8 Mayıs 2022

DENİZ GÜNDOĞAN İBRİŞİM. Maya Angelou Eşliğinde Feminist Adımlar: Yürüyerek Yerleşmeye Dair Bir Deneme


 

 

Zaman ve mekân her şeye kendi rengini verir.

Murathan Mungan

 

Yürüme, dünyada olmak kadar dünyayı yaratmanın da yöntemlerinden biridir.

Rebecca Solnit

 

Arapça Ahl kökünden gelen ahl أهل bir yerde ikamet eden, hane halkından olan, eş(ler), yerli halk anlamına gelir. Ermenice şén շէն veya Orta Farsça (Pehlevice veya Partça) yazılı örneği bulunmayan şēn “meskûn ve mamur yer, abad” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Avesta (Zend) dilinde şi- veya şiti- “yerleşmek, ikamet etmek, kalabalık olmak” fiilinden türetilmiştir. Bu alıntılar yerleşmek sözcüğünde yer alan mekân tutmak, yurt tutmak anlamlarına gönderme yapar.

 

Yerleşmek sözcüğünde yukarıda yer alan bileşenindeki köklere bakmanın, yerleşmedeki insan eyleyiciliğini öne çıkardığını düşünürüz çoğu zaman. Biri gider, bir yere konar, bir yerde ikamet eder, orada komşuluk eder, orada kök salar. Buradaki yoğun vurgu insan öznenin ta kendisindedir, onun failliğindedir sanki. Oysa yerleşmekteki dönüşümün izlerine, bir yere dönüşmenin imkânına izin veren yerin kendi kendini örgütleyen anlamına, başka deyişle yerin failliğine kendimizi açmak önemlidir. Zira bu açılımın hem bu sözcüğün farklı ve ekolojik anlamlarını, hem de özne olarak kendimizin çoğul yanlarını görünür kılacağını düşünüyorum. Her yanıyla meşakkatli ve tekinsiz bir iştir yerleşmek çünkü. Kimi zaman kendi benliğimize yerleşebilmenin, kimi zaman da bir yere yerleşmenin yekpâre anlamını bulmak isteriz ama bulamayız pek. Yerleşmeye dair böylesi bir bakış, otantikliği ve nesnel gerçekliği garanti edilmiş bir öznenin kabuğunu kırmamız için de kritik bir eşiktir. Bu yazıda yerleşmeyi statik bir var olma çerçevesinde değil, Deleuze’ün bize önerdiği “oluş” ve “kaçış çizgileri” kavramları eşliğinde yeniden düşüneceğim ve yerleşmeye dair bir halden öteki hale geçişin yoğun, çoklu ve karmaşık durumunu inceleyeceğim. Bu çerçevede yerleşmeyi ekolojik ve feminist bağlamda yürümek eylemi ile birlikte düşünerek yürüyerek yerleşmenin anlamını ve izini süreceğim. Bu yazıda kişisel bir tecrübeden yola çıkarak çağdaş Amerikan edebiyatının en etkileyici feminist yazar ve sanatçılarından Maya Angelou eşliğinde yürüyeceğim. Angelou’nun doğduğu St. Louis[1] şehrine yerleşmemin hikayesinden bahsedeceğim. Bu hikâyede baş rolde feminist siyahi şair ve aktivist Angelou’nun dizeleri, yürümenin felsefesi ve bana yerleşerek beni dönüştüren Orta Batı Amerika’da bulunan St. Louis şehri var. Bu yazı nicedir düşündüğüm yerleşmeye ve bir şehre adanan gecikmiş bir mektup niteliğinde. 

