına gelecek şekilde kullanılıyor.
Sevgilinin eski dil ve cinsellik sistemlerinden kopmasının gücü ve getirileri,
sonraki paragraflarda betimleniyor.
[8] Sans faille, dişinin “hata” veya “yoksun” olarak görüldüğü maskülen
tekanlamlı konuşma talebini, açık bir anlamlama moduna olan feminen arzuyla
karşı karşıya koyar. Metin, faille
sözcüğünün birçok anlamını sergileyecek: coğrafi hata veya açılma ve
cinsel/dilsel/felsefi ikilik deneyimi. Faille,
aynı zamanda, aynı anda açık ve kapalı olan oral ve vajinal kadın dudaklarını,
yani merkezi figürü yeniden ifade eder.
[9] Metnin bu noktasında, anlatıcı toi’ya (sen), yani sevilene değil, vous’ya (siz), yani dilleri bu yeni
kadın konuşmacıları hiçbir şekilde anlamazmış gibi görünen ve dolayısıyla da
onların söylemini idrak edemeyen erkeklere hitap ediyor.
[10] Irigaray, kadınların ağızlarıyla
yaptıkları değiştokuşların sonsuz olduğunu, döngüselliklerinin açık olduğunu
önermek üzere, boucle (“bükülmek”) ve
bouche (“ağız”) sözcükleriyle
oynuyor.
[11] Sözdizimsel açıdan sarsıcı olan le toute, burada muhtemelen Lacan’ın Le Séminaire XX: Encore’da (Paris:
Editions du Seuil, 1975) kadınları pas-toutes
(“hepsi-değil”) şeklinde tanımlamasına göndermede bulunuyor. Bkz. “Cosi fan
tutti” (Ce sexe, s. 85-101);
Irigaray, Lacan’da psikanalizin dişi ifadeyi söylemin dışında bıraktığını
savunur. Bu metin, pas-toute’u toute’a, yani “bütün” ve “hepsi”yi söylemenin
kadınca şekline dönüştürür.
*Lacan’ın pas-toute, aynı zamanda “bütün-değil” olarak da karşılanıyor. Bu
metinde “all” olarak verilen toutes’u
“bütün” olarak kullandık (ç.n.)
[12] “Orada”, bu paragrafta coğrafyası
keşfedilen, ideolojik bir alan olarak dilin yörüngesine atıfta bulunuyor.
[13] Bkz. “La Mécanique des fluides”
(Ce sexe, s. 105-16); Irigaray,
Batılı söylemin “sertliği” ve “katıları” anlamın belirlenmesi için zemin olarak
aldığını, böylelikle dişiyi daha doğru şekilde ifade eden “sıvıları” yok
saydığını önerir.
[14] Même fugitives de sevgililerin eski düzenin kaçakları veya
mültecileri olarak kavuşacaklarını ima eder.
Çeviren: Ilgın Yıldız
cin ayşe 7, bahar 2012
Çeviren: Ilgın Yıldız
cin ayşe 7, bahar 2012