23 Mayıs 2022

YENİ!!! LAL HİTAY. YAKINLIK (1.TEFRİKA)

👆 

Visual Diary[1] “Intimacy” 

< The Moss Sister by Inga Markstrom – collage

>M. Jitnesh Pai/Linchen Huntsman Spider – photography 

 

 YAKINLIK

                                           Han Kang’a

 

Kızkardeşler birbirine düşkün olur. Ayça, Ayla’yla olan ilişkisini bu düşkünlük üzerinden tanımlardı. Aralarının bir buçuk yaş olması, daha mı yakın olmalarına sebep oldu yoksa daha mı uzaklaşmalarına bunu cevaplayabilir miydi, işte bundan hiç emin değildi. Annelerinin onları benzer şekilde giydirmesinin üşengeçlik ve tembellik mi yoksa adalet duygusu ve hak geçmemesi arzusu yüzünden mi olduğunu hiçbir zaman cevaplayamayacağı gibi. 

Ayça yedi, Ayla beş buçuk yaşlarındayken annelerinin ciğerlerinin kötülemesiyle, yeşilliğin nispeten bol olduğu şehrin biraz dışında küçük bir beldeye taşındılar. Babasının işe geliş-gidişlerinin süresi uzamıştı ancak akla yatkın başka ihtimal de yoktu. Oturdukları binaya yakın geniş sayılabilecek dağınık birkaç tane çayırlık vardı. Onların boyutları düşünüldüğünde bu çayırlıklar göz alabildiğine uzanan yeşilliklerdi. Bu yeşillikleri yer yer öbeklenmiş kayalıklar bölerdi. Ağaçlar tek tüktü ve birkaç tanesi hariç hepsi cılız ve bodur yapıdaydı. Havalar nemli değildi ancak yine de ağaçların ve kayaların gövdeleri kuzeye baktığınca yosunla kaplıydı. Çocukluklarını geçirdikleri bu yerde yeşil rengi hem alan açarak hem istila eden bir şekilde her şeye baskındı denebilir. Taşındıkları bu yerin durağanlığına inat bir hareketliği vardı Ayça ve Ayla’nın. Bu çayırlıklar onlar için adeta bir cennet işlevi görürdü. Cılız ağaçlar tırmanmaya elverişli olmadığı ve cılız olmayanlar da yıldırıcı bir heybete sahip olduklarından oyun oynamak için kayalıkları tercih ederlerdi. En başlarda kayalıkların etrafında koşup birbirlerini kovalar, ebeler ve yakalarlardı. Daha sonraları kayalıkları tercih eden başka canlılar dikkatlerini çekti. Kayalıkları kendilerine siper alıp, yarı yarıya saklanarak orayı ziyaret eden örümcekleri, kertenkeleleri, çekirgeleri izleyip onlardan hem korkup hem onları korkutarak oyalandılar. Bir süre hayvanlarla içli dışlı vakit geçirip zarar görmemeleri korkularını yenmelerine yardımcı olup, cesaret bulmalarına sebebiyet verdiğinden olsa gerek kız kardeşlere bu hayvanları yakalama isteği hasıl oldu.  

Örümcekleri, kertenkele ve çekirgeleri yakalama isteğinin hasıl olması bir bayram öncesine, ikisine de bir çift siyah rugan kösele ayakkabı alındığı zamana denk geldi. Ayakkabıların kösele tabanı, yürürken kaymamaları için babaları tarafından bir anahtar yardımıyla itina bir şekilde çizildi. Yine de köselenin hiçbir zaman tam anlamı ile yatışmayan yosunsu bir kayganlığı vardır. Her ikisi de bu yeni ayakkabıları çok sevmişti. Ancak Ayla ayakkabıları hiç çıkarmak istemiyor, ayakkabıları çıkarmamak için ağlayıp sızlayıp, yerlerde dövünüyordu. Anneleri bütün bu gürültülü çırpınmalara soğukkanlılıkla göğüs gererek ayakkabıları Ayla’nın ayağından zorla çıkarıp saklıyordu. Ayakkabıları Ayla’nın istediği gibi her zaman giyememelerine rağmen ayakkabıların kutuları onlar için vazgeçilmez oldu ve buna da anne ve babalarından bir itiraz gelmedi. Bu kutulara küçük küçük delikler açıp kapağı ile birlikte kurdukları düzenek yardımıyla örümcek, kertenkele ve çekirge yakalama girişimleri ayakkabıları her daim giyilmesine izin verilmemesinin Ayla’da yarattığı mutsuzluğa teselli olmuş gibiydi. Her denemelerinde başarıya ulaşmasalar bile birkaç kez hayvanları yakalamışlıkları oldu. Örümcek, kertenkele, çekirge peşine düşmüşlerken kayalıkların etrafındaki düzleşmiş yeşilliklerde soluklanan serçeler dikkatlerini çekti. Ayla’nın ayakkabıları kaçak olarak giyip tam kapıdan çıkacakken annesine yakalanıp yine ağlaya sızlaya ayakkabıların ayağından zorla çıkarıldığı bir gün bir iki avuç ekmek kırıntısını mutfaktan alıp ceplerine koyup, kayalıklara yöneldiler. Bir dalla serçenin gireceğinden biraz daha yükseğe sabitledikleri kutunun tabanına bu kırıntıları koyup beklediler. Serçe ekmek kırıntılarını izleyip tuzağa çekildiğinden kutuyu sabitledikleri dalı çekerek serçenin üzerine kapadılar. Serçe şimdi kutudaydı. Yan yana bağdaş kurup kutuyu öncelerine alıp bir süre beklediler. Sonra kutunun kapağını yavaşça kaldırarak aralayıp içine baktılar. Serçe kutunun içinde büzüşmüştü, olduğundan da küçük görünüyordu. Ayla, serçeyi eline aldı. Onu iki eliyle sıkı sıkı tutuyordu. Ayça serçeyi sıkmamasını ve kuşu bırakmasını söylediğinde oralı olmayıp sıkmaya devam etti. Serçeyi kanadından tutarak ayağa kalktı ve koşmaya başladı. Ayça da Ayla’nın peşinde koştu. Ayla kanadından tuttuğu kuşu sallaya sallaya gittikçe hızlanarak koştu. Soluğu kesilene kadar hızlanarak koşmaya devam etti. Nefesi tamamen kesilecek gibi olduğunda durdu. Ayla durunca birkaç adım gerisinde Ayça da durdu. Soluk soluğaydılar. Ayla kanadından tuttuğu kuşu bıraktı. Kuş bir taş gibi yere düştü. Tüyleri avuç içinde tutulduğu zaman Ayla’nın teriyle ıslandığından olsa gerek yosun gibi donuk ve kaygandı. Ayça arkasını dönüp eve doğru ağlayarak yürümeye başladı. Ağladı ve yürüdü. Ayla bir süre sonra Ayça’nın ardından hareketlendi. Sakinleşmiş hissediyordu.

         O günden sonra oynamak için aynı yere gitseler de hayvanlara ilişmediler, ayakkabı kutularını ayakkabıları saklama işlevine bıraktılar. Yine gülerek, itişip kakışarak, nefesleri tıkanana, yüzleri al al olana kadar birbirlerini kovalayıp, kaçma, yakalama ve ebeleme oyununa geri döndüler. Ayla’nın ayakkabı hevesinin geçtiğini sandığı için annelerinin onlar üzerinde evden çıkarken uyguladığı istibdattın hafiflediği bir gün, Ayla bunu fırsat bilerek Ayça’nın tüm itirazlarına rağmen rugan ayakkabıları giyerek kapıdan hızlıca dışarı sıvıştı. Koşarak hep oynadıkları kayalıklara seyir etti. Ayça da arkasından onu takip etti. Ayla nispeten daha alçak olan birkaç taş öbeğindeki bir taşın üstüne çıktı. Taşların üzerinde birinden diğerine her seferinde düşmeye yazarak atlamaya başladı. Her bir taşın üzerinde yosunlu, pürüzlü yüzeylere ve ayakkabıların kayganlığına rağmen dengelendiğinde Ayça’ya dönüp dil çıkarıp “Korkak!” diye bağırarak onunla dalga geçti. Sonra daha ileride daha yüksek olan kayalara doğru koşmaya başladı. Ayça ona yetiştiğinde zar zor ilkine tırmanmıştı. İkincisine sekti, yalpalamaya başladı ve dengesini yitirip düştü. Düşerken sağ bacağı üzerinde olduğu kayayla, ona çok yakın olan diğer bir kayanın arasına sıkıştı. Ayla can havliyle bağırmaya başladı. Ayça eve doğru bütün gücüyle koşmaya başladı. Hem ağladı hem koştu. Eve vardığında ciğerleri patlayacakmış gibi hissediyordu. Annesine seslenebilmek için kendini yere atarak soluklanmaya çalıştı. Nefes alabildiğinde avazı çıktığı kadar haykırdı. 