 

2014 yılının ağustos ayında altı, yedi yılımı geçireceğimi bildiğim Amerika’nın Missouri eyaletinde bulunan St. Louis şehrine ve doktorama başlayacağım Washington Üniversitesi kampüsüne ayak bastığımda aklımdan tek şey geçiyordu. En sevdiğim şair ve yazarların doğduğu topraklardaydım. Yirminci yüzyılın en önemli modernist şair ve eleştirmenlerinden T.S. Eliot, St. Louis’in hummalı, sarı tozlu caddelerini tahayyül ederek 1922 tarihinde yazar Çorak Ülke’yi (The Wasteland). Tennessee Williams Sırça Kümes (The Glass Menagerie) oyununu 1944 yılında kaleme alırken oyundaki anne Amanda Wingfield ve liseyi henüz bitirmiş ve dış dünyadan izole olan Laura Wingfield karakterlerini çocukluğunun geçtiği St. Louis mahallerinde yaşadıklarından esinlenerek otobiyografik biçimde kaleme alır. Bir kadın, ne zaman kendi sesini duyurmak için ayağa kalksa, planlamamış bile olsa, tüm kadınlar için de ayağa kalkmış olur diyen Maya Angelou, St. Louis’de, yerleştiğim apartmanın tam üç sokak ötesinde dünyaya gelir. Kampüste, tarihi binaların, kaç yıllık manolya ağaçlarının arasında gezerken bu çok sevdiğim şair ve yazarların evlerini bulmalı, sokaklarını gezmeliydim diye düşünüyordum. Dahası şiiri, müziği, siyahi emeğin tarihini hiç durulmayan sularında saklayan Mississippi Nehri’nin de tam yanıbaşındaydım. Romanlara, şiirlere, öykülere, tanıdık Mark Twain hikâyeleri ve kölelik tarihine, Toni Morrison’ın hayaletlerine, pamuk tarlalarındaki emek ve isyana, blues müziğinin ritmine ve hüznüne, ırkçılığın bin bir veçhede açılan öfkesine tanıklık eden Mississippi kocaman bir arşiv olarak önümdeydi. Suyun hafızasını, suyun tanıklığını da anlamak istiyordum. Nehrin ezelden ebede akarken bir yandan da nasıl unutmadığını biliyordum. Bu düşüncelerle birlikte doktoradaki ilk dersime gittiğimi anımsıyorum.

 

Dersten çıkınca kampüste bir hareketlilik olduğunu fark ettim. Tarih 18 Ağustos 2014’tü. Bu tarihten tam dokuz gün önce Missouri eyaletinin Ferguson kentinde, yani kampüse arabayla yirmi, yirmi beş dakikalık uzaklıktaki kuzey yerleşim bölgesinde, 9 Ağustos 2014’te Michael Brown adlı siyahi bir genç öldürülmüştü. Brown’un bir suçu bulunmamasına ve ellerini kaldırarak teslim olmasına rağmen, beyaz bir polis memuru Darren Wilson tarafından silahla öldürülmesinin protesto yürüyüşüydü bu hareketlilik. Ansızın kendimi “Siyahi Yaşamlar Değerlidir” (“Black Lives Matter”) diye onca insan ile el ele tutuşup kenetlenirken, haykırırken ve yürürken buldum. Tarihi bir ana ve tarihi bir yürüyüşe tanıklık ediyordum. Zira “Siyahi Yaşamlar Değerlidir”[2] St. Louis yakınlarında tam o günlerde tam anlamıyla doğar ve ardından başka siyahi kayıplarla, tutulan veya tutulamayan yaslarla şekillenerek sesini çoğaltır. Devasa bir feryada, ulus ötesinde açılan eşitlikçi ve adaletli bir isyana dönüşür, bizi de olağanca gücüyle dönüştürür. Böylesi bir yürüyüşün içinden geçerek onun dinamizmi ve kuvvetiyle St. Louis’deki ilk haftamı tamamladım. Bu katmanlı ve içinde pek çok huzursuz hayalet sakladığına inandığım şehri artık hep yürüyerek, bilhassa Angelou’nun feminist ihtimamına ve feminist öfkesine sarılan şiirlerine sığınarak keşfedecektim. Daha doğrusu Angelou ile şehre yürüyerek yerleşecektim veya şehir tarihsel olanın sürekliğiyle bütün kıvrımlarıyla birlikte bana yerleşecekti.

