7 Şubat 2008

DİLİN MUHAFIZI



DİLİN MUHAFIZI
Hélène Cixous ile bir söyleşi (Mart 1996)
Kathleen O'Grady Trinity College, University of Cambridge

70’lerde, kurmaca ve kuramsal alanında, Derrida’dan ilham alan écriture féminin’i kurdunuz. Catherine Clément ile birlikte yazdığınız The Newly Born Woman ve tek başınıza kaleme aldığınız "The Laugh of the Medusa" (Le Rire de la Medusa- İngilizce’ye çevrildiği tarih 1976) gibi metinleriniz, kadınlığın libidinal ekonomisine dayalı bir edebiyat kuramı geliştiriyor ve aynı zamanda biseksüelliği tekrar gözden geçirme çağrısı yapıyor. Bir sonraki "Extreme Fidelity"de (1988) ise kültür alanının içine cinsel farklılığı yerleştirince bu kavram daha belirli ve daha etkili olmayı sürdürüyor. Bu kuram sizin felsefi-şiirsel metinlerinizi hangi açıdan besliyor? Estetik boyutlarının yanı sıra, etik ve politik bir çerçeve sağlıyor mu?

Benim için, ilham söz konusu olunca, önce kuram gelmiyor, kendini dikte ettirmiyor. Kuramdan beslenmem, kökeninde felsefi şiir olarak yazdığım metnin bir sonucu; bir yanıyla uzlaşmanın ya da acil ihtiyacın sonucu. Ne zaman “kuramsal” addedilen bir metin yazsam- kuramsal kelimesini tırnak içine alıyorum çünkü gerçekte benim kuramsal metinlerim şiirsel bir ritimle kayıp gider - güncel kültürel olaylardaki gergin anlara karşılık vermek için yazarım. Çevremdeki söylemler -mesela akademik, magazinsel ya da politik- beni her şeyi gözden geçirmeye, yolculuğumu durdurup vurgulamak için vakit ayırmaya, benim için şiirsel hareketten bağımsız olmayan düşünsel hareketi didaktik bir biçimde ortaya koymaya, bunları yaparken de gündelik yaşamda bastırılmış, yanlış anlaşılmış ve unutulmuş olanı ortaya koymaya çağırır. Yani gerçekte çalışmalarımda “kuramsal” olarak addedilen şey, aslında basitçe kurmaca metinlerimde uzun zamandır okunmayı mümkün kılan şey, yani yazdıklarımın altını geniş bir şekilde çizebileceğim bir duraklamadır harekette. Şiirsel metinlerimi hiçbir zaman kuram beslememiştir. Hatta zaman zaman bir banka ya da bir kafeye oturan da benim şiirsel metnim -bu arada şu an yapmakta olduğum şey de bu- ses terimleriyle izah edersem tek anlamlı olarak duyulmak. Başka bir deyişle, benim için son çare diyebilirim. Yani sorunuzun cevabı hayır, bana fazladan bir etik-felsefi yapı sağlamıyor kuram; bu bir şairin pedagojik sorumluluk üstlenirkenki imtiyazlı durumu.

Yazdıklarınızın çoğunda Colette, Duras, Genet, Joyce ve Shakespeare’in yazdıklarını övüyor olsanız da, sizin kurmaca metinlerinize nüfuz edenin Clarice Lispector’in sesi olduğu görünüyor. "To Live the Orange" (1979), "Extreme Fidelity" (1988), "Reading With Clarice Lispector" (1990) ve "Three Steps on the Ladder of Writing" (1993) Lispector’ın metinleriyle fahri bir özdeşleşme ve alışveriş teşkil ediyor. Onun sözleri yazınınıza işleyen mitsel niteliği nasıl harekete geçiriyor? Lispector bir şekilde kurmacalarınızda çok algılanabilir olan tanrısallığa aralıksız dönüşü mü harekete geçiriyor?
Öncelikle, bu doğru. Clarice Lispector referanslarım arasında çok ayrıcalıklı bir yere sahip, hatta benim için biricik. Onu kimseyle karşılaştıramam, çağdaşlarımız arasında hiç kimseyle. Biricik ve ayrıcalıklı bir yere sahip olan bir başka kişi ise Jacques Derrida. Biraz basitçe söyleyeceğim ama her ikisi de benim yazabilmem için ideal bir alan oluşturuyor. Derrida cinsel farklılığı hesaba katan, dişilliğe de muktedir belirli bir eril alanı temsil ediyor, Lispector ise tam tersi olarak erili içerebilen dişil bir alanı. Onunla kurduğum ilişkiye gelirsek; onu 1977’de okumaya başladım ve ancak iki yıl sonra gerçekten metinlerini anlayabilmeye ve karşılık verebilmeye başladım, yani onun düşüncesini gerçekten anlayabilmem için iki sene üzerine çalışmam gerekti. Ben yayımlanmaya 1967’de başladım, 1977’ye geldiğimizde 12 ya da 13 kurmaca yazmıştım bile ve aynı zamanda 4 ya da 5 cilt kuramsal deneme. Bunların arasında referans noktaları olan The Newly Born Woman, Prénoms de personne ve birkaç oyun var, Clarice Lispector’la karşılaşana kadar yapmış olduklarım. Onu bir yoldaş ve çağdaş bir kadın olarak tanımış olmayı iyi bir kısmet sayıyorum, onun gibi politik, şiirsel ve edebi deneyimi olan biriyle. Metinlerimdeki sizin deyiminizle “mitsel niteliğin” varlığı, başka bir deyişle Tanrı’yı imleyen yazı sistemi, benim için en temel üretkenlik kaynağı. Hatta daha ilk zamanlardan bu yana, ilk toplu kısa öykülerimde de böyleydi, kitabın adı Prénoms de Dieu (Tanrı’nın İlkisimleri). Ben her zaman oynadım Tanrıyla. Bana göre, bir gösteren olark Tanrı, her zaman söylediğim gibi, bizi aşan şeyle, geleceğe ve sonsuzluğa yansıttığımızla eşanlamlı. Dinsel anlamda ateist, yazınsal anlamda deist olduğumu da açıkça belirtmeliyim, metinlerinde Tanrının ismine başvuran her yazar gibi. Son tahlilde, Tanrının yardımı olmadan yazılamayacağını düşünüyorum, ama Tanrı burada ne? Yazının yardımı olmadan yani yazı olarak Tanrı.
Dünyaca tanınan bir romancı ve kuramcı olmanızın yanı sıra, başarılı da bir oyun yazarısınız. "The Terrible But Unfinished Story of Norodom Sihanouk King of Cambodia" (1985) ve "Indiada or the India of Their Dreams" (1987) Fransa’da çok yoğun bir seyirci kitlesi tarafından izlendi. Oyunlarınız yazınınızda görülebilir bir iç gözlemci şiir vurgusundan tarihsel karakter ve olayların incelenmesine doğru bir kayışı işaret ediyor. “Suç Mekânı, Affetmenin Mekânı”(1987) isimli denemenizde bu kaymanın etik olduğunu belirtiyorsunuz. Teatral performans nesrin başaramadığı öznel olan neyi başarır? Bu hangi yönüyle daha önceki kavramlarınızın etkisini artırdı?

