14 Haziran 2022

LAL HİTAY. BOŞLUKLARI DOLDURMA (2.TEFRİKA)


  “Fill in the Blanks” – Visual Diary Day 4

<Nevruz Seyidoğlu (foto)

>Park Hyun-Ki “Tv Stone Tower” (1979-1982)

 

 

BOŞLUKLARI DOLDURMA

 

                                                                                          Yabancı’ya

 
            Ayça, apartmanlarının sokağının girişindeki yol çalışmasının etrafa dağılan asfalt kayacıklarına takılıp düşerek kendini yaralamasına tuz biber olarak cüzdanını da düşürmüş olduğunu çantasına baktığında fark etti. Cüzdanı çantasında yoktu. Ayla’nın dövmeli arkadaşının onu taşıdığı salondaki ikili koltukta yatıyordu.  Yerinden kalkıp cüzdanı aramak için dışarı çıkmak istedi. Ayla, Ayça’nın bu şekilde evden çıkıp cüzdan aramasını istemedi. Ayça’ya cüzdana kendisinin bakabileceğini söyleyip arkadaşını da alarak evden çıktı. Terzi Hasan ile tanışması da böylece gerçekleşti.  

 

Ayla, ilk olarak apartmanın bulunduğu sokağın girişinde yol çalışması civarına bakmaya karar verdi. Ayça taksiden indikten sonra cüzdanını çantasının içine koyduğuna emin olduğunu söylemişti. Yol çalışmasının etrafında aksayarak ağır ağır dönüp, çalışmanın sağına soluna bakındı. Çalışan işçilere hilti sesinden fırsat bularak yeşil bir cüzdan görüp görmediklerini sorarken Terzi Hasan dükkânının önünde oturduğu tabureden kalkıp ona doğru ilerledi. Elinde tuttuğu Ayça’nın yeşil, iri belirgin dikişleri olan deri cüzdanı göstererek aradığının bu olup olmadığını sordu. Ayça düştüğünde cüzdan çantadan fırlayıp seke seke Terzi Hasan’ın dükkânının önüne kadar gelip kaldırıma çarpıp durabilmişti. Cüzdanı döne döne aranırken yorulan Ayla’nın, Hasan’ın “İstersen gel otur, soluklan dinlen biraz.”  teklifini geri çevirmemesi yeni bir ilişkinin başlangıcı oldu. Terzinin önünde alçak bir rafa sıralanmış toprak saksılardaki ortancaları görünce Ayla, yanlarındaki azıcık bir boşluğa ilişerek, saksılarla sıralandı. Soluklanma teklifini takiben kendisine yöneltilen çay ve sigara teklifini de kabul etti. Sigara içmiyordu ama canı çayla sigara tüttürmek istedi. Hasan ile karşılıklı çay içip sigara tüttürerek, birbirlerine gülümsediler. Ayla, Ayça’nın Hasan’ın nasıl biri olduğuna ilişkin meraklı sorularını nefesini kuvvetli bir şekilde dışarı verip, kaşlarını çatarak geçiştiremeyince “tebessümle anlaşan bir adam” diye cevapladı.  

 

Ayla, Terzi Hasan’ın dükkânına tam olarak adlandıramadığı bir sebeple çekiliyordu. Başlangıçta kaçtığı, kafasını dinlediği ve kafasına göre takıldığı bir yer olarak gördü terziyi. Hasan’ın suskun hallerini insan canlısı bulur, suskunluğunun samimiyetle karşılayan bir suskunluk olduğunu düşünürdü. Belki de böylesi işine geldiğinden. Terzinin içi tıkış tepiş eşya ile dolu olduğu halde her nasılsa daima en ufak bir toz parçasına denk gelinemeyecek kadar temiz ve ışıl ışıldı. Dükkânın giriş kapısının sol tarafı boydan boya camdı. Bu camın dış tarafından tepeye yakın irice mavi harflerle Terzi Hasan yazıyordu. Camın iç kısmında oturacak kadar bir mesafeyi takip eden dikiş makinesi vardı. Bunun takip eden sol duvar boyunca kumaşların, makasların, iğne ipliğin durduğu masa ve raflar, rafların yanında duvara monte bir ütü masası, onun yanında üst üste konulmuş iki adet sedir ağacından yapılmış eski sandığın üzerinde akvaryumu andıran cam fanus ve fanusun içindeki hep tazelenen şakayıklar kendine yer bulmuştu. Hemen bunların bittiği yerde bir, bir buçuk metre uzunluğunda üst üste istiflenmiş eski gazeteler vardı. Köşede duran terzi mankeninin tüm heybetine rağmen hüzünlü bir yanı da yok değildi. Dükkân girişinin karşısındaki duvar bir kapı ile başlıyordu ve bu kapı Hasan’ın ailesi ile oturduğu eve açılırdı. Kapının bittiği yere hemen hemen bitişik dükkânın dörtte birine kadar uzanan bir ara duvar ile derinliği belirlenmiş, girişi lacivert kadife perde ile örtülmüş bir giyinme kabini vardı. Ayla bu kadife perdenin toz tutmuyor oluşuna akıl sır erdiremez, her geldiğinde bir fırsat bulup perdeyi silkeleyip kalkan tozu güneş ışığında seyretmeyi düşlerdi ancak uzunca bir süre bu denemelerinin sonucu hayal kırıklığıydı. Kabinin omurgası ara duvarın eni de biraz kalın tutulmuştu. Burada da bir boy aynası asılıydı. Kabinin solundaki duvarda bulunan raflar ise yüksekçe monte edilmişti ve terzilikten bahçeciliğe, edebiyattan felsefeye ilgili ilgisiz ve birbirinden farklı kitaplara ev sahipliği yapardı. Rafların altında üst üste geçirilmiş tabure ve sandalyeler kişi sayısına göre birbirlerinden ayrıştırılarak müşterilere veya misafirlere dağıtılırdı. Ayla için bu dükkân aslında tam olarak şimdiye ait değildi. Kapısından geçtiğinde sanki başka bir zaman dilimindeymiş gibi hissederdi ama terziyi özdeşleştirdiği herhangi özel başkaca bir zaman dilimi de yoktu. Söz gelimi filmlerden kitaplardan bildiğince 60’lar, 70’ler, 80’ler ya da başkaca bir zaman imgesine denk gelmiyordu terziye dair hissiyatı. Yalnızca rutinine dahil olmuş olduğu halde bu dükkâna gelmek onun için olağanında bir kesintiydi. Belki bu sebeple bu dükkânı tam olarak şimdiye ait hissetmiyordu. Belki de terziye gelen gidenlerin, kendi karşılaştığı, tanıştığı insanlardan oldukça farklı olması ona biraz da böyle hissediyordu. Mesela Rafet Bey gibi. 

 

Ayla’nın sadece sabahtan dersinin olduğu bir gün öğle vakti yine Hasan’ın dükkanında zamanını askıya alıyor ya da zamanını öldürüyordu. Hasan dükkânın girişindeki taburede oturup çayını sigarasını içerken o da dükkânın içinde ağır ağır dolaşıyor, kitapları eline alıp göz atıp yerine koyuyor ya da gazeteleri kurcalıyor sonra yine dolanmaya devam ediyordu. Gökyüzünün bulutsuz ve masmavi olduğu, güneşten saklanmanın mümkün olmadığı bir gündü. Rafet Bey terzinin kapısında belirdiğinde Ayla boy aynasının karşısındaydı ve Rafet Bey’in görüntüsü aynaya yansımıştı. Ancak güneş de bütün gücüyle kapıdan dükkâna nüfuz etmekte ve aynayı hedeflemekte olduğundan ayna parlamış, Ayla’yı kısmen kör etmişti. Bu yarı körlük durumunda aynaya yansıyan görüntüden Ayla yüzü olmayan ince uzunca bir bedene sahip adamı ve onun bedenine tam oturmuş çok şık lacivert takım elbiseyi seçebilmişti.  Rafet Bey nevi şahsına münhasır denilebilecek bir insandı. Ruhioğulları apartmanında otururdu. Terzi Hasan’ın dükkânı bu apartmanın giriş katındaydı. Rafet Bey, yıllarca bu ilçenin ilçe gazetesini çıkarmış ama sonra bir anda vazgeçmişti. Hasan’ın yığıntı ile arşiv arası istiflenmiş gazeteleri arasında Rafet Bey’in gazetesinin nüshaları da kendine yer bulmaktaydı. Takımlarını, paltosunu, gömleklerini diktirir bunların her birine isminin ve soy isminin baş harflerini işletirdi. Rafet Bey, gördüğü ilk andan beri Ayla’da kaçma isteği uyandırdı. Lacivert takımı ile onu ilk gördüğü gün Ayla’ya “Hanım Kız” şeklinde hitap etmişti ki bu tek başına Ayla’nın birine gıcık kapması için yeterliydi. Etek giydiği bir gün yine denk gelmişler ve Ayla’ya çiçeklerinin çok hoş gözüktüğünü söyledi. Vücut dilinden dövmelerini kastettiği açıktı ancak anlaşılan başkaca bir husus dövmelerin dövme olarak hoş görülmediğiydi. Ayla eğer ki dükkânın önünde Rafet Bey’in Hasan ile oturduğunu görürse selam verip doğrudan eve yollanırdı çünkü Rafet Bey’in varlığı onun için bu dükkânın tecrübe etmesini sağladığı, hoşa giden, nefes aldıran yabancılık ve yabancılaşma hissini ters yüz ederek bu yabancılık hissinin çok hoyrat bir yana savrulmasına sebep olurdu. Ayla’nın Rafet Bey’e ilişkin en tuhaf bulduğu şey ise evlerinde kesinlikle ütü yapılmasına tahammül edememesi, eve ütü alınmasına dahi müsaade etmediği için yıkanan kıyafetlerin, çarşafların ütülenmesi için Terzi Hasan’a getirmesiydi.  

 