         Ayla’nın bacağındaki kemik üç yerden birden kırılmıştı ve durumu ciddiydi. Kayalıkların arasından bacağını oldukça zorlanarak çıkarmışlardı. Kırılan kemikler etini yırtarak dışarı fırlamıştı. Bacağı koptu kopacak gibi görünüyor sanki yalnız derisi bacağını bir arada tutuyor gibi görünüyordu. Doktorun dediğine göre Ayla’nın bacağının kopmaması bir mucizeydi. Çok kan kaybetmişti ve baygın bir şekilde ambulans ile hastaneye götürüldü. Uzun bir ameliyattan sonra bir süre hastanede kaldıktan sonra eve dönebilmişlerdi. O hastanede kalırken birlikte uyudukları odadaki ranza yerine iki ayrı yatak alındı, Ayla’nın yatağı cam kenarına yerleştirildi. Doktorun Ayla’nın bacağının tam anlamı ile iyileşemeyeceğini söylemesi herkesi huzursuz etti. Bu endişeli halin annesi ve babasının soluklaştırdığını düşünüyordu Ayça. Ya da kendi endişe ve korkusu sebebi ile daha mat gözlerle bakıyordu etrafına. Kızkardeşler birbirine düşkün olur. Ayça, Ayla ile ilişkisini bu düşkünlük üzerinden tanımlardı. Düşkünlüğün daha aydınlık tezahürlerinden biri yakınlıktır. Dengesi yitmiş bir ilişkiyi yakınlık üzerinden düşünmek iki kaya arasında sıkışmış ve üç yerden kırılmış bir bacağın kaderine öykünür. 

         Ayla’nın uzun bir süre yatakta yatması gerekti. Başını yatağının yanındaki pencereye doğru çevirip, oradan dışarıyı izlerdi. Bazen o kadar dalgın görünürdü ki Ayça onun dışarıyı bakıp bakmadığını, bakıyorsa bile bir şey görüp görmediğini bilemezdi. Güneş batarken pencereden odaya ışığını bırakırdı. Camdan giren ışık Ayla’nın koyu kestane dalgalı saçlarını, kahverengi gözlerini ve beyaz tenini bal rengine boyardı. Bu anları sever ve kaçırmak istemezdi Ayça. Ayla’nın sıkışmışlığından beri tebessüm ettiğini gördüğü tek anların o anlar olduğunu düşünürdü. Ya da zannederdi. Bazen düşünmek ve zannetmek birbirine karışabilir. Düşkünlük ve yakınlık gibi. Ayça, Ayla’nın durmadan camdan dışarı izler halini onun mutsuzluğu olarak algıladığından ve onu mutlu edeceğini düşündüğünden tek başına kayalıklara gidip daha önce yakaladıkları şekilde bir serçeyi yakalayıp, ayakkabı kutusu içinde ona getirdi. Kuşu ona verip ileri geri yürüyerek tepki vermesini bekledi. Ayla kucağında kutuyu tutup açmaya bile tenezzül etmeden camdan tarafa doğru bakmaya devam edince, oda kapısını hafif aralık kalacak şekilde bırakarak odadan çıktı. Bir süre evin içinde gezindikten sonra oda kapısının önüne dönüp, kapının aralığından Ayla’yı izlemeye başladı. Ayla’nın yüzü cama dönüktü. Güneşin batması yakındı. Bir anda yüzünü camdan kucağındaki kutuya çevirdi. Kutunun kapağını hafifçe aralayıp serçeyi elleriyle kutudan aldı. Bir süre serçeyi okşadıktan sonra onu iki eliyle sıkı sıkı tutmaya başlayıp kafasını yine cama doğru çevirdi. Güneş dalgalı saçlarını, kahverengi gözlerini ve beyaz tenini bal rengine boyarken o da kuşu iki eliyle gittikçe sıkarak tutmaya devam etti. Kuş avucunda hareketsizdi, güneş ışığını Ayla’nın saçlarını, gözlerini ve teninin bal rengine boyayıp yoluna devam etmişti. Ayla avuçlarındaki serçeye baktı. Serçenin hareketsiz bedenini kutuya geri koyup, kutunun kapağını kapadı. Ayça usulca odaya girdi. Ayla’nın yüzü yine cama dönüktü. Tam bu esnada Ayça Ayla’nın tebessüm ettiğini gördüğüne yemin edebilirdi. Ayça’nın geldiğini görünce Ayla ona doğru dönüp kutuyu uzattı ve “Yeterince delik açmamışsın kutuya. Kuş havasızlıktan ölmüş.” dedi. Sonra yine her zamanki esaslı duruşuna geri döndü. 

         Ayça’nın alçısı çıktığında yüzleşilmesi gereken iki durum söz konusuydu. İlki bütün bacağını, bacağının ön tarafının tam ortasından eğimlenerek kasığına kadar boydan boya takip eden enli ve koyu dikiş iziydi. İkincisi ise bacağının doktorun söylediği gibi tam anlamı ile iyileşmeyeceği ve Ayça’nın bundan sonraki hayatına topal olarak devam edeceği gerçeğiydi. Bir kırılma noktası… Evde yaşananlar yaşanmamışçasına bir görmezden geliş hakimken dışarıda, okula başladığında, diğer çocuklarla, diğer insanlarla ilişkisini ilk belirleyen bu topallık oldu. Okulun ilk yılları zorluydu. Evet, Ayça ile Ayla’nın etrafındaki çocuklar da hep söylenilen ama tam olarak da neye işaret ettiği belli olmayan çocukların acımasızlığından nasibini almıştı. 