Kurmaca ile tiyatro arasında o kadar kesin bir kayma yok. Bir tür angajman gibi, yazmanın sorumluluğunun düzeni gibi bir şey. Kurmacanın sağlayamayıp da tiyatronun sağladığı en önemli şey, seyirciyle doğrudan temas kurmayı sağlaması ve etik-politik mesajın seyirciye daha yoğun olarak geçebilmesi. Tiyatro ve kurmaca metin arasındaki sorumlulukla ilgili en belirgin fark, doğrudanlık. Bu sahneye koymanın yani mizansenin etkisi. Bazı gerçekleri söylemeliyim, l'Observateur’ın bir sayısında Jacques Derrida ile yapılmış uzun bir söyleşinin başlığı “Evet, benim metinlerim politik” idi. Bu çok bariz cümleyi gazetecilik yaklaşımı yüzünden tekrarlamak zorunda kalmıştı. Zaten onun felsefi yazınının her zaman politik etkileri var - işte aynı durum benim için de geçerli. Belirli bir izleyici kitlesi “politik” terimini, çok rahatlıkla gazeteler ve tarih kitaplarının atıfta bulunduğu tarihsel-politik olaylarla ve söylemlerle sınırlandırıyor gibi. Bu aslında politik olana değer vermemekle ilgili. Bunu söylemeye biraz utanıyorum ama, politika sahnesi medyanın bildirdiği olaylardan kaynaklanmıyor. Politik olan kendi üzerine söz söyleyen öznenin söylemiyle başlıyor. Bütün o politik sahneyi belirleyen iktidar, baskı, ezme, kölelik ve sömürü ilişkileri ilk önce içimizde başlıyor, en önce aile içinde ve sonra kendi içimizde. Tiranlar, despotlar, diktatörler ve kapitalizm gibi politik alanın bize görünür olan formları başkasına karşı olmanın görünür, teatral ve fotoğraflanabilir yansımaları. Bence İngilizceye “ withagainst”* edatı eklenmeli. Bu kelimenin Fransızca’daki karşılığı “contre”. Bunun tersini düşünebileni hayal bile edemiyorum. Ben kurmaca metinler yazarken, öznenin ya da bir insan öznesinin tanımına değiniyorum. Aileyi, sürgünün sorularını şiirsel bir anlatımla sahneye koymak gibi sorunsallarla uğraşıyorum. İlk yazdığım anlatı olan Dedans’ta dolaylı olarak 40’lar ve 60’lar arasındaki Cezayir’in bilinç ya da bilinçaltı durumunun etik-politik tezini yazmaya çalıştım. Belki bu şekilde okunmayacaktır ama, anlatılmak istenen gerçekte bu. Kitapta sürekli akan bir politik tepki ve angajman var. Shakspeare veya Kafka’nın karakterlerini çizme biçimleriyle aynı paralelde bir durum bu, boyutları aynı. Mesela, kimse insan yazgısını politik olmayan içsel ve politik olan dışsal diye ikiye ayıramaz. Yunan tragedyaları söz konusu değilse pek bir anlam gelmez tüm bunlar. Özne olarak insan bir vatandaş yazgısına da sahiptir, bu ikisi birbirinden ayrılamaz. Bu noktada yazdığım her kurmaca metnin dünya tarihinden tınılar taşıdığını söylemeliyim. Ben politik doğdum, bir bakıma şiir yazmaya başlamam da politik trajediye bir tepki olarak başladı. Daha önce de söylediğim gibi, sadece temsil sorusu ya da etik-politik bir sorunsalın yazılması değil, bir de eylem sorusu var. Sanırım burada da eylem diye adlandırılan savaş alanında, politika alanında, daha açıkça söyleyecek olursam Parlamento’da görünür olma olarak düşünülecektir. Bunu söylemekten rahatsızlık duyuyor olsam da söyleyeceğim; edebi eylemlerin dönüştürme, politik yaptırım ve devrimsel gücü olduğunu ve sıkıntı çekmiş olanın bunu inkâr edemeyeceğini de söylemeliyim. Ölüm tehdidi alan, katliamlardan kurtulan Cezayirli sürgünler ve Cezayirli entelektüeller bunun kanıtı: öldürülenler ve kırıma ilk uğrayanlar yazma eylemi içinde olanlardı. Bir başka kanıtı ise, onların arasında metinler arası ilişkiyi ve insanlarla iletişimi önemseyen bir sürü arkadaşımın olması. Nihayet Fransa’da kamuoyu ile edebi metin veya yazarı arasındaki ilişkiyi önemseyen bir gelenek var. Şairler, romancılar, felsefeciler yazma edimini politik bir edim olarak düşüne gelmişler ve bu şekilde ortaya koymuşlar. Zola’nın sanatının başından kalkıp Dreysuf için mücadeleye gitmesi bir adımlıktı. Ben bu minvalde yaptıklarımı burada sıralamayacağım ama var. Ve eklemem gereken bir şeyler daha var; tamamen yazmaya ayrılmış oldukça belirgin bu tavır içinde her zaman söylediğim gibi, şimdi de söylüyorum, bilinçli yazarlar muhafızdırlar, sadece res publica’nın** değil, -bu onların işinin sadece bir yönü- aynı zamanda bunların ötesinde, kullandıkları dilin zenginliği, özgürlüğü, tuhaflığı ve yabancılığı anlamında da dilin muhafızlarıdır. Dil olageleni sahneleyen bir ülke; örnek vermem gerekirse şu anda Fransa’da sınırların açılması veya kapanması konusu dilsel ve şiirsel şekilde sonuna kadar oynanıyor. Dilin sınırlarını Fransız milliyetçiliği ve vatandaşlığı üzerinden kuran ve her ne pahasına olursa olsun bu sınırı sonuna kadar savunan “iyi” ve düzgün Fransızca yazma biçimleri mevcut. Bunun tam tersine, Fransızca grameri bozan ya da gramersizleştiren, söz diziminin açık, esnetilebilir, toleranslı olduğu akıllı bir dille yazılan, kendi bedeninde başkalarından sesler taşıyabilme kapasitesine sahip olan yazma şekilleri de mevcut. Ve tabii Fransız şiirinin devrimci geleneği -bu anlamda kendimi Rimbaud gibi birinin soyundan sayıyorum- sınırın ihlali, dilin kendini açışı ve hepsinin ötesinde gösteren üzerinde çalışma ve tabii ki gerekli politik yaklaşımı getiriyor. Akademilerde ve medyada “iyi Fransızca” gücü eline geçirebilir ama bu durumda düşünce özgürlüğünün kalmayacağını hayal etmek o kadar da zor değil.