            Ayla’nın Rafet Bey’i terzinin girişinde görmediğinden Hasan’a uğradığı bir gündü. Hafta ve gün ortası tenhalığının sükûnetli yavaşlığıyla ilerleyen bir gün. Ayla terzinin içinde bir aşağı bir yukarı salınıyor cam fanusun içindeki taze şakayıkları koklayıp, kitapları, gazeteleri kurcalıyordu. Gazete öbeğinin orta kısımlarında bir gazeteyi istifi dağıtmadan çekmek için dikkatlice uğraştı. Hasan onun gazetelerin sırasını bozmasına ses çıkarmıyordu. Gazetenin ilk sayfasında yerde yüzüstü yatan bir adam vardı. Ayakları birbirine bakıyordu ve üzeri gazetelerle örtülüydü. Sağ ayakkabısının tabanın ön kısmı yıpranmıştı. Ayla’nın haberi okumadan üzerine kasvet çöktü çünkü o günü hatırlıyordu. Gazeteyi öbeğin daha üst kısımlarına yerleştirip kitaplara yöneldi. Eline rastgele bir kitap aldığında kestane rengi koyu kahverengi düğmeli ve yelekli takımıyla Rafet Bey kapıda belirdi. Kırlaşmış ama gürlüğünü yitirmemiş dalgalı güzel saçları vardı ve bunları özenle tarayıp şekillendirmiş olurdu. Kışa hazırlık olması için Hasan’ın tadil etmesini istediği siyah kaşmir paltosunu sağ koluna asmıştı. Ayla’yı içeride görünce “Hanım kızım sizi gördüğüme çok sevindim.” dedi. Ayla yarım ağız gülümseyerek nasıl sıvışacağını planlamaya başladı. Hasan’ın raflarından rastgele aldığı kitabı yerine koyacakken Rafet Bey kitaba uzanıp “Bakabilir miyim?” diye sordu. Bundan kaçışı yoktu işte. Mecbur onayladı. Raftan rastgele aldığı kitabın Antik Yunan felsefesinde atomculuğa ilişkin bir kitap olduğunu o zaman anladı. Bu Rafet Bey’i heyecanlandırdı. Geniş gülümsemesi ile yüzü aydınlandı. “Evren, madde ve boşluktan oluşur.” diye fısıldadı kendi kendine. Bir anda coşkun el kol hareketleri ile gençliğini, aldığı eğitimi anlatmaya başladı. Ayla artık kaçamayacağını anladığından üst üste geçirilmiş taburelerden birini çekip üzerine yerleşerek daha rahat bir konumda Rafet Bey’i dinlemeyi tercih etti. Rafet Bey hemen eve kadar çıkıp geleceğini kendi denemelerinden oluşan zamanında kendi matbaalarında bastıkları kitaplarından Ayla’ya hediye etmek istediğini söyledi. Ayla o gün için kaderine razı olması gerektiğini “Kitaba bakabilir miyim?” sorusunu savuşturamadığında anlamıştı anlamasına ama kabullenmesi için atomculuğu da dinlemesi gerekti.  Rafet Bey’in verdiği üç adet boylu ve kalınca kara ciltli kitabı eve kadar zar zor taşıdı. Odasında bir köşeye bırakılmış ev sahibinin olduğunu düşündükleri çalışmayan eski tüplü televizyon zamanla bir raf gibi işlev görmeye başlamıştı. Odanın köşesine dayadığı bu televizyonun üstü anahtar, cüzdan, defterler, kitapların ödünç verilip alındığı güvenli bir yerdi. Rafet Bey’in kitaplarını da üst üste bu setin üstüne yerleşti. Ayla sonra yatağına uzandı. Terzi Hasan’ın şakayıklarının kokusunu düşünerek odanın havasını içine çekti, tavanı izlemeye daldı. Sigarası olsa bir tane tüttürebileceğini düşündü. 

 

            Kimi günler Ayla bütün varlığının Terzi Hasan’a gitmesine karşı koyduğunu hisseder yine de oraya gitmekten kaçınamaz, huzursuzluk ve gerginlikle yoğrulurdu. Böyle günlerde zaten ahenkli olmayan yürüyüşü ayaklarına iri kayalar bağlanmışçasına ağırlaşır ve düzensizleşirdi. Bazen o kadar gergin hissederdi ki oldukça hafif olan tabureyi kaldırırken bile kolları katılaşıp, ağrırdı. Ama yine de özellikle böyle hissettiği günlerde dahi Hasan’ın terzi dükkânından ayağını kesemezdi. Öyle günlerde ne şakayıklar ne gazeteler ne kitaplar umurunda olurdu. Dükkânın önüne ortancaların hizasına taburesini koyar, dirseğini dizine dayayıp eli ile çenesini tutup ara ara iç çekerek Hasan’ın karşısında otururdu. Hasan da nedense bu dertli dertli iç çekmelere rağmen bir kez bile neyin var diye sormazdı. En başta onu rahat hissettiren tebessümle anlaşma hali böyle günlerde garibine giderdi. Belki en başlarda dükkânın tecrübe etmesini sağladığı ve hoşuna giden nefes aldıran yabancılık ve yabancılaşma hissi bu sorgusuz sualsizliktendi. Ancak zaman ilerledikçe aynı davranışın etkisini başka şekilde tecrübe etmeye başladı. Belki de Terzi Hasan’ın dükkânının zamansızlığı o kadar da zamansız değil, an ile kopukluğu düşündüğü kadar büyük bir kopukluk değildi. Belki heveslerinin aniliğine kapılıp heveslerin zamansız olduğu yanılgısına kapılmıştı.  Evren madde ve boşluktan oluşur. İnsanın boşlukları, boş bulundukları, boşa aldıkları anlar olur. Doğanın boşluk kaldırıp kaldırmamasından bağımsız olarak insanının, kendi insanlığının getirisi olan boşluk hissi ile arası limonidir. 