         Kazadan sonra bütün bu anlatılanlar üç aşağı beş yukarı herkes tarafından öngörülebilir. Talihsiz olayları yaşayan, onlara maruz kalan insanların bu olayı olabildiğince gerçekçi bir şekilde göğüsleme olgunluğu gösterdiği sayılıdır. Olmamış gibi yapmak, yokmuş gibi davranmak, olanları aza indirerek baş etmeye çalışmak daha sık gözlemlenebilir. Çocukların birbiri ile dalga geçtikleri, birbirlerine ve etraflarına karşı vahşileşmeleri söylene söylene kanıksanmıştır. Engelli bir insanın topluma karışması onun topluma nasıl dahil olacağı ve bunu mümkün kılacak aracılar ve yapılanmalar olmaksızın bu durumun fazlaca zorlayıcı olacağı da aklı başında, hayata ve insana biraz dokunmuş herkesçe düşünülebilir. Ancak Ayla’nın topal kalmasının üzerinde hiç durmaması çoğu insan tarafından şaşırtıcı bulunabilir. Ayla kazadan sonra kazadan önce nasılsa bedeni imkân verdiğince o şekilde davranmaya devam etti. Bedeninin imkân vermediği yerde bedeni buna imkân vermediği için öfkelenmek yerine bedeninin ona dayattığı sınırlara uyum sağladı. Ayla’nın durum ile uyumlanmasının, kabullenişinin bilinçli bir tercih mi yoksa bir mizaç meselesi mi ya da başkaca bir eğilimin sonucu mu olduğunu kesin olarak söylemek oldukça güç. Belki gerçekten de insanların doğuştan da getirdikleri bir mizaçları vardır. Ağlamadı, isyan etmedi, şikâyet etmedi. Ancak kazanın ardında bıraktıklarının onu rahatsız eden bir boyutu yok değildi. Bütün bacağında boylu boyuna uzanan yara izine karşı kuvvetli bir sevmezlik hissine sahipti. Bu yara izi o büyüdükçe küçülmedi, ilk ameliyatını takip eden başkaca ameliyatlar olması gerekti. Etek ve şort giymekten nefret etti, mayo bikini giymeyi kesinlikle reddettiğinden uzunca bir süre denize ya da havuza girmedi. Yine de arada ailecek gittikleri tatillerde sahilde gölgede şezlongda otururdu. Lisenin ilk yılını tamamladıktan sonraki yaz olmalıydı. Yine gölgede şezlongunda oturup uzaktan etrafı izlerken bir adam gözüne çarptı. Adam hem ondan hem Ayça’dan yaş olarak büyüktü. Sırtında iki omzuna yaslanan bir kartal figürünün dövmesi vardı. Ayla adama çarpıldığından dolayı mı dövmelerle ilgilenmeye başladı, dövme dikkatini çektiği için mi adamdan gözlerini alamadı kimsenin çözemediği bir şeydi ancak o günden sonra onda engellenemez bir dövme aşkı baş gösterdi. Farklı dövmelerin görsellerini buluyor, çıktılarını alıyor, bu görselleri kesip yapıştırıp farklı dövmeler elde ediyordu. İlgisi dövmelerin görselliği ile de sınırlı kalmadı.  Bu konuya ilişkin bulabildiği her türlü yazıyı da okudu. Dövme yaptırmak için ısrar etmeye başladı. Kimse oralı olmayınca ilk defa yaşadığı kazayı kendi istediği şeyi elde etmek için öne sürüp, kullandı. İstediğini de aldı. Yara izinin üstünü yavaş yavaş renk renk ortanca, şakayık, leylak, dağ lalesi, lotus, manolya, zambak çiçekleri ile döşemeye başladı. Bunları, bacağını dolanarak saran bir sarmaşık etrafında serpiştirtiyordu. Yara izini üstü örtüldüğünde de durmadı. Parça parça yaptırdığı dövmeler bütün bacağını kapladı. Daha sonra herkesten gizleyerek biriktirdiği bütün parasını bacağındaki dövmesini sağ kalçasından devam ettirerek bütün sırtını kaplayacak şekilde genişletmek için harcadı. Bu gösterişli dövmede ortancaların canlılığı göze çarpıyordu. O zaman ortaya çıktı ki kazadan sonra eve geldiğinde hep pencereden dışarı bakmasının sebebi ortancalara olan düşkünlüğüymüş. Kazadan sonra yatağının yanındaki pencereden huzur ve sükunetle neredeyse bütün gün pencerenin az ilerisinde öbeklenmiş pembe, mavi, kırmızı, beyaz, eflatun ortancaları izleyip, incelermiş. Ayla ortancalara düşkündü. Ortancalarla ilişkisini bu düşkünlük üzerinden tanımlardı. Bacağındaki yara izinin dövme ile kaplanması ancak daha henüz sırtına sıçramadığı günlerle birlikte şort ve etek giymeye başladı Ayla. Ve de evden kaçmaya. Bir yaz gecesi sabaha karşı eve döndü. Kapıyı ona Ayça açtı, sessizce odalarına geçtiler. Yüzü pencereye dönük yatağa girmeden önce vurgusuz bir şekilde “O dövmeli çocuklaydım.” dedi. Kıyafetlerini bile çıkarmadan yatağına yatıp, hemen uykuya daldı. 

         Ayça’nın üniversite sınavını bir sene kazanamadığı için bir sonraki sene birlikte üniversiteyi kazanıp iki ayrı odası kısa bir koridor ve küçük bir salonu olan bir eve çıktılar. Apartmanın en üst katında olduğundan havalar ısınınca bunaltıcı derece sıcak olan, kışın da ısınmak bilmeyen bir daire.  Eve ilk kez birkaç arkadaşını çağıran Ayça oldu. Ayla odasından uzunca bir süre çıkmadı. Daha sonra salonun kapısına gelip sessizce dikilerek Ayça ve misafirlerine baktı. Ayça’nın eve davet ettiği arkadaşlarından birinde bütün kolunu kaplayan farklı geometrik şekillerle yapılmış bir dövme vardı. Ayla çocuğa doğru ilerledi. Kendini tanıtıp yanına oturdu. Bütün gece çocukla oturdu. Herkes gittiğinde Ayça, Ayla ve çocuk kaldılar. Ayça konuşmaların dışında kaldıkça fazlalık olduğunu fark etti. Odasına çekildi. Bir süre sonra tuvaleti geldiği için kalktı. Salondan konuşma sesi gelmiyordu ama ışığı açıktı. Salona doğru ilerledi. İçeride kimsenin olmadığını görünce ışığı kapadı. Tuvalete yöneldi. Ayla’nın odası tam tuvaletin karşısındaydı. Penceresinden sızan ay ışığı hafif aralık kapıdan koridoru aydınlatıyordu. Ayça, düşünmeksizin Ayla’nın kapısına yöneldi. Kolu dövmeli çocuk Ayla’nın altında yüzüstü şekilde yatıyordu. Ayla adamın üstünde sırtı adamın suratına dönük, gözleri kapalı yüzü tavana doğru şekilde yavaş yavaş inip kalkıp, hafif inleyerek soluyordu. Adam aylanın sırtını dokunuyordu. Ayla’nın dövmelerini, sırtındaki çiçekleri okşar gibiydi. Sanki Ayla da bir eliyle adamın kolundaki dövmeye dokunup, okşuyordu. Ayla bir anda başını indirip hızla kapının aralığına doğru çevirdi. Ayça nefesini tutup parmak uçlarında uçarak odasına doğru gidip, son hız yatağına yattı. Tuvalet faslını sabaha ertelemeye karar verdi. Sabah karşı gözünü açtığında irkildi. Ayla tepesinde dikiliyordu. Uyuyamadığını söyleyip yanında yatıp yatamayacağını sordu. Ayça yatabileceğini söyleyince örtüyü kaldırıp yatağa girdi, Ayla sırtını Ayça’ya dönüp derin derin nefes almaya başladı. Ayça arkasından Ayla’ya sarıldı. Sabaha kadar az bir vakit sarmaş dolaş uyudular.  Ertesi gün Ayla, Ayça’ya “Akşam sen bir ara benim kapımın önünde miydin?” diye sordu. Ayça telaşla “Yo, ben hiç kalkmadım akşam.” diye cevap verdi. Ayla “O zaman salonun ışıklarını kim kapadı? Odama geçerken açık olduğuna eminim.” dedi. Ayça tek bir solukta “Belki kapadın da hatırlamıyorsundur.” dedi. Ayla kaşlarını çatarak kısa bir an Ayça’nın yüzünü süzdü, dudakları bir şey diyecekmişçesine kıpırdadı ama hiçbir şey söylemedi. Anahtarını alıp, kapıdan çıktı.  