1974’te Paris VIII Üniversitesi’nde Centre d'Études Féminines’ı kurdunuz. Son zamanlarda hükümet Paris’teki tek akademik kadın çalışmaları doktora programı ve kaynak merkezi olan merkezinizi kapatmakla tehdit etti. 70’lerde bu programın açılıp da 90’lara gelindiğinde bu tehditkâr ölüme neden olan olaylar neler?

Centre d'Études Féminines’in yaratılmasının iki sebebi vardı 1974’te. En asli olanı İngiliz edebiyatı profesörü olmam, çünkü akademik –ki, akademik tanımı gereği ulusal imaları olan bir kavram- olduğumdan bu yana, içeriden kuşatılmış hissediyordum kendimi. Bana göre, sınırlarla kuşatılmış edebiyat, edebiyat olamaz. Bu ilk şey. Edebiyat ulusaşırı bir ülke. Okuduğumuz bütün yazarlar her zaman öteki dünyanın vatandaşları oldu; sınır geçenler ve yasadışılar. Ve bu yazarlar hep kendi dillerini yabancılaştırdılar. İkinci sebep olarak ise edebiyatın- tüm diğer söylemlerde olduğu gibi- çoğunlukta eril olması. Ve ben de böylece tutkuyla sınırlı bir edebiyat alanı olan İngilizce ve eril edebiyat üzerine ders veriyordum. Bir mahrumiyet olmadığı durumda bunu yaptığım için çok mutluyum. Yani tek cinsiyetli ve dilli olan her şeyin kuşatmasından çıkmaya, kurtulmaya çalışıyordum ve bunun için de üniversitenin kendi doktora yapısını yeniden örgütleyerek, Fransızca araştırma yapama ihtiyacını karşılamaya yönelik Fransa’da ilk defa Kadın Çalışmaları doktora programı için teklif götürdük. 1974’te teklif kabul edildi. Bu doktora programı felsefe ile edebiyatın arasındaki, diller arasındaki bölmeleri yıkan ve öte yandan kesin bir şekilde edebiyat olmayan söylemlere de yer açmasından dolayı -tarihi bir ses, sosyolojik bir ses, psikanalitik bir ses duyabiliyordunuz ki, bu da bana en sevgili temam olan cinsiyet farklılığı konusunu açabilmemi sağlamış oldu- disiplinlerarası ve tabii ki kültürlerarası, dilbilimlerarası, vb. bir programdı. Çok hızlı bir şekilde yine Fransa’da hiç olmayan genel bir tema olan cinsiyet farklılığının poetikası üzerine çalışmaya başladım. Tam da bu yüzden programın üzerinde baskı vardı ve tehditler alıyorduk, çok yakın bir zamanda yine tehdit aldık, Fransa’daki araştırma birimi yetkilileri Balladur hükümetinden kalma olduğu için erkek çalışması yokken bize neden kadın çalışmalarına ihtiyaç duyduğumuzu sordular, yani her şey bu kadar basitti onlar için. Bu Fransa’nın ideolojik geriliğine işaret ediyor. Fransa Avrupa içinde kadınların sorunlarıyla ilgilenme, eşitliğin gelişmesi ve toplumda kadınların tabulu konularında Yunanistan’ın yanında 15. sırada yerini alıyor.

Ve son olarak, Iris Murdoch’un bir ara yazdığı gibi: “bir filozofa en çok neden korktuğunu sormak anlamlıdır”. Şimdi de ben size sormak istiyorum, en büyük korkunuz nedir? Ve bunu sorarken sizin kendi sorunuz olan "Que sont-je quand je songe?"ın konuşulmamış yüzünü size sunup sunmadığımı merak da ediyorum.
Korkmaktan öylesine korkuyorum ki bu yüzden de korkmuyorum diyebilirim. Gerçekten, haşinliğin ve tevazunun alanında kalarak cevap verecek olsam, her insan gibi ben de sevdiklerimin öldüğünü görmekten korkuyorum. Ama bunun büyük bir korku olduğunu düşünmüyorum çünkü bu insan olmanın şartı ve canlı bir şey. O kadar. Bu bir korku değil. Yaşıyorsak bir başkasının ölümünden korku duymadan yaşayamayız, eğer canlıysam sevdiğim birinin öldürülmesi ya da acı çekmesini yaratacağı dehşet düşüncesiyle anlaşma yapmışım demektir. Ama bunun adına korku denir mi bilmem. Gerisiyse benim için sadece öfke, toplum ve bireyler üzerinde baskı kuran ihanetin ruhuna öfkeliyim.
*withagainst: with:ile, against:karşı
**res publica: kamunun malı
http://bailiwick.lib.uiowa.edu/wstudies/cixous/index.html’den alınmıştır.
ingilizce’den çeviren: anita sezgener