 

            Ayla, Rafet Bey’in paltosunun terzi mankenin üzerinden uzadıkça uzayan bir misafirlikte olduğunu fark ettiğinde kendi huzursuzluğuna rağmen terziden ayak kesemediğinin de farkındaydı. Bu sebeple Rafet Bey’i gördüğünde kaçma gereği duymuyor ve o oradayken de dükkânda vakit geçirmeye devam ediyordu. Zaten Rafet Bey’in ona karşı takındığı teklifsiz, pervasız, coşkulu ve fazlaca ilgili tutumundan eser yoktu. Rafet Bey’in saçı başı taranmış olsa da daha özensiz ve dağınıktı. Bir gün bile sektirmediği belli olan sinekkaydı traşlı halleri yerini hafif sakallı ve hırpani bir çehreye, jilet gibi yeni ütülenmiş takımları yerini çok giyildiği belli ütüsü şöyle böyle takımlara bırakmıştı. Boy aynasının önünde bir hayalet gibi dikilip paltoyu üstüne geçirirdi. Sağına, soluna döner, uzun uzun kendine bakardı. O terzideyken derin bir sessizlik oluşmaya başladı. Bu sırada neredeyse yalnızca Rafet Bey’in derin derin soluk alışverişleri duyulurdu. Bu süre biraz daha uzasa belki de adamın kalp atışlarını bile duyabileceklerdi. Rafet Bey paltosuna ilişkin bir gün istediğini öbür gün istemiyor, bugün diktirdiğini yarın söktürüyordu. Hasan’da da tebessümle anlaşacak hal ve keyif kalmadı. O kadar ki o pırıl pırıl dükkân tozlu bir eskici dükkânı gibi görünmeye başladı. Prova kabini perdesinden havalanan tozların camdan, kapıdan giren ışıkta ağır ağır terzinin tabanına doğru süzüldüğü görülebiliyordu. Şakayıkların fanusu en sonuncusunun da solmasından sonra boş kalmıştı. Palto, orada, köşesinde, terzi mankeninin üzerinde herkesin ve her şeyin çözülüşünü planlar ve gözlemler gibiydi. Buna benzer düşünceler Hasan’ın da aklına düşmüş olsa gerek ki, Rafet Bey ondan talep etmemiş olduğu halde paltonun astarını açıp içine muska yerleştirilip yerleştirilmediğini kontrol etti. Rafet Bey paltonun astarının açıldığını nasıl fark ettiyse bu sebeple Hasan’a çıkıştığında, Hasan böyle bir şey yapmadığına Rafet Bey’i ikna etmekte epey zorlandı. Hasan’ın o gün zorla ısmarladığı kahve ve sigarayı dükkânın önündeki taburelerde gün ışığının turuncusunda yudumlarken Rafet Bey hiç huyu olmadığı halde karısından söz açtı. Ansızın, hiç kimsenin beklemediği bir şekilde palto astarının yarattığı gergin sessizliği bıçak gibi keserek karısının çehresinin eskisi gibi sevecen ve yumuşak olmadığını, sıcaklığını yitirdiğini, sanki yıllarca sevdiği kadın o değilmiş gibi hissettiğini söyledi. O zamana kadar hiç karısından bahsetmemişti. Ayla’nın şaşkınlığından çok daha vurgulu bir şaşkınlık ifadesinin Hasan’ın yüzüne oturması Rafet Bey’in hiçbir zaman böyle şeylerden bahsetmediğine yorulabilirdi ancak. Rafet Bey de zaten söylediklerine pişman olmuşçasına cümlesini tamamlamasının akabinde apar topar kahvesini bitirmeden “İyi akşamlar” dileyerek kalkıp gitti.

 

            Her şeye rağmen Ayla’ya kendini dayatan terzi bağımlılığı Rafet Bey’in paltosunun tılsımıyla ya da Rafet Bey’in eşinden bahsettiği şekilde bahsetmesinin hem kendinde hem Ayla da hem Hasan da hiç konuşulmaması gereken bir şey konuşulmuşçasına yarattığı tuhaf duygu sebebiyle azalmış gibiydi. Ayla neredeyse terziye hiç uğramak istemiyordu ve ayakları da ağırlık yapıp onu gitmek istemediği bu yere sürüklemiyordu. Eve giderken Hasan’ı görmeye alışmıştı. Hasan işi olmadığında dükkânın önünde taburesinde otururdu. İşi olduğunda bile dükkân kapanana kadar tek tabure kapının önünde köşede hep hazır bulunur, sahibini beklerdi. Tabure bile dükkânın önünde olmadığından Ayla dükkânın içine girmeye çekindi. Camdan içeri de bakamazdı çünkü camların jaluziler de o sıralar hep inikti. Okuldan eve döndüğü bir gün oturdukları sokağa doğru arabalar kuyruk oluşturmuştu. Sokakları için bu, alışık olunmayan bir araç yoğunluğuydu. Araçlar neredeyse durur halde gibiydi, milim milim ilerliyorlardı. Ayla, Ayça’nın düştüğü sokak girişinde tekrar yol çalışması olsa gerek diye düşündü. Gökyüzünün bulutsuz ve masmavi olduğu, güneşten saklanmanın mümkün olmadığı günlerden biriydi. Ayla havanın tadını çıkararak ağır ağır ilerlerken arabalardan birinin dikiz aynasına bütün gücüyle nüfuz eden güneş Ayla’nın gözünü almış onu bir an için kısmen kör etmişti. Önünü göremeyen Ayla dengesini iyice yitirerek düşeyazdı. Son anda elinden destek alarak düşmesine engel olabildi. Bu beklenmedik denge kaybı kalbinin hızlı hızlı atmasına sebep oldu. Hafif sakinledikten sonra yürümeye devam etti. Terzi Hasan’ın dükkâna yaklaştığında dükkânın az ilerisinde, yolda insanların toplandığını gördü. Hızlanabildiği kadar hızlanıp kalabalığa dahil oldu. Az ileride yerde üzeri gazete ile örtülmüş yüzüstü yatan, ayakları birbirine bakan bir adamın hareketsiz bedenini gördü. Adamın kanı sıcak asfaltı ıslatıp koyultmuştu. Rafet’in paltosunu giyen terzi mankeni kucaklamış olan Hasan’ın terzinin kapısından son hız çıkarak karşı kaldırımdaki çöp konteynerine gidip, paltoyu ve mankeni her şeyin hırsını almak istercesine hışımla çöpe atışını izledi. Hasan söylenip yumruklarını sıkarak aynı hızla dükkânına geri girdi. Ayla bir iki adım geri adım atıp, dükkânın önüne yöneldi. Camın önündeki ortancaların hizasına sıralanmış bir kadın ile göz göze geldi. Kadının üzerinde kırışık lacivert uzun bir etek ve beyaz bluz vardı. Nerede olduğunu tam ayırt edemiyormuş gibi bir ifadeye sahipti. Öbek öbek beyazlamış kahverengi saçları kafasının üzerine rastgele tutturulmuştu. Ayakları yalınayak ve tozluydu. Elleri kucağındaydı. Kadının dudakları hareket ediyordu ama Ayla ilk başta onu duyamadı.  Sonra biraz daha yaklaştığında kadının durmadan “Onu tutamadım” diye sayıkladığını ayırt etti. Kadının sesi, ifadesi her şeye rağmen sevecen yumuşak ve sıcaktı.