 

 

 

Rehberim Maya Angelou: “Fırtına bulutları toplanıyor, Rüzgâr çıkacak birazdan”

 

Maya Angelou şair, yazar, şarkıcı, koreograf, aktris, senarist, kadın ve sivil haklar savunucusu, öğretmen gibi pek çok kimliği sırtına giymiş, siyah özgürlük hareketinin en önemli isimlerinden biridir. 4 Nisan 1928’de Marguerite Annie Johnson adıyla St. Louis’de doğar. Çocuklukta uğradığı travmatik tecrübelerin ardından yaşamını tamamıyla yeniden kurar. Üç, dört yaşlarındayken babaları tarafından kardeşiyle birlikte trene bindirilerek babaannelerinin yanına, Güney Arkansas’ta Stamps adlı tutucu bir kasabaya gönderilen Angelou, annesi babası tarafından terk edilir. Kendisine “Maya” adını erkek kardeşi verir. Sekiz yaşındayken yıllar sonra tekrar hayatına giren annesinin sevgilisi tarafından tecavüze uğrar. Kendisine bunu yapanın kim olduğunu açıkça dile getirdikten sonra adam tutuklanır ve ardından ölü bulunur. Angelou çocuk algısıyla “sesimle cinayet işliyorum” gözleriyle bakar hayata ve tam beş yıl boyunca hiç mi hiç konuşmaz. Annesine ilkin derin bir öfke duysa da annesinin yaşamının son zamanlarında bu öfkesi kabullenişe evrilir. Yıllar sonra annesiyle ilgili iç dünyasını Annem ve Ben isimli kitabında dünyaya açar. Angelou’nun çocukluğunda yaşadığı koyu karanlık tecrübeler, 1960’ların başında ırkçılık ve kadınlık müşterek mücadelesi Kafesteki Kuş Neden Şakır Bilirim otobiyografik romanında en samimi ve çarpıcı biçimde karşımıza çıkar. Angelou’nun[3] yedi kitaptan oluşan sıra dışı ve ilham verici yaşamöyküsünün ilk cildi savunmasız, şiddet gören küçük bir kızın, ırkçılık ve bağnazlıkla savaşarak son derece güçlü bir kadın karaktere dönüşmesinin hikâyesidir. 

 

Ben de bir elimde yirmi birinci yüzyılda okyanus ötesinde ilk elden tanıklık ettiğim siyahi yaşamlar değerlidir bilgisi, diğer elimde Kafesteki Kuş Neden Şakır Bilirim kitabı ile ırkçılık, cinsiyetçilik ve her türlü sömürü ve ötekileştirme politikalarının, gündelik ırkçılığın görünür olduğu St. Louis sokaklarını yürümeye başladım. İlkin Michael Brown için düzenlenen bir açık hava etkinliğine gittim. Orada hiç tanımadığım siyahi kadınlara sarıldım, onlar bana sarıldı, birlikte ağladık, şarkılar söyledik ve Mississippi nehri boyunca uzunca yürüdük. Yürüyüş boyunca St. Louis’in dinamikleri, özneleri, sokaklarında haykırılan adalet feryatları, sırtlara geçirilen çeşitli kimlikler, göçebe hafızalar sabit özne-nesne ilişkisini reddederek hiyerarşik olmayan birlikteliklerin çoğulluklarını düşündürttü bana. Tıpkı Deleuze’ün oluş kavramının bize önerdiği gibi, biyolojik yaradılışımızın, evrimsel mirasımızın, tarihsel/ailesel/politik bağlantılarımızın sunduğu yolların, ilişkilerin, değerlerin ve anlamların çok ötesinde başka oluş olanakları vardı ve bu bilhassa sokakta yürüyerek gerçekleşiyordu. Bu yürüyüşte bana eşlik eden Angelou’nun dizeleri ise çizgisel ve kümülatif bir bilgisel ilerlemeye karşı koymak için paha biçilmez bir kaynaktı. Bu arada şu önemli noktayı da not etmeliyim ki kendi pozisyonumun nasıl algılanacağı konusunda biraz endişeli ve temkinliydim. Neticede Orta Amerika’da ve siyahi nüfusun yüksek olduğu bir şehirde ayrıcalıklı, “beyaz” bir kadın kimliğiyle sokakta görünür olduğumun farkındaydım. Frantz Fanon’dan devşirdiğim/devşirdiğimiz, sömürgeciliğin ve ırkçılığın öznellikte açtığı yaralara ilişkin eleştirel bakış ve bilgi hep tazeydi. Siyahlık ve beyazlık gibi kategorilerin kendilerinin sömürgeciliğin ürünü olduğunu tartıştığı, eleştirel bilim pratiğiyle uyumsuz, metafizik siyah ve beyazlık anlayışının özsel temelciliğini reddettiği belirleyici eseri Siyah Deri, Beyaz Maskeler elbette aklımdaydı. Kuramsal ve pratik olanın bir araya gelişini, çarpışmasını gözlemliyordum belki de. Böylesi bir düzende birbirinden farklı zamansallık ve mekânsallıkta seyreden hafızalar, farklı biçimlerde tezahür eden bireysel ve toplumsal travmalar kamusal alanda birbiriyle karşılaşıyor, muazzam biçimde, birbirlerine üstünlük taslamadan bir araya geliyordu. Bununla birlikte, bütün bu unsurlara eklenen kimliklerin, siyahlığın ve beyazlığın ne kadar keyfi ve inşa edilmiş kategoriler olduğunun bilincine ve yordamına vakıf olsanız da kimi zaman içinde bulunduğunuz geçerli durumlar daha karmaşık seyredebiliyordu. Ancak ne olursa olsun her koşulda yürürken sokağın ve doğanın müziğini işittiğimi, kokusunu içime çektiğimi biliyordum. Eş zamanlı olarak protestolara ve direnişlere rastlıyordum ve karışıyordum. Bütün bu eylemler sürekli devam eden sabit olmayan bir süreç, bir oluş gibi önümde açılıyor ve hayatın tüm unsurlarının ilişkili olduğu bir duruma işaret ediyordu. St. Louis bütünüyle bir aktör olarak bana sesleniyordu ve dokunuyordu.