         Ayça o geceden dolayı tam anlamı ile ne hissettiğini çözemedi. Ayla’nın da olayın üstüne gitmemesini aralarındaki sessiz bir anlaşma gibi algıladı. Bu adeta çocukken ortaklaşa olarak icra edip birlikte üzerine sustukları şeylerden biri gibiydi. Belki bu da yakınlığın veya düşkünlüğün kendini ifade ettiği farklı yüzlerinden biridir. Ayça daha düzenli olarak yeni insanlarla tanışıp daha sık olarak evde küçük toplaşmalar düzenlemeye başladı. Her gruba dövmesi olan bir çocuğun dahil olmasını garantiledi. Ayla yaz kış evde şortla geziyordu. Sakat bacağını hafifçe sürüyerek dövmesini gururla gösteriyordu. Eğer eve gelen dövmeli misafirin dövmesi kıyafetleri sebebi ile gözükmüyorsa Ayla odasından çıkıp salona uğradığında Ayça mutlaka çocuktan ve dövmesinden bahsediyordu. Ayla böylece kimle konuşması, kimle ilgilenmesi gerektiğini anlıyordu. Ayla çocukla odasına geçerken salonun ışığını açık bırakıyordu. Odasının kapısını da aralık. Ayça tuvalet için kalkarmış gibi yapıp, salonun ışığını kapayıp, usulca Ayla’nın aralık oda kapısı önüne geçerdi. Ayla’nın yüzü kapıdan yana dönük olsa bile gözleri hep kapalı olurdu. Ayça, Ayla’nın adamlarla hiç yüz yüze olduğuna denk gelmedi. Adamlarla yüz yüze gelmeye en yakın olduğu zamanlar adamların bacağındaki dövmenin ön kısmına ilgi gösterdiği zamanlardı. Ya da adamların dövmesi gövdelerinin ön tarafındaysa ve Ayla bu dövmelere ilgi göstermeye karar verip, ilgilendiğindeydi. Adamlarla öpüştüğünü de hiç görmedi. Adamların üstünde sırtı onların yüzüne dönük şekilde sevişmeyi tercih ediyordu sanki. Bazen yan yatar ve adam da aynı şekilde arkasından ona sarılarak onun içine girerdi. Bazen de dizleri ve dirsekleri üzerinde durur ve yine adamların arkasında olmasını sağlardı. Bazen adamlar oturur pozisyondayken kucaklarına ters oturup kalçasına iyice adamın kasıklarına bastırarak sevişirdi. Hiçbir zaman acele etmez hep yavaş yavaş sevişirdi. Ayça bir tek adamla bir an için yüz yüze geldiğini gördü Ayla’nın. Adamın üstüne ters değil de düz oturdu kısa bir an. O adamın diğerlerinden farkı neydi diye düşündüğünde bulabildiği tek cevap adamın bütün bedeninin dövmeyle kaplı olmasıydı. Bu gecelerin hepsinde sabah doğru Ayla, Ayça’nın odasına gelirdi. Artık Ayça’ya sormaksızın örtüyü kaldırır, sırtı Ayça’ya sırtı dönük olarak onun yanına yatardı. Ayla’nın yatağa yatması ile Ayça’nın uykusu hafifçe bölünür uyku uyanıklık arasında dönüp Ayla’ya sırtından sarılır sabaha kadar kısa bir süre öylece uyurlardı. 

         Her ne kadar sık sık birlikte uyusalar da Ayça, Ayla’nın gittikçe uzaklaştığını hissediyordu. Eve birileri gelmediği sürece odasından çıkmıyor Ayça odasına gidip onunla konuşmaya çalıştığında onu başından savıyordu. Okulda da yalnız başına ayağına sürüye sürüye gezip uygun bulduğu köşelerde hep bir şeyler okuyor ya da müzik dinliyordu. Bir ders çıkışı Ayça, Ayla’nın her zamankinden farklı olarak onu beklemeden okuldan çıkıp eve gittiğini öğrendi. Ayla’nın tek başına olmadığını yanında arkadaşı olduğunu da söylediler. Ayça, hangi arkadaşı olduğunu sorduğunda onun her yanı dövmeli adamla olduğunu öğrendi. Ayça’nın içini korkunç bir endişe kapladı. Sanki eve getirdiği insanlar yabancı insanlar değil, o ana kadar Ayla’nın seviştiği adamları kendi odasında tek başına bırakıp ikisinin aynı odada uyumasının hiçbir tehlikesi yokmuş da şu an için Ayça olmadan evde başkası ile olması bir tehlike teşkil ediyormuş gibi. Elleri soğuk soğuk terliyor, kalbi kulaklarını sağır edercesine çarpıyordu. Buz kestiğini hissetti. Ya adam Ayla’ya zarar verirse ya onu istemediği bir şeye zorlarsa, ya evi soyarsa gibi türlü düşünceler girdabında koşarak okuldan çıktı. Cebindeki sayılı paraya rağmen taksiye bindi. Bir taraftan da Ayla’yı arıyordu. Telefon açılmadıkça kalbi daha da hızlanıp, nefesi daha da daralıyordu. Eve bir kilometre kadar yaklaştıklarında trafik tıkandı. Taksiden inip koşmaya başladı. Kalbi ağzında atıyor nefesi daha da tıkanıyordu ama koşmaya devam ediyordu. İki kez soluklanmak için durdu. İlkinde bedeni buz gibi olmasına rağmen yüzünün alev alev yandığını ayrıca çaresizliğini hissetti. Ağlamaya başladı. Hem koştu hem ağladı. İkinci durması zorunluluktandı. Apartmanın sokağının girişinde yol çalışması vardı ve parça parça kırılmış asfalt çayırlıktaki kayalıklar gibi yolda öbeklenmişti. Bunlardan irice bir tanesine takılıp yüzü koyun yere kapaklandı. Pantolonunun sağ kısmı yırtıldı, sağ dizi yarılmış ve sağ kaşı açılmıştı. Acıdan kısa bir süre inleyip ayağa kalkıp dizinin acısından sağ bacağını sürüyerek koşmaya devam etti.  Apartmana vardığında asansörün en üst katta olduğunu gördü. Bekleyemedi. Kalan son gücü ile merdivenleri koşarak çıktı. Neredeyse hiç nefes alamıyordu. Evin kapısının önüne yığıldı. İlk soluklanmasında avazı çıktığı kadar “Ayla!!” diye bağırdı ve kapıya doğru dönüp kapıyı yumruklamaya başladı. Ayla şortuyla kapıya açtı. Ayça’ya hayretle baktı. “Bu halin nedir?” diye sordu. “Beni beklemeden çıkmışsın hem de o adamla. Başına bir şey gelecek diye çok korktum.” diye soluk soluğa cevap verdi Ayça. “Telefonunu da duymayınca” diye ekledi. Ayla, Ayça’nın yüzüne kaşlarını çatarak kısa bir an baktı bir şeyler söyleyecek gibi dudaklarını kıpırdattı. Duraksadı. Söyleyecek bir şey bulamadığı için mi yoksa söyleyeceklerinden vazgeçtiği için mi duraksadığı bilinmez. Kapıyı açık bırakıp, içeri ecza dolabına doğru bacağını sürüyerek ilerlerken “Her şeyi çok büyütüyorsun Ayça, hep öyleydin ve korkarım hep de öyle olacaksın” diye fısıldadı. Ayça onu duymadı. Soluklanmaya çalışmakla meşguldü.  

 

 

 

 

 



[1] Visual Diary, benim zaman içinde arşivlediğim görselleri ikili-üçlü montajlayarak sosyal medyadan gün gün paylaştığım bir projeydi. Halen ara ara arşivlediğim görselleri montajlayarak paylaşmaya devam ediyorum. Ancak ilk başta otuz gün olarak planlayıp otuz gün boyunca paylaştım. O otuz günlük deneyime ilişkin yazdığım nota  https://lalhitay.wordpress.com/2022/02/24/30-gunluk-ve-kucuk-hareketliligin-sonu-visualdiarynin-dusundurdukleri-kendime-not/linkinden ulaşılabilir. 

8 Mayıs 2022

DUYGU KANKAYTSIN. GÜYA

Bir damar çatlaması gözümden

Muazzam telaşla dokunmuşum ağaca

Benim olduğum bir ev yok

Birkaç ev var başka dünyada

Kestikçe etlerimi kokum yayılıyor ağaçta

 

Yazık ki insan duymuyor kokuyu utanıyorum kendimle

Atlıkarıncalara gidiyorum

İkna adında bir duygu benimle birlikte biniyor

Uzun uzun uğruyoruz sebebe

Dünya güya mağdur

Ben bütün dünyayı sırtlanmış

Zamanı durduruyorum bir yerde

Bulunduğum hiçbir yer

 

Hep mi en yakınlarından üzgün fotoğraf kalır 

Kuyu diye anlatmak isterken yakınıma

Parmağım şişmeye başlıyor yanlışlık burada

Kuyu diye biri yok

Sürekli kendime geliyorum

Bir şarkının adını sorarken dökülüyorum

Kim bilebilir masada açılmak isteyen biri var

Yutkunduğum şey

 

Şişliğim inmesin diye seviyorum parmağımı

Bahçeye çıkıyoruz parmaklarım onun ellerinde

Bu çağı kapatıp sesimizi toparlıyoruz

Çabuk geçecek bir kez daha gece

En güzel yerimde evsizliğimde ev yapıyorum 

Konuşmamı ne zaman yapacağım

Bilmiyorum



Cin Ayşe 17, yerleşmek

DİDEM ERBAŞ. GÖRÜNMEZ


 





                                    detay, 2022

Cin Ayşe 17, yerleşmek

DENİZ GÜNDOĞAN İBRİŞİM. Maya Angelou Eşliğinde Feminist Adımlar: Yürüyerek Yerleşmeye Dair Bir Deneme


 

 

Zaman ve mekân her şeye kendi rengini verir.

Murathan Mungan

 

Yürüme, dünyada olmak kadar dünyayı yaratmanın da yöntemlerinden biridir.

Rebecca Solnit

 

Arapça Ahl kökünden gelen ahl أهل bir yerde ikamet eden, hane halkından olan, eş(ler), yerli halk anlamına gelir. Ermenice şén շէն veya Orta Farsça (Pehlevice veya Partça) yazılı örneği bulunmayan şēn “meskûn ve mamur yer, abad” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Avesta (Zend) dilinde şi- veya şiti- “yerleşmek, ikamet etmek, kalabalık olmak” fiilinden türetilmiştir. Bu alıntılar yerleşmek sözcüğünde yer alan mekân tutmak, yurt tutmak anlamlarına gönderme yapar.

 

Yerleşmek sözcüğünde yukarıda yer alan bileşenindeki köklere bakmanın, yerleşmedeki insan eyleyiciliğini öne çıkardığını düşünürüz çoğu zaman. Biri gider, bir yere konar, bir yerde ikamet eder, orada komşuluk eder, orada kök salar. Buradaki yoğun vurgu insan öznenin ta kendisindedir, onun failliğindedir sanki. Oysa yerleşmekteki dönüşümün izlerine, bir yere dönüşmenin imkânına izin veren yerin kendi kendini örgütleyen anlamına, başka deyişle yerin failliğine kendimizi açmak önemlidir. Zira bu açılımın hem bu sözcüğün farklı ve ekolojik anlamlarını, hem de özne olarak kendimizin çoğul yanlarını görünür kılacağını düşünüyorum. Her yanıyla meşakkatli ve tekinsiz bir iştir yerleşmek çünkü. Kimi zaman kendi benliğimize yerleşebilmenin, kimi zaman da bir yere yerleşmenin yekpâre anlamını bulmak isteriz ama bulamayız pek. Yerleşmeye dair böylesi bir bakış, otantikliği ve nesnel gerçekliği garanti edilmiş bir öznenin kabuğunu kırmamız için de kritik bir eşiktir. Bu yazıda yerleşmeyi statik bir var olma çerçevesinde değil, Deleuze’ün bize önerdiği “oluş” ve “kaçış çizgileri” kavramları eşliğinde yeniden düşüneceğim ve yerleşmeye dair bir halden öteki hale geçişin yoğun, çoklu ve karmaşık durumunu inceleyeceğim. Bu çerçevede yerleşmeyi ekolojik ve feminist bağlamda yürümek eylemi ile birlikte düşünerek yürüyerek yerleşmenin anlamını ve izini süreceğim. Bu yazıda kişisel bir tecrübeden yola çıkarak çağdaş Amerikan edebiyatının en etkileyici feminist yazar ve sanatçılarından Maya Angelou eşliğinde yürüyeceğim. Angelou’nun doğduğu St. Louis[1] şehrine yerleşmemin hikayesinden bahsedeceğim. Bu hikâyede baş rolde feminist siyahi şair ve aktivist Angelou’nun dizeleri, yürümenin felsefesi ve bana yerleşerek beni dönüştüren Orta Batı Amerika’da bulunan St. Louis şehri var. Bu yazı nicedir düşündüğüm yerleşmeye ve bir şehre adanan gecikmiş bir mektup niteliğinde. 

 

2014 yılının ağustos ayında altı, yedi yılımı geçireceğimi bildiğim Amerika’nın Missouri eyaletinde bulunan St. Louis şehrine ve doktorama başlayacağım Washington Üniversitesi kampüsüne ayak bastığımda aklımdan tek şey geçiyordu. En sevdiğim şair ve yazarların doğduğu topraklardaydım. Yirminci yüzyılın en önemli modernist şair ve eleştirmenlerinden T.S. Eliot, St. Louis’in hummalı, sarı tozlu caddelerini tahayyül ederek 1922 tarihinde yazar Çorak Ülke’yi (The Wasteland). Tennessee Williams Sırça Kümes (The Glass Menagerie) oyununu 1944 yılında kaleme alırken oyundaki anne Amanda Wingfield ve liseyi henüz bitirmiş ve dış dünyadan izole olan Laura Wingfield karakterlerini çocukluğunun geçtiği St. Louis mahallerinde yaşadıklarından esinlenerek otobiyografik biçimde kaleme alır. Bir kadın, ne zaman kendi sesini duyurmak için ayağa kalksa, planlamamış bile olsa, tüm kadınlar için de ayağa kalkmış olur diyen Maya Angelou, St. Louis’de, yerleştiğim apartmanın tam üç sokak ötesinde dünyaya gelir. Kampüste, tarihi binaların, kaç yıllık manolya ağaçlarının arasında gezerken bu çok sevdiğim şair ve yazarların evlerini bulmalı, sokaklarını gezmeliydim diye düşünüyordum. Dahası şiiri, müziği, siyahi emeğin tarihini hiç durulmayan sularında saklayan Mississippi Nehri’nin de tam yanıbaşındaydım. Romanlara, şiirlere, öykülere, tanıdık Mark Twain hikâyeleri ve kölelik tarihine, Toni Morrison’ın hayaletlerine, pamuk tarlalarındaki emek ve isyana, blues müziğinin ritmine ve hüznüne, ırkçılığın bin bir veçhede açılan öfkesine tanıklık eden Mississippi kocaman bir arşiv olarak önümdeydi. Suyun hafızasını, suyun tanıklığını da anlamak istiyordum. Nehrin ezelden ebede akarken bir yandan da nasıl unutmadığını biliyordum. Bu düşüncelerle birlikte doktoradaki ilk dersime gittiğimi anımsıyorum.

 

Dersten çıkınca kampüste bir hareketlilik olduğunu fark ettim. Tarih 18 Ağustos 2014’tü. Bu tarihten tam dokuz gün önce Missouri eyaletinin Ferguson kentinde, yani kampüse arabayla yirmi, yirmi beş dakikalık uzaklıktaki kuzey yerleşim bölgesinde, 9 Ağustos 2014’te Michael Brown adlı siyahi bir genç öldürülmüştü. Brown’un bir suçu bulunmamasına ve ellerini kaldırarak teslim olmasına rağmen, beyaz bir polis memuru Darren Wilson tarafından silahla öldürülmesinin protesto yürüyüşüydü bu hareketlilik. Ansızın kendimi “Siyahi Yaşamlar Değerlidir” (“Black Lives Matter”) diye onca insan ile el ele tutuşup kenetlenirken, haykırırken ve yürürken buldum. Tarihi bir ana ve tarihi bir yürüyüşe tanıklık ediyordum. Zira “Siyahi Yaşamlar Değerlidir”[2] St. Louis yakınlarında tam o günlerde tam anlamıyla doğar ve ardından başka siyahi kayıplarla, tutulan veya tutulamayan yaslarla şekillenerek sesini çoğaltır. Devasa bir feryada, ulus ötesinde açılan eşitlikçi ve adaletli bir isyana dönüşür, bizi de olağanca gücüyle dönüştürür. Böylesi bir yürüyüşün içinden geçerek onun dinamizmi ve kuvvetiyle St. Louis’deki ilk haftamı tamamladım. Bu katmanlı ve içinde pek çok huzursuz hayalet sakladığına inandığım şehri artık hep yürüyerek, bilhassa Angelou’nun feminist ihtimamına ve feminist öfkesine sarılan şiirlerine sığınarak keşfedecektim. Daha doğrusu Angelou ile şehre yürüyerek yerleşecektim veya şehir tarihsel olanın sürekliğiyle bütün kıvrımlarıyla birlikte bana yerleşecekti.

 

 

 

Rehberim Maya Angelou: “Fırtına bulutları toplanıyor, Rüzgâr çıkacak birazdan”

 

Maya Angelou şair, yazar, şarkıcı, koreograf, aktris, senarist, kadın ve sivil haklar savunucusu, öğretmen gibi pek çok kimliği sırtına giymiş, siyah özgürlük hareketinin en önemli isimlerinden biridir. 4 Nisan 1928’de Marguerite Annie Johnson adıyla St. Louis’de doğar. Çocuklukta uğradığı travmatik tecrübelerin ardından yaşamını tamamıyla yeniden kurar. Üç, dört yaşlarındayken babaları tarafından kardeşiyle birlikte trene bindirilerek babaannelerinin yanına, Güney Arkansas’ta Stamps adlı tutucu bir kasabaya gönderilen Angelou, annesi babası tarafından terk edilir. Kendisine “Maya” adını erkek kardeşi verir. Sekiz yaşındayken yıllar sonra tekrar hayatına giren annesinin sevgilisi tarafından tecavüze uğrar. Kendisine bunu yapanın kim olduğunu açıkça dile getirdikten sonra adam tutuklanır ve ardından ölü bulunur. Angelou çocuk algısıyla “sesimle cinayet işliyorum” gözleriyle bakar hayata ve tam beş yıl boyunca hiç mi hiç konuşmaz. Annesine ilkin derin bir öfke duysa da annesinin yaşamının son zamanlarında bu öfkesi kabullenişe evrilir. Yıllar sonra annesiyle ilgili iç dünyasını Annem ve Ben isimli kitabında dünyaya açar. Angelou’nun çocukluğunda yaşadığı koyu karanlık tecrübeler, 1960’ların başında ırkçılık ve kadınlık müşterek mücadelesi Kafesteki Kuş Neden Şakır Bilirim otobiyografik romanında en samimi ve çarpıcı biçimde karşımıza çıkar. Angelou’nun[3] yedi kitaptan oluşan sıra dışı ve ilham verici yaşamöyküsünün ilk cildi savunmasız, şiddet gören küçük bir kızın, ırkçılık ve bağnazlıkla savaşarak son derece güçlü bir kadın karaktere dönüşmesinin hikâyesidir. 

 

Ben de bir elimde yirmi birinci yüzyılda okyanus ötesinde ilk elden tanıklık ettiğim siyahi yaşamlar değerlidir bilgisi, diğer elimde Kafesteki Kuş Neden Şakır Bilirim kitabı ile ırkçılık, cinsiyetçilik ve her türlü sömürü ve ötekileştirme politikalarının, gündelik ırkçılığın görünür olduğu St. Louis sokaklarını yürümeye başladım. İlkin Michael Brown için düzenlenen bir açık hava etkinliğine gittim. Orada hiç tanımadığım siyahi kadınlara sarıldım, onlar bana sarıldı, birlikte ağladık, şarkılar söyledik ve Mississippi nehri boyunca uzunca yürüdük. Yürüyüş boyunca St. Louis’in dinamikleri, özneleri, sokaklarında haykırılan adalet feryatları, sırtlara geçirilen çeşitli kimlikler, göçebe hafızalar sabit özne-nesne ilişkisini reddederek hiyerarşik olmayan birlikteliklerin çoğulluklarını düşündürttü bana. Tıpkı Deleuze’ün oluş kavramının bize önerdiği gibi, biyolojik yaradılışımızın, evrimsel mirasımızın, tarihsel/ailesel/politik bağlantılarımızın sunduğu yolların, ilişkilerin, değerlerin ve anlamların çok ötesinde başka oluş olanakları vardı ve bu bilhassa sokakta yürüyerek gerçekleşiyordu. Bu yürüyüşte bana eşlik eden Angelou’nun dizeleri ise çizgisel ve kümülatif bir bilgisel ilerlemeye karşı koymak için paha biçilmez bir kaynaktı. Bu arada şu önemli noktayı da not etmeliyim ki kendi pozisyonumun nasıl algılanacağı konusunda biraz endişeli ve temkinliydim. Neticede Orta Amerika’da ve siyahi nüfusun yüksek olduğu bir şehirde ayrıcalıklı, “beyaz” bir kadın kimliğiyle sokakta görünür olduğumun farkındaydım. Frantz Fanon’dan devşirdiğim/devşirdiğimiz, sömürgeciliğin ve ırkçılığın öznellikte açtığı yaralara ilişkin eleştirel bakış ve bilgi hep tazeydi. Siyahlık ve beyazlık gibi kategorilerin kendilerinin sömürgeciliğin ürünü olduğunu tartıştığı, eleştirel bilim pratiğiyle uyumsuz, metafizik siyah ve beyazlık anlayışının özsel temelciliğini reddettiği belirleyici eseri Siyah Deri, Beyaz Maskeler elbette aklımdaydı. Kuramsal ve pratik olanın bir araya gelişini, çarpışmasını gözlemliyordum belki de. Böylesi bir düzende birbirinden farklı zamansallık ve mekânsallıkta seyreden hafızalar, farklı biçimlerde tezahür eden bireysel ve toplumsal travmalar kamusal alanda birbiriyle karşılaşıyor, muazzam biçimde, birbirlerine üstünlük taslamadan bir araya geliyordu. Bununla birlikte, bütün bu unsurlara eklenen kimliklerin, siyahlığın ve beyazlığın ne kadar keyfi ve inşa edilmiş kategoriler olduğunun bilincine ve yordamına vakıf olsanız da kimi zaman içinde bulunduğunuz geçerli durumlar daha karmaşık seyredebiliyordu. Ancak ne olursa olsun her koşulda yürürken sokağın ve doğanın müziğini işittiğimi, kokusunu içime çektiğimi biliyordum. Eş zamanlı olarak protestolara ve direnişlere rastlıyordum ve karışıyordum. Bütün bu eylemler sürekli devam eden sabit olmayan bir süreç, bir oluş gibi önümde açılıyor ve hayatın tüm unsurlarının ilişkili olduğu bir duruma işaret ediyordu. St. Louis bütünüyle bir aktör olarak bana sesleniyordu ve dokunuyordu.

 

İkinci olarak, zaman kaybetmeden, hemen hemen her şiirinde içinde yaşadığı dünyanın illetlerini ve kahrını vurgulayan, ataerkil düzenin yanlışlarını korkusuzca gözler önüne seren Angelou’nun evini arayıp buldum. Evin önünde karşılaştığım bir ıhlamur ağacına sırtımı yasladım. İstanbul’da, Beylerbeyi veya Beşiktaş sırtlarındaki ıhlamur ağaçlarının kokusuyla St. Louis ıhlamurları birbirine karıştı. Bir ıhlamur ağacının öğrettiklerini diğeri olumluyordu sanki. İstanbul’da mayıs sonu haziran başlarında keskin kokusunu duyduğum ıhlamur, yeryüzünün bu yanında ağustos aylarında salıyordu kokusunu ve kudretini. Ağaçtan aldığım güç ve bilgelikle bir “flaneuse”[4] olarak yerleşmenin gizini arıyor ve aralıyordum. Dizelerin, mekânın, sokağın kendi kendilerini örgütleyen anlamlarına, eyleyiciliklerine kendimi açıyordum. Tıpkı Deleuze ve Guattari’nin göçebe bilim imkânlarını anlatırken kullandıkları kayık metaforu gibi ben de bir kayık alıp veya bir kayık olup, parçası olmak istediğim şehrin, sokakların, adalet arayışının akışına bırakıyordum kendimi ve öyle okuyordum Angelou’nun dizlerini: “Tarihin utanç kulübelerinin üstünden yükseliyorum / Acıya kök salmış geçmişin içinden yükseliyorum / Siyah bir okyanusum ben, kabarıyorum...” 

 

Angelou, acıya kök salan geçmişin yükünden yükselirken kendisini olağanca gücüyle esneten, nereye kadar yükselebiliyorsa oraya yükselen aktif bir kuvvet olarak karşılar bizi. Aynı zamanda bu dizeleriyle kadın-oluşu, siyahi kadın-oluşu tüm oluşların başlangıcı olarak alır belki de. Burada Deleuze’e geri gelirsek eğer, ona göre kadın-oluş genel anlamda dişiye değil, azınlığa gönderme yapar. Cinselliğin ikili düzenini yersiz yurtsuzlaştırmak için kadın ile erkek mutlaka kadın-oluşu tecrübe etmelidir (69-71). Böylelikle erkek/kadın, doğa/kültür, özne/nesne gibi düalitelere dayanmayan Deleuzyen felsefede kadın-oluş ötekiliğin başlıca figürü olarak fallik kimliğin yerle yeksan edilmesine imkân sağlar. Angelou’nun siyah köpüklerinde kabaran okyanusu Deleuzyen anlamda hegemonik ses karşısında ikili ayrımları reddeden bir akıştır, çokludur ve birbiriyle bağlantılıdır. Angelou’nun evinden bu düşüncelerle ayrılırken onun kabaran siyah okyanusunu da bizzat görebiliyordum. Zira giderek kabaran siyah bir çığlık yürüdüğüm sokakları kaplıyordu. İnsanlar yürüyor, erk merkezlerinden uzaklaşan kaçış çizgilerini yaratıyor, yapılandırılmış ırkçı sisteme ve düşünceye itirazını olağanca gücüyle dile getiriyorlardı. Kaçış çizgileri, hiçbir zaman, dünyadan kaçmakla oluşmaz der Deleuze ve Guattari. Ve kaçış çizgileri hakkında şöyle derler“[…] tıpkı bir boruda delik açtığınızda olduğu gibi, sızıntılar yarattığınızda oluşur; bütün toplumsal sistemler, kaçış çizgilerini tıkamak için parçalarını ne kadar sağlamlaştırsalar da her yanlarından sızdırırlar” (204). St. Louis de her yanından sızdırıyordu. Kafesteki kuşlar nicedir özlenenleri şakıyordu kaçış çizgilerinde. Sokaklardan, parklardan, kafelerden, kitapçılardan, meydanlardan, kampüslerden, uzak tepelerden özgürlük şakıyordu. Şehir Angelou’nun dizeleriyle, adalet feryadıyla, yürümenin aklı, ruhu ve bedenini ontolojik yatay düzlemde birleştirmesiyle bana yerleşmeye başlıyordu. Şehir tarihsel, kültürel, toplumsal, bireysel ve ekolojik bağların dolaşıklığında artık ayaklarımın, gözlerimin, ellerimin, kulaklarımın ve bütün öteki duyularımın içindeydi.

 

Yürüyerek Köklenmek, Köklenerek Yürümek

 

Ekoloji ve feminizm yoldaşlığında zihin, kalp açıcı metinlerin yazarı Rebecca Solnit’in dile getirdiği gibi yürümek “kentin özelleştirilmiş küçük bir parçasında” (256) değil tamamında yaşayarak çoğalır ve tanıklığını çoğullaştırır. Felsefeci Frédéric Gros da yürürken nasıl birikip çoğaldığımıza dair şunları söyler: “Ve son olarak, yürürken hiçbir zaman yalnız değilizdir çünkü yürüdüğümüzde çok geçmeden iki kişi oluruz, özellikle de uzun süre yürüdükten sonra. Demek istediğim, tek başımıza da olsak, bedenimizle ruhumuz arasında bir diyalog vardır her zaman” (56). Böylelikle sözde edilgen bedenle hareket halinde ve görüp hisseden, yaşayan beden arasındaki makasın kapandığını tecrübe ederiz. Bedenin ve dünyanın birbiriyle konuşmaya başladığı o biricik anda zamanın ve mekânın değişen ve değiştiren gücünü tadarız. Solnit yürümenin sadece romantik, simgesel ve gitmek gibi anlamları aştığını tartışarak şunları dile getirir: “İdeal olarak yürüme zihnin, bedenin ve dünyanın, sanki nihayet birbiriyle konuşmaya başlamış üç kişi ya da aniden bir melodi oluşturan üç nota benzeri bir uyum içinde bulunduğu bir durumdur. Yürüme sayesinde bedenimizde ve dünyada var oluruz ancak onlar tarafından meşgul edilmeyiz. Bütünüyle düşüncelerimiz içinde kaybolmadan düşünmemiz mümkün olur” (6). Solnit’in izinden gidersek eğer, yürüme özgürlük tahayyülleri, sürprizlerle karşılaşma ve zihin açmayla çok yakından ilişkilidir. Aynı zamanda yürüme eyleminde ortaya çıkan yan yollar, sapaklar, duraklar, duraksamalar bedenden kopan günlük yaşam içinde bir yerlerde gizli kalmış, sessizleştirilmiş ve ötekileştirilmiş nice hikâyeyi ulaştırır bize. Bu yanıyla yürüyüş sadece bir tema değil, politik bir söylem olarak da karşımıza çıkar.  Bizi sokaklara, seslere, kokulara, başka var oluşlara, kadın-oluşlara, yeryüzü-oluşlara, ötelenmiş haklara açar, onlarla dans ettirir. Tıpkı Ayhan Geçgin’in metinlerindeki, Uzun Yürüyüş’teki gibi, bir kabuk biçiminde sınırlandığımız gövdelerden çıkmak için gövdeyi yeryüzüne açmaya bir davettir yürüyüş. James Joyce’un Ulysses’inde, Virginia Woolf’un Mrs.Dalloway’indeSevgi Soysal’ın Tante Rosa’sında ve Yürümek romanındaki karakterlerin bize önerdikleri dönüştürücü eylemdir. Onlar zihinlerindeki düşünce ve anı yumaklarını, şimdi’nin geçmişe, geçmişin şimdiye çağrılmasını en çok yürüdükleri sırada görünür kılarlar. İçinde yaşadıkları çağlardaki bireysel ve toplumsal kırılmalara tanıklıklarını yürürken gerçekleştirirler. En güzelini yol ve yürüyüş öğretir der mesela Gülten Akın. Akın’ın bu deyişini doğrularcasına yürümek öğretiyor bana da. Yürürken mekânlar kendi istençleriyle kökleniyor içimde; çoğalıyorlar, çatallaşarak yeniden oluşuyorlar. Yaşamlarınadalet çağrılarının, direnişlerin arasından bir şehre süzülmenin ve bir şehrin, St. Louis’in, bütün iradesi ve arzusuyla bana yerleşmesine, bu yerleşmeyi teslim etmeme dair kısa bir denemedir bu yazı. Şehir bana yerleşirken Angelou’nun dizleri de yanımda, arkamda, sağımda, solumda nefes alıp veriyordu:

 

“Sözlerinizle bizi vurabilirsiniz/Gözlerinizle bizi kesebilirsiniz/Nefret dolu var oluşunuzla bizi öldürebilirsiniz/Lakin, hava gibi, yükseliriz biz hâlâ.”

 

Kaynakça

Angelou, MayaI Know Why the Caged Bird Sings. New York: Ballantine Books, 2009.

————. And Still I Rise. London: Little, Brown Book Group, 1986.

————. Kafesteki Kuş Neden Şakır, Bilirim. Çeviren Sinem Er, İstanbul: Everest Yayınları, 2014.

Benjamin, Walter. Pasajlar. Çeviren Ahmet Cemal, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016.

Deleuze, Gilles and Félix Guattari. A Thousand Plateaus: Capitalism and Schizophrenia. Translated by Brian Massumi, Minneapolis: University of Minnesota Press, 1987.

————. Kafka, minör bir edebiyat için. Çeviren Özgür Uçkan ve Işık Ergüden, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2000.

Elkin, Laura. Flanöz: Şehirde Yürüyen Kadınlar Paris, New York, Tokyo, Viyana ve Londra. Çeviren Doğacan Dilcun Doğan, İstanbul: Nebula Kitap, 2018.

Fanon, Frantz. Siyah Deri Beyaz Maskeler. Çeviren Orçun Türkay, İstanbul: Metis Yayınları, 2020.

Gros, Frédéric. Yürümenin Felsefesi. Çev. Albina Ulutaşlı, İstanbul: Kolektif Kitap, 2008.

Murathan, Mungan. Hamamname. İstanbul: Metis Yayınları, 2020.

Solnit, Rebecca. Yol Aşkı: Yürümenin Tarihi. Çev. Elvan Kıvılcım, İstanbul: Encore Yayınları, 2016.



[1] Dünyanın dördüncü uzun nehri olan Mississippi kıyısına 1764 Gilbert Antoine de St. Maxent, Pierre Laclède ve Auguste Chouteau adlı kürk tüccarları tarafından kurulan St. Louis, Yedi Yıl Savaşları süresince Fransa hakimiyetinde kalır. 1803’teki Louisiana satın alımı (Louisiana Purchase), başka deyişle Mississippi havzasının batısındaki toprakların Amerika Birleşik Devletleri tarafından Fransa’dan satın alınması, ile bölge Amerika’nın olur. Zamanında Batı’ya açılan kapı olarak adlandırılır. İlk kurulduğunda liman özelliğinden dolayı Amerika Birleşik önde gelen şehirleri arasındadır. Gateway Kemeri Mississippi nehrinin üzerindedir ve tam buranın yirmi dokuzkilometre kuzeyindeyse Kayalık Dağları’na doğru akan Missouri nehri vardır. Bu iki nehrin kesiştiği noktada St. Louis çoğunluğu siyahi nüfusuyla işçi hareketleri, siyahi işçi isyanları, sivil haklar hareketi, siyahi feminist özgürlük mücadelesi ve günümüzde siyahi yaşamlar değerlidir hareketlerinin en önemli merkezlerinden biri haline gelir.

[2] “Siyahi Yaşamlar Değerlidir” ilkin üç siyahi kadın, Alicia Garza, Patrisse Cullors ve Opal Tometi tarafından siyahilerin öldürülmesine itirazlarını dile getirmek için sosyal medya platformu ve bilhassa facebook hesaplarında kullanılmıştır. 2014 yılının temmuz ayında New York’ta Eric Garner’ın öldürülmesi, ardından Ferguson’da Michael Brown’un öldürülmesi bu hareketin yayılmasını ve adalet taleplerini hızlandırmıştır. “Siyahi Yaşamlar Değerlidir” hareketi 2014’ten bugüne değin artık sadece Amerika kıtasında değil dünyanın hemen hemen her yerinde giderek artan eşitsizlik ve adaletsizlik mücadelesi için sesini yükseltiyor ve Walter Scott, Freddie Gray, Meagan Hockaday, Philandro Castile, Grechario Mack, Kenneth Ross Jr., Isaiah Lewis ve George Floyd gibi siyahi isimler için adalet talebini yineliyor.

[3] Angelou’nun yaşamöyküsünün ardından yazdığı ciltleri şunları içerir: Benim Adımda Toplan (1974), Singin’ and Swingin’ ve Gettin’ Merry Like Christmas (1976), Bir Kadının Kalbi (bin dokuz yüz Seksen bir), Tanrı’nın Tüm Çocuklarının Seyahat Ayakkabılarına İhtiyacı Vardır(1986), Cennete Bir Şarkı Fırlattı (2002), Annem ve Ben (2013).

 

 

[4] Flanör (flâneur) figürü Walter Benjamin’in Pasajlar’ında çok önemli bir yere sahiptir. On dokuzuncu yüzyıl

başkenti Paris üzerinden bu alandaki çalışmalarına başlayan, daha sonra yapıtını Baudelaire üzerine kaleme aldığı incelemelerle geliştiren Benjamin, Pasajlar’da Paris pasajlardaki dükkânları ve pasajı seyreden, pasajlar boyu gezinen bir aylak tipin de görünürlüğünü imkânlı kılar. Benjamin pasajların gezinmeyi önemli kılan yönüne değinir. Charles Baudelaire aracılığıyla ele aldığı flanör, bu dünyada kendisini evinde hisseder, can sıkıntısına derman bulur ve sokak, flâneur’ün meskeni haline gelir. Flanörü elbette modernizm ile düşünmek ve bu figürü Benjamin’in de deyimiyle modern zamanın gezgini/dervişi olarak görmek gereklidir. Bu bağlamda flanör, yolda bir yere ulaşma amacı olmaksızın, sadece yolda olmayı, yolu duymayı, yolu bütün hazzıyla tecrübe etmeyi ve bu sürede kendi iç yolculuğuna kulak vermeyi önceler. Okuru George Sand, Virginia Woolf, Jean Rhys, Agnès Varda, Sophie Calle, Martha Gellhorn ve Joan Didion gibi “flanözlerin” ayak izlerini takip ederek yürümeye davet eden Lauren Elkin’in Flanöz: Şehirde Yürüyen Kadınlar Paris, New York, Tokyo, Viyana ve Londra adlı önemli eserini de buraya not düşmek aydınlatıcıdır.

 

Cin Ayşe 17, yerleşmek

3 Mayıs 2022

BELMA FIRAT. Çifte Kıskaç


 

Bebek’te araziler tükenmekte Metaverse’te

 

Kaldıraçta son fırsat:

 

Avatar taciz grafiğinde pik

ROE’yi test ettiğinde

Aşko coin’i 

20X short’la

                 

Yatırım tavsiyesi:

 

Nükleere girmek şart

Balinalar dalmadan önce

Silah sevkiyatı başlamış

Gelecek mining’de

 

Reel’in kodunu çöz yazılıma kitle:

 

Çapraz dizilimin 

Çifte kıskacında

Kripto bağlarla öreceğiz

Konumunu hiper yer yurda

 

Akıştan çık:

 

Sayısal saçılımın dizisel toplamında 

Sanala hizala 

Devran algoritma

Artırılmış gerçekliğin uzamında

 


Cin Ayşe 17, yerleşmek

 

 

 

 

 

 

YAPRAK DAMLA YILDIRIM. korku kapılarında amigdala


 

2 Mayıs 2022

TOLA ASAN. AMİGDALA PARÇALARI



 

MURAT ÜSTÜBAL. Hipnofobi

 


 

Gec’geçe hodri gelik geç gözüğü sözce,

kar’artı optimim koy, uluş kur, talan express, ay

mayın zihin bienali: karrr, kaaar, annn, anlıııkk

kkk, çözeltili kanlılık ara, gen/omlarına ıslıklı ti tizlik,

UR-LOJİK: kepezüstü naaş, naşlığa sekonderi,

vızıl vızır t cetveli teoresolü--- ikonaklastlar toplandı,

ilk ahvaltı, son akşam emeği, İsa’dan sonra sonar,

İsa’dan tepe kapagöz, spamözlük pre-sufle.

 

Avukadnezar çivilemesi, mide mukozasına kazıntı:

program başına grammatik, olgu dolgu taşınan’a,

karanlığa uyku patlaması, karaşın deliğe değgin,

seyri doyumsız petit orgi, bucca doymazı rem,

salınana ilim, bilmektir ilmi çapağı, yok ki

hiperlaksabilite öpücücüğü, ilim ilim lojiktir:

kambiyodan anti-moda zahiriyesi: gece geçe.

 

Mezarında gül oya, çare sarı gül, ayrılık tekhnesi;

ithalaka’ya yolculuğun besnisi- çakarlara yol-

Çakar Çelebi’nin karartıda yok alışı, çare sarı hap

(tekhne bozuculara dalga), kestirme\ sağlar genizinde,

Lojimnezi amigdalası, sanki niyet beşerisi, geçe gece.

 

Mezarda yasasızlık, tasası tulumda, korkumkork.

 

 Cin Ayşe 17, amigdala dosyası