 

İkinci olarak, zaman kaybetmeden, hemen hemen her şiirinde içinde yaşadığı dünyanın illetlerini ve kahrını vurgulayan, ataerkil düzenin yanlışlarını korkusuzca gözler önüne seren Angelou’nun evini arayıp buldum. Evin önünde karşılaştığım bir ıhlamur ağacına sırtımı yasladım. İstanbul’da, Beylerbeyi veya Beşiktaş sırtlarındaki ıhlamur ağaçlarının kokusuyla St. Louis ıhlamurları birbirine karıştı. Bir ıhlamur ağacının öğrettiklerini diğeri olumluyordu sanki. İstanbul’da mayıs sonu haziran başlarında keskin kokusunu duyduğum ıhlamur, yeryüzünün bu yanında ağustos aylarında salıyordu kokusunu ve kudretini. Ağaçtan aldığım güç ve bilgelikle bir “flaneuse”[4] olarak yerleşmenin gizini arıyor ve aralıyordum. Dizelerin, mekânın, sokağın kendi kendilerini örgütleyen anlamlarına, eyleyiciliklerine kendimi açıyordum. Tıpkı Deleuze ve Guattari’nin göçebe bilim imkânlarını anlatırken kullandıkları kayık metaforu gibi ben de bir kayık alıp veya bir kayık olup, parçası olmak istediğim şehrin, sokakların, adalet arayışının akışına bırakıyordum kendimi ve öyle okuyordum Angelou’nun dizlerini: “Tarihin utanç kulübelerinin üstünden yükseliyorum / Acıya kök salmış geçmişin içinden yükseliyorum / Siyah bir okyanusum ben, kabarıyorum...” 

 

Angelou, acıya kök salan geçmişin yükünden yükselirken kendisini olağanca gücüyle esneten, nereye kadar yükselebiliyorsa oraya yükselen aktif bir kuvvet olarak karşılar bizi. Aynı zamanda bu dizeleriyle kadın-oluşu, siyahi kadın-oluşu tüm oluşların başlangıcı olarak alır belki de. Burada Deleuze’e geri gelirsek eğer, ona göre kadın-oluş genel anlamda dişiye değil, azınlığa gönderme yapar. Cinselliğin ikili düzenini yersiz yurtsuzlaştırmak için kadın ile erkek mutlaka kadın-oluşu tecrübe etmelidir (69-71). Böylelikle erkek/kadın, doğa/kültür, özne/nesne gibi düalitelere dayanmayan Deleuzyen felsefede kadın-oluş ötekiliğin başlıca figürü olarak fallik kimliğin yerle yeksan edilmesine imkân sağlar. Angelou’nun siyah köpüklerinde kabaran okyanusu Deleuzyen anlamda hegemonik ses karşısında ikili ayrımları reddeden bir akıştır, çokludur ve birbiriyle bağlantılıdır. Angelou’nun evinden bu düşüncelerle ayrılırken onun kabaran siyah okyanusunu da bizzat görebiliyordum. Zira giderek kabaran siyah bir çığlık yürüdüğüm sokakları kaplıyordu. İnsanlar yürüyor, erk merkezlerinden uzaklaşan kaçış çizgilerini yaratıyor, yapılandırılmış ırkçı sisteme ve düşünceye itirazını olağanca gücüyle dile getiriyorlardı. Kaçış çizgileri, hiçbir zaman, dünyadan kaçmakla oluşmaz der Deleuze ve Guattari. Ve kaçış çizgileri hakkında şöyle derler“[…] tıpkı bir boruda delik açtığınızda olduğu gibi, sızıntılar yarattığınızda oluşur; bütün toplumsal sistemler, kaçış çizgilerini tıkamak için parçalarını ne kadar sağlamlaştırsalar da her yanlarından sızdırırlar” (204). St. Louis de her yanından sızdırıyordu. Kafesteki kuşlar nicedir özlenenleri şakıyordu kaçış çizgilerinde. Sokaklardan, parklardan, kafelerden, kitapçılardan, meydanlardan, kampüslerden, uzak tepelerden özgürlük şakıyordu. Şehir Angelou’nun dizeleriyle, adalet feryadıyla, yürümenin aklı, ruhu ve bedenini ontolojik yatay düzlemde birleştirmesiyle bana yerleşmeye başlıyordu. Şehir tarihsel, kültürel, toplumsal, bireysel ve ekolojik bağların dolaşıklığında artık ayaklarımın, gözlerimin, ellerimin, kulaklarımın ve bütün öteki duyularımın içindeydi.

 

Yürüyerek Köklenmek, Köklenerek Yürümek

 

Ekoloji ve feminizm yoldaşlığında zihin, kalp açıcı metinlerin yazarı Rebecca Solnit’in dile getirdiği gibi yürümek “kentin özelleştirilmiş küçük bir parçasında” (256) değil tamamında yaşayarak çoğalır ve tanıklığını çoğullaştırır. Felsefeci Frédéric Gros da yürürken nasıl birikip çoğaldığımıza dair şunları söyler: “Ve son olarak, yürürken hiçbir zaman yalnız değilizdir çünkü yürüdüğümüzde çok geçmeden iki kişi oluruz, özellikle de uzun süre yürüdükten sonra. Demek istediğim, tek başımıza da olsak, bedenimizle ruhumuz arasında bir diyalog vardır her zaman” (56). Böylelikle sözde edilgen bedenle hareket halinde ve görüp hisseden, yaşayan beden arasındaki makasın kapandığını tecrübe ederiz. Bedenin ve dünyanın birbiriyle konuşmaya başladığı o biricik anda zamanın ve mekânın değişen ve değiştiren gücünü tadarız. Solnit yürümenin sadece romantik, simgesel ve gitmek gibi anlamları aştığını tartışarak şunları dile getirir: “İdeal olarak yürüme zihnin, bedenin ve dünyanın, sanki nihayet birbiriyle konuşmaya başlamış üç kişi ya da aniden bir melodi oluşturan üç nota benzeri bir uyum içinde bulunduğu bir durumdur. Yürüme sayesinde bedenimizde ve dünyada var oluruz ancak onlar tarafından meşgul edilmeyiz. Bütünüyle düşüncelerimiz içinde kaybolmadan düşünmemiz mümkün olur” (6). Solnit’in izinden gidersek eğer, yürüme özgürlük tahayyülleri, sürprizlerle karşılaşma ve zihin açmayla çok yakından ilişkilidir. Aynı zamanda yürüme eyleminde ortaya çıkan yan yollar, sapaklar, duraklar, duraksamalar bedenden kopan günlük yaşam içinde bir yerlerde gizli kalmış, sessizleştirilmiş ve ötekileştirilmiş nice hikâyeyi ulaştırır bize. Bu yanıyla yürüyüş sadece bir tema değil, politik bir söylem olarak da karşımıza çıkar.  Bizi sokaklara, seslere, kokulara, başka var oluşlara, kadın-oluşlara, yeryüzü-oluşlara, ötelenmiş haklara açar, onlarla dans ettirir. Tıpkı Ayhan Geçgin’in metinlerindeki, Uzun Yürüyüş’teki gibi, bir kabuk biçiminde sınırlandığımız gövdelerden çıkmak için gövdeyi yeryüzüne açmaya bir davettir yürüyüş. James Joyce’un Ulysses’inde, Virginia Woolf’un Mrs.Dalloway’indeSevgi Soysal’ın Tante Rosa’sında ve Yürümek romanındaki karakterlerin bize önerdikleri dönüştürücü eylemdir. Onlar zihinlerindeki düşünce ve anı yumaklarını, şimdi’nin geçmişe, geçmişin şimdiye çağrılmasını en çok yürüdükleri sırada görünür kılarlar. İçinde yaşadıkları çağlardaki bireysel ve toplumsal kırılmalara tanıklıklarını yürürken gerçekleştirirler. En güzelini yol ve yürüyüş öğretir der mesela Gülten Akın. Akın’ın bu deyişini doğrularcasına yürümek öğretiyor bana da. Yürürken mekânlar kendi istençleriyle kökleniyor içimde; çoğalıyorlar, çatallaşarak yeniden oluşuyorlar. Yaşamlarınadalet çağrılarının, direnişlerin arasından bir şehre süzülmenin ve bir şehrin, St. Louis’in, bütün iradesi ve arzusuyla bana yerleşmesine, bu yerleşmeyi teslim etmeme dair kısa bir denemedir bu yazı. Şehir bana yerleşirken Angelou’nun dizleri de yanımda, arkamda, sağımda, solumda nefes alıp veriyordu:

 

“Sözlerinizle bizi vurabilirsiniz/Gözlerinizle bizi kesebilirsiniz/Nefret dolu var oluşunuzla bizi öldürebilirsiniz/Lakin, hava gibi, yükseliriz biz hâlâ.”

 

Kaynakça

Angelou, MayaI Know Why the Caged Bird Sings. New York: Ballantine Books, 2009.

————. And Still I Rise. London: Little, Brown Book Group, 1986.

————. Kafesteki Kuş Neden Şakır, Bilirim. Çeviren Sinem Er, İstanbul: Everest Yayınları, 2014.

Benjamin, Walter. Pasajlar. Çeviren Ahmet Cemal, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016.

Deleuze, Gilles and Félix Guattari. A Thousand Plateaus: Capitalism and Schizophrenia. Translated by Brian Massumi, Minneapolis: University of Minnesota Press, 1987.

————. Kafka, minör bir edebiyat için. Çeviren Özgür Uçkan ve Işık Ergüden, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2000.

Elkin, Laura. Flanöz: Şehirde Yürüyen Kadınlar Paris, New York, Tokyo, Viyana ve Londra. Çeviren Doğacan Dilcun Doğan, İstanbul: Nebula Kitap, 2018.

Fanon, Frantz. Siyah Deri Beyaz Maskeler. Çeviren Orçun Türkay, İstanbul: Metis Yayınları, 2020.

Gros, Frédéric. Yürümenin Felsefesi. Çev. Albina Ulutaşlı, İstanbul: Kolektif Kitap, 2008.

Murathan, Mungan. Hamamname. İstanbul: Metis Yayınları, 2020.

Solnit, Rebecca. Yol Aşkı: Yürümenin Tarihi. Çev. Elvan Kıvılcım, İstanbul: Encore Yayınları, 2016.



[1] Dünyanın dördüncü uzun nehri olan Mississippi kıyısına 1764 Gilbert Antoine de St. Maxent, Pierre Laclède ve Auguste Chouteau adlı kürk tüccarları tarafından kurulan St. Louis, Yedi Yıl Savaşları süresince Fransa hakimiyetinde kalır. 1803’teki Louisiana satın alımı (Louisiana Purchase), başka deyişle Mississippi havzasının batısındaki toprakların Amerika Birleşik Devletleri tarafından Fransa’dan satın alınması, ile bölge Amerika’nın olur. Zamanında Batı’ya açılan kapı olarak adlandırılır. İlk kurulduğunda liman özelliğinden dolayı Amerika Birleşik önde gelen şehirleri arasındadır. Gateway Kemeri Mississippi nehrinin üzerindedir ve tam buranın yirmi dokuzkilometre kuzeyindeyse Kayalık Dağları’na doğru akan Missouri nehri vardır. Bu iki nehrin kesiştiği noktada St. Louis çoğunluğu siyahi nüfusuyla işçi hareketleri, siyahi işçi isyanları, sivil haklar hareketi, siyahi feminist özgürlük mücadelesi ve günümüzde siyahi yaşamlar değerlidir hareketlerinin en önemli merkezlerinden biri haline gelir.

[2] “Siyahi Yaşamlar Değerlidir” ilkin üç siyahi kadın, Alicia Garza, Patrisse Cullors ve Opal Tometi tarafından siyahilerin öldürülmesine itirazlarını dile getirmek için sosyal medya platformu ve bilhassa facebook hesaplarında kullanılmıştır. 2014 yılının temmuz ayında New York’ta Eric Garner’ın öldürülmesi, ardından Ferguson’da Michael Brown’un öldürülmesi bu hareketin yayılmasını ve adalet taleplerini hızlandırmıştır. “Siyahi Yaşamlar Değerlidir” hareketi 2014’ten bugüne değin artık sadece Amerika kıtasında değil dünyanın hemen hemen her yerinde giderek artan eşitsizlik ve adaletsizlik mücadelesi için sesini yükseltiyor ve Walter Scott, Freddie Gray, Meagan Hockaday, Philandro Castile, Grechario Mack, Kenneth Ross Jr., Isaiah Lewis ve George Floyd gibi siyahi isimler için adalet talebini yineliyor.

[3] Angelou’nun yaşamöyküsünün ardından yazdığı ciltleri şunları içerir: Benim Adımda Toplan (1974), Singin’ and Swingin’ ve Gettin’ Merry Like Christmas (1976), Bir Kadının Kalbi (bin dokuz yüz Seksen bir), Tanrı’nın Tüm Çocuklarının Seyahat Ayakkabılarına İhtiyacı Vardır(1986), Cennete Bir Şarkı Fırlattı (2002), Annem ve Ben (2013).

 

 

[4] Flanör (flâneur) figürü Walter Benjamin’in Pasajlar’ında çok önemli bir yere sahiptir. On dokuzuncu yüzyıl

başkenti Paris üzerinden bu alandaki çalışmalarına başlayan, daha sonra yapıtını Baudelaire üzerine kaleme aldığı incelemelerle geliştiren Benjamin, Pasajlar’da Paris pasajlardaki dükkânları ve pasajı seyreden, pasajlar boyu gezinen bir aylak tipin de görünürlüğünü imkânlı kılar. Benjamin pasajların gezinmeyi önemli kılan yönüne değinir. Charles Baudelaire aracılığıyla ele aldığı flanör, bu dünyada kendisini evinde hisseder, can sıkıntısına derman bulur ve sokak, flâneur’ün meskeni haline gelir. Flanörü elbette modernizm ile düşünmek ve bu figürü Benjamin’in de deyimiyle modern zamanın gezgini/dervişi olarak görmek gereklidir. Bu bağlamda flanör, yolda bir yere ulaşma amacı olmaksızın, sadece yolda olmayı, yolu duymayı, yolu bütün hazzıyla tecrübe etmeyi ve bu sürede kendi iç yolculuğuna kulak vermeyi önceler. Okuru George Sand, Virginia Woolf, Jean Rhys, Agnès Varda, Sophie Calle, Martha Gellhorn ve Joan Didion gibi “flanözlerin” ayak izlerini takip ederek yürümeye davet eden Lauren Elkin’in Flanöz: Şehirde Yürüyen Kadınlar Paris, New York, Tokyo, Viyana ve Londra adlı önemli eserini de buraya not düşmek aydınlatıcıdır.

 

Cin Ayşe 17, yerleşmek

Hiç yorum